27 Aralık 2015 Pazar

KKTC’nin Geleceği ve Doğu Akdeniz Çıkarlarımız

Description: IMG_0131 


mavi vatan

Amiral Cem Gürdeniz
KKTC’nin Geleceği ve Doğu Akdeniz Çıkarlarımız
            “Aziz Şehitlerimiz. Büyük Türk Milleti’nin ayrılmaz parçası olan Kıbrıs Türk Halkının varlık ve bağımsızlık mücadelesinde şehitlik mertebesine yükselerek eşsiz bir mücadelenin kahramanları oldunuz. Kıbrıs Türkü’nün sahip olduğu bu topraklarda barış, güven ve istikrar içinde hür bir şekilde yaşaması için gösterdiğiniz fedakârlık her zaman minnet ve şükranla anılacaktır. Bu duygularla Kıbrıs Türk Mücahit kardeşlerimize ve onlara tek yürek, tek vücut olarak omuz omuza çarpışmış kahraman Türk askerine Allah’tan rahmet diliyorum.”

            Bu satırlar, Başbakan Davutoğlu’nun geçen ay KKTC’ye yaptığı resmi ziyaret esnasında Girne’deki şehitlik özel defterine yazdığı satırlardır. Bu satırlarda vurgulanması gereken iki kavram,  Kıbrıs’ın Türk milletinin ayrılmaz parçası olması ve Kıbrıs Türk halkının varlık ve bağımsızlık mücadelesidir. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetinin en yüksek bürokratı tarafından yazılan bu satırlar kişisel bir görüşü yansıtmaz. Devletin görüşüdür. Devletin görüşü olmalıdır.

            Geçen hafta içinde KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı resmi makam aracının plakasındaki KKTC Cumhurbaşkanı rumuzunu kaldırarak, yerine zeytin dalı, defne ve güvercinden oluşan bir sembol yerleştirdi. Aynı günlerde İstanbul’da bir üniversitede verdiği konferansta da şunları söyledi:

            “2004 yılına geldiğimizde ise Annan Planı ve referandumu gündemimize girdi. Ve referandum sonunda, dünyanın hiçbir yerinde görülemeyeceği şekilde, Annan Planı’na hayır diyen Rumlar tüm Kıbrıs’ı temsilen Avrupa Birliği’ne (AB) üye olurken, plana evet diyen KKTC, AB dışı kaldı ve izolasyon süreci devam etti... Bu tip durumlarda bazen daha önce yapılanlar bir kalemde silinerek sıfırdan başlanır. Ancak yine de o başlanan noktaya geri dönülür. Ben gelirken, daha önce yapılan görüşmeleri ve yakınlaşan ilişkileri çöpe atmama sözü vererek geldim...İki kurucu devlet olarak coğrafi esasa dayalı federatif sistem üzerinde bir çözüm arayışı üzerindeyiz. Zira Rumlar da artık adaya tek başlarına hakim olamayacaklarını, örneğin Kıbrıs’a çok yakın konumda olan Doğu Akdeniz doğalgazına da tek başlarına sahip olamayacaklarını gördüler. Ya da artık görmüş olmaları lazım. İki kurucu devlet olarak adil bir çözüm arayışı üstünde görüşmelere devam ediyoruz”’’

            Aldatılmaya Doymamak. Bu davranış ve sözlerin anlamı şudur: Biz aldatıldık. Aslında geçmişte de aldatıldık. Ama olsun. Bizi aldatmaya devam edin. Jeopolitik ve strateji bizi ilgilendirmez. Biz yaşayan nesillerin anlık mutluluk ve zenginliklerine odaklıyız. Bölgedeki doğal gaz ve petrol potansiyeli o kadar yüksek ki, biz Rumlarla birleşerek bu zenginliği paylaşacağız. Bu zenginlik, KKTC’nin kuzeyde yalnız ve fakir bağımsızlığından çok daha önemlidir. Bu amaç uğruna Türk askeri adadan çekilebilir. Bir daha geri dönmesi imkansız olsa da geri çekilebilir. Türk askerine ihtiyaç duyulacağı zaman nasıl olsa bizim nesillerimiz hayatta olmayacak. Gelecek nesiller bunu düşünsünler.

            KKTC’nin Kaderini Türkler Belirlemelidir. Evet, Kıbrıs’ta Kıbrıslı yurttaşlarımızın kendileri bağımsız KKTC vizyonuna sahip değil. Diğer taraftan, Türkiye’nin son yıllarda dış politika ve güvenlik politikası cephelerinde üst üste aldığı yaralar,  Kıbrıs’ın devletimizin geleceği için taşıdığı jeopolitik önemi azaltamaz. KKTC’nin kaderi New York, Washington DC, Londra, Brüksel, Paris ve Berlin’e bırakılamaz. 

            Unutmak, Güvenlik Riskidir. KKTC’de yaşayan nesiller yakın tarihlerini unutmuş olabilirler. İngiltere’nin Malta’dan çıkarıldıktan sonra Kıbrıs’ta kalıcı deniz ve hava üslerine sahip olabilmek ve bu adadan da askeri olarak atılmayı önlemek için adada Türk-Rum düşmanlığını körüklediğini unutmuş olabilirler. Türk köylerinin 1950’li yıllarda itibaren Rum çeteleri tarafından basılarak katliamlar yapıldığını unutmuş olabilirler. 1963 yılının kanlı Noel’inden sonra 30 bin Türkün köylerinden göç etmiş olduğunu,  aynı yıl Türk düğünlerinin, okullarının kahpece basılarak toplu ölümler yaşandığını unutmuş olabilirler. 1964 yazında onları kurtarmaya gelecek Türk filosunun ABD Başkanı tarafından önlenmiş olduğunu unutmuş olabilirler. Rumların yıllarca Kıbrıs Türklerini ‘’Bekledim de gelmedin’’ şarkısı ile aşağıladıklarını unutmuş olabilirler. Rauf Denktaş’ı Dr. Fazıl Küçük’ü unutmuş olabilirler. Temmuz 1974’de onların huzur ve güvenliği için bedenlerini ebediyete kadar Kıbrıs topraklarında bırakmış 500 Anadolu genci şehidimiz ile 350 mücahit şehitlerini de unutmuş olabilirler. Ancak unutmak ve tarihten ders almamak, büyük bir güvenlik riskidir.

            Biz Unutmadık. Ama Anadolu’da yaşayan bizler, ne kendimizin, ne de Kıbrıs’ın tarihini unutmadık. Hükûmetler ve nesiller gelip geçicidir. Ancak devletler ve coğrafyalar kalıcıdır. Coğrafya ise kaderdir. Anadolu’nun kaderi Kıbrıs’tır. Kıbrıs kaybedilirse Doğu Akdeniz kaybedilir. Mavi Vatan kaybedilir. Antalya Körfezine hapsediliriz. Kaybedilen KKTC,  Güneydoğu Anadolu’da bölücü ve ayrılıkçı hareketlere doping etkisi yaratır. Kuzey Irak ve Suriye’de kukla Kürt Devletinin kurulma sürecini hızlandırır. İskenderun Körfezi riskli sulara dönüşür. Dünyanın en büyükleri arasında yer alan Güney Kıbrıs ticaret filosu  halen Türkiye tarafından uygulanan ambargonun kalkması ile limanlarımızda boy göstermeye ve navlun gelirlerimizi eritmeye başlar. Bu durum Mersin ve İskenderun limanlarımızın gelişimine set çeker. Denizcilik gücümüz kan kaybeder. Kısacası 300 bin Kıbrıs Türkünün yakın kaderi, 75 milyonluk Anadolu’nun uzak kaderini etkilememelidir. Yanlış seçim Anadolu’yu zora sokar. 
            Kıbrıs’ın geleceği hepimizin geleceğidir. Bir avuç kısa dönemli düşünen çıkar grubunun iradesine bırakılamayacak kadar değerli bir gelecektir bu.



20 Aralık 2015 Pazar

Haliç Bölgesi ve UNESCO Koruması

Description: IMG_0131 


Mavi vatan

Amiral Cem Gürdeniz
Haliç Bölgesi ve UNESCO Koruması
Haliç kıyılarında 11 Aralık 1454’den bu yana Türk çekiçleri gemi yapıyor. 561 yıl. Denizcileşme gayreti içinde olan bir devlet için ne büyük bir mirastır bu.
Türk Denizciliği Haliç’te Büyüdü. Haliç’in kuzey kıyılarında gemi yapımı, Fatih Sultan Mehmet ile başladı. Tersane bugünkü sınırlarına Yavuz Sultan Selim döneminde genişledi. Bu dönemde Haliç tersanesi, Camialtı, Taşkızak ve Hasköy kıyılarını kapsayacak şekilde Kâğıthane’ye kadar uzatıldı. Kanuni Sultan Süleyman döneminde de bu kıyı şeridinde bulunan Tersane-i Amire’ye (İmparatorluk Tersanesi) yeni yetenekler kazandırıldı. 1557 yılında Haliç’te Galata ile Kâğıthane arasında 123 iskele vardı. Kışları burada 250 kadırga karaya çekilerek bakımları yapılırdı. Sultan III. Selim döneminde de tersane ’de ilk taş (kuru) havuz 1799 yılında inşa edildi. Sultan II. Mahmut zamanında da ikinci taş havuz 1825 yılında, ilk ahşap sitimli gemi de 1837 yılında tamamlandı. Böylece Osmanlının sanayi devrimini kıyısından köşesinden yakaladığı coğrafi alanın Kasımpaşa bölgesi olduğunu da söyleyebiliriz.
Denizcilik Kültürünün Merkezi: Haliç. Tersanede ilk kalyon, 1648 yılında inşa edildi. Özellikle 1770 çeşme baskını sonrası kan kaybeden bahriyenin toparlanmasına büyük katkı sağlayan Kaptan-ı Derya, Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın, kış mevsiminde dağıtılan donanma kalyoncu personelinin sürekli kalabileceği büyük kalyoncu kışlasını yaptırması ile Osmanlı donanması ilk kez yaz ve kış harekât yeteneğine kavuştu. 1773 yılından itibaren bugünkü Deniz Harp Okulu ve Teknik Üniversitenin temelini teşkil eden Mühendishane-i Bahri Hümayun’un da Kasımpaşa’da kurulması ile burası tamamen bir denizcilik merkezine dönüştü. 17’nci yüzyılda, sonradan kasra dönüştürülen Aynalıkavak Sarayı; günümüzde beşincisi ayakta kalabilen Divanhane binası (Kaptan-ı Derya karargahı) ve Cezayirli Gazi Hasan Paşa’nın konak alanına yaptırılan tarihi Deniz Hastanesi binası ile tersane havuzları günümüzde geçmişin temsilcileridir.
Haliç ve UNESCO Mirası. Gerek sahip olduğu tarihi binalar ve tersane havuzları,  gerekse Osmanlı ve Türk sanayi tarihi için taşıdığı değer ile Hasköy-Azapkapı arasındaki Haliç, Camialtı, Taşkızak Tersane bölgelerini kapsayan alanın endüstriyel arkeoloji mirası olduğu bir gerçektir. Bölgede 500 yıllık yaşanmış ve yaşanmakta olan denizcilik mirası bu değeri daha da artırmaktadır. Günümüzde dünya çapında UNESCO’nun Endüstriyel Arkeoloji mirası statüsünde olan 28 alan mevcuttur. Bu alanlar arasında Haliç Tersaneler bölgesine en yakın olanlar, Venedik Tersanesi ile Liverpool Deniz Ticaret Şehri sayılabilir. Venedik Tersanesi 15 ve 16’ncı yüzyıllardaki Akdeniz’in sayılı denizcilik güçleri arasında yer alıyordu. Bugün tersaneyi gezenler, taş havuzu ve etrafında denizcilik müzesi, kütüphane olarak kullanılan korunmuş eski binaları hayranlıklarla izler. İngiltere’nin büyük liman şehiri Liverpool, talihsiz Titanic transatlantiğinin kayıtlı olduğu limandı. Sanayi devriminin deniz boyutunu en yoğun yaşayan bir merkezdi. Tersane, fabrikalar, rıhtım, denizcilik işletme binaları, atölyeler, gemici restoranları, otelleri, balıkçılar ve benzeri bina ve tesisler ile deniz kültürünün tepe yaptığı bir yer idi. Bugün ‘’maritime mercantile city’’ (denizcilik ticaret şehri) olarak UNESCO koruması altında. Tarihsel dokuya ters düşecek tek bir çivi dahi çakılamıyor. Her ne kadar UNESCO listesinde olmasa da ABD’nin Boston şehrindeki Donanma Tersanesi de ABD kanunlarına göre aynı statüde korunuyor. ABD tarihinin bir nevi Haliç Tersanesi sayılıyor. Zira 1801 yılında kurulmuş. 120 bin m2 alana sahip. 1974 yılında ulusal parklar idaresine devredildi. Bölge tamamen müze gemileri ve karadaki müzelerden oluşan deniz kültürü kompleksine dönüştürülmüş durumda.
Rant, tarihi yok etmemeli. Nüfusu 12 milyonu aşan ve sadece 33 müzeye sahip İstanbul’da Haliç tersaneler bölgesi 2014 yılından itibaren resmen ranta açıldı. Rezidanslar, beş yıldızlı oteller, ofis binaları ve marinalar ile donatılması planlanan tersaneler bölgesi ne bölge halkının ne de İstanbul halkının çoğulcu demokrasilerin olmazsa olmaz şartı katılımcılık prensibi içinde, görüş ve önerilerine, bir anket, bir kamuoyu yoklaması ve plebisitle başvurulmadan ranta açıldı. Bölgenin 500 yıllık tersanecilik ve denizcilik geçmişi yok sayılabildi.
Hataları Tekrar Etmeyelim. Geçmişte denizcilik kültürümüzü ve mirasımızı yansıtan hiç bir değeri koruyamadık. Nusret mayın gemisini üç kuruşa armatöre sattık. Kahraman Hamidiye kruvazörünü hurdacılara teslim ettik. Atatürk’ün yatı dünyanın en zarif teknelerinden Ertuğrul’u hurdacı İlhami Söker’e acımasızca parçalattık. Savarona’yı yıllarca devlet olarak koruyamadık ve armatöre kiraladık. Güzelim sitimli Şirketi Hayriye vapurlarından hiç birini müze yapamadık. Bugün Rahmi Koç Müzesi olmasa yeni nesiller İstanbul Şehir Hattı vapurlarını, eski liman römorkörlerini, sitimli makineleri, eski maçunaları tanıyamayacaktı. İstanbul’da donanmaya yönelik bir deniz müzesi varken, denizciliğimize yönelik devletin tek bir müzesi yok. Haliçport ismi ile anılan projeye bakınca, bölgede Taşkızak Tersane yakınında 2500 kişilik 1706 yapımı Çorlulu Ali Paşa cami varken, 1000 kişilik yeni bir cami projesi düşünülmüş. Ama 500 yıllık Osmanlı deniz mirasının kalbine denizcilik müzesi ya da tersane müzesi düşünülmemiş.
Haliç, Deniz Kültürü Merkezi Yapılmalıdır. Haliç Tersaneler alanı derhal UNESCO koruması altına alınmalı ve geçmişte yaşanan deniz kültür mirası kayıplarının yaşanması tekrar ettirilmemelidir. Tarihi taş havuzların  bazılarına tarihimize mal olmuş ünlü gemilerin (Mahmudiye, Bandırma) replikaları yerleştirilmeli. Bazıları amfiteatr olarak kullanılmalıdır. Halen bir kısmı faal olan Azapkapı yakınındaki Haliç Tersanesi sembolik birim olarak açık tutulmalı ve 30-40 kişilik bir kadro ile geleneksel Türk ahşap tekne imalatı dinamik müze statüsünde devam ettirilmelidir. Böylece 561 yıldır duyulan, dokların çekiç sesi sonsuza kadar devam ettirilmelidir. Alanda eski ve tarihi değeri olmayan eski binalar yıkılarak, yerine Osmanlı dönemi 19ncu yüzyıl tersane binaları dış cephesi örnek alınarak yeni binalar yapılmalı ve içlerine denizcilik, etnografya, teknoloji, sanat, kültür ve tarih müzeleri ve akvaryum yapılmalıdır. Bir hatırlatma yapayım. 1,4 milyon nüfusu olan Japonya’nın İmparatorluk başkenti Kyoto’da 203 müze vardır. Osmanlı İmparatorluk başkenti 12 milyonluk İstanbul’da 33.
Tüm duyarlı vatandaşlarımızı kendilerini  Haliç Tersaneler Bölgesini korumaya adamış Haliç Dayanışması ile Denizcilik ve Tersane Mensupları Derneği (DenizDer)’e destek olmaya davet ediyorum.


13 Aralık 2015 Pazar

Suriye’nin Kıbrıs’a Düşen Gölgesi

Description: IMG_0131 


Mavi Vatan

Amiral Cem Gürdeniz
Suriye’nin Kıbrıs’a Düşen Gölgesi
Türkiye çok zor günler geçiriyor. İkinci Dünya Savaşında batı sınırlarımıza dayanmış Almanya’nın Trakya’yı işgal tehdidinin yaşandığı günlerdeki gibi sıkıntılı bir dönem yaşanıyor.
Zor Olan Savaşmadan Kazanmaktır. O yıllarda nefesler tutulmuş, bir yanda Almanların, bir yanda ABD, İngiltere ve Sovyetlerin baskısı altında II. Dünya Savaşına girmeye zorlanan bir Türkiye, Trakya’ya zar zor besleyebildiği 1 milyon asker yığmıştı. Tek dilek savaşa girmemekti. Çok acı günlerdi. Şevket Süreyya Aydemir ‘’İkinci Adam’’ isimli eserinde orduyu besleyemediği için duyduğu sorumluluktan intihar etmeyi düşünen Maliye Bakanını anlatır. Ekmeğin karneye bağlandığı, orduyu beslemek için -bugün bile yarattığı sosyo psikolojik etkilerin tartışıldığı- varlık vergisinin uygulamaya koyulduğu günlerdi. Sonuçta Türkiye savaş girmedi. Kimse babasız kalmadı.
Geçmiş Nesillerin Çektiği Acılar. Komşumuz Sovyetler Birliği bu savaşta 9 milyonu asker 26 milyon insan kaybetti. Bugün Rusların jeopolitik reflekslerinde kaybettikleri 26 milyonun etkisi vardır. Tunç yasadır. Geçmişte acı çeken uluslar bu acının derslerini unuttukları anda yeni acılar çekerler. Atalarımız, 19’uncu yüzyıl ortalarından itibaren acı çekmeye başladı ve 30 Ekim 1918 günü anavatanlarını kaybetme aşamasına geldi. Mustafa Kemal ve Kurtuluş Savaşı olmasaydı bugün bir yarımada devletimiz yoktu. Karadeniz’de Türk Rus ittifakı kurulamasaydı Kurtuluş Savaşı yoktu.  Çekilen zorluk ve kayıplardan ders alarak Cumhuriyeti kuran nesiller, 15 yıla 500 yılı sığdırabildi. Tüm komşularla iyi ilişkiler ve hatta Balkan Antantı ve Sadabat Paktı gibi bölgesel işbirliği girişimleri bu zamanda kurulabildi. Gelen kuşaklar da bu mirası korumayı ve hatta geliştirmeyi hedefledi. Mirası çarçur etmedi. Montreux Sözleşmesi ile Karadeniz ve Boğazlar güvence altına alındı. Ege ve Doğu Akdeniz, donanmanın gelişmesiyle birlikte ana vatanın ayrılmaz parçaları olarak  sahiplenildi. 1974 yılında haklı gerekçelerle müdahale ettiğimiz Kıbrıs ta de facto durum yaratıldı ve son 200 yılda ilk kez dış Türkler korunabildi.
Soğuk Savaşta Başarılı Türk Diplomasisi. Soğuk Savaşta, karşıt bloklarda olmamıza rağmen, Osmanlı ve Çarlık dönemlerinde 11 kez savaştığımız Rusya (Sovyetler) ile tek kurşun atılmadan yakın ama çok uzak komşular olarak yaşadık. 1945-1990 arasında neredeyse yarım asırlık dönemde Türk Donanması iki kez, onlar da bir kez savaş gemileri ile karşılıklı liman ziyaretinde bulundu. Ama ona rağmen Karadeniz’de günümüzün en zor konusu olan deniz yetki alanları sınırlandırma antlaşmasını pürüzsüz imzalayabildik. (Müttefikimiz Yunanistan’la hala bu konular savaş nedeni.)
Miras Yedi Olmayalım. İşte son bir ay içinde, bu mirası süratle ortadan kaldıracak bir sürece girildi. Suriye ve Irak’ta yaşananların Türkiye’yi jeopolitik bir açmaza sokacağı devlet aygıtı tarafından görülemedi. Bırakalım görmeyi, Rus uçağı krizi ile Türkiye jeopolitik bir uçuruma itildi. Bir Rus savaş gemisi komutanının olası bir terör saldırısına karşı boğaz geçişi esnasında aldığı taktik bir tedbir, Türkiye’nin Lozan’dan sonra egemen varlığının en önemli enstrümanı olan Montreux Sözleşmesinin kendi bürokratlarımız tarafından sorgulandığı bir süreci başlattı. Toplu intihar gibi bir şey bu.
Kıbrıs ve Kaybedenler Kulübü. Bugünlerde bu acıklı tabloya Kıbrıs da ekleniyor. Suriye nedeniyle son 4 yılda  yaşananların bir benzeri diplomasi ve siyaset masasında Kıbrıs’ta ortak devlet çözümü aldatmacası ile yaşanıyor. Böylece ülkemiz dört bir yanda sürekli kaybedenler kulübündeki yerini alıyor. Suriye’de yanlış tarafta olan ve stratejik kayıplar yaşayan Türkiye’nin kaderi, Kıbrıs’ta da yeni yenilgilere hazırlanıyor. Kötü haberler üst üste geliyor. Geçen hafta içinde Rus Dışişleri, IŞİD'le mücadele kapsamında Güney Kıbrıs'ta askeri tesislerin kurulması konusunda muhataplarıyla görüştüklerini açıkladı. Rus tarafı yapılan açıklamada "Bu tesisleri inşa etmek için bir yol bulacağız" dedi. Öte yandan Rum Yönetimi Başkanı Nikos Anastasiadis geçen haftaki Ulusal Konsey bilgilendirmesinde garantiler konusunda Kıbrıslı Türklerin de kendileri gibi 1960 yılı şartlarının kalmasını istemediği ve  garantilerin askeri içerikli olmaması konusuna anlayış gösterdiklerini iddia etti. Rum tarafı belli ki Türk tarafında sıkı müttefiklere sahip. Ne diyelim. Rahmetli Denktaş’ın Annan görüşmeleri sırasında ‘’Türkler birleşmeden sonra OSMOS yolu ile köleleştirilecektir’’ sözleri kulaklarımızda çınlıyor.
Kıbrıs, Anadolu demektir. Kıbrıs’ın jeopolitik gerçekliği ve önemi, Anadolu’nun hayati çıkarları kadar önemli ve ciddidir. Bu çıkarlarımız, AB hülyalarına terk edilemez. KKTC’nin varlığını sürdürmesinden başka bir seçenek, Anadolu’nun ve çevrelendiği mavi vatanın  çıkarlarını koruyamaz. Bir devletin varlığı; onun amacına ve uluslararası hukuka göre sahip olduğu hak ve çıkarlarının korunmasına dayanır.  KKTC, başta BM Antlaşması ve belgeleri olmak üzere, tamamen antlaşmalar ve yasalardan kaynaklanan haklara uygun olarak kurulmuştur ve bunda, hiçbir şüphe ve eksiklik söz konusu değildir. Kıbrıs’ta en büyük güvencemiz, artık azınlıkta kalan vatansever Kıbrıslı Türkler kadar mevcut kolordumuzdur.  Kolordu bir  kez çekilirse, Türk askeri yüzlerce yıl adaya bir daha ayak basamaz. Örnek mi arıyorsunuz? Geçen hafta Musul’da yaşananlara bakın.










5 Aralık 2015 Cumartesi

Romanya’daki Balistik Füze Savunma Sistemi ve Karadeniz Jeopolitiği





Romanya’daki Balistik Füze Savunma Sistemi ve Karadeniz Jeopolitiği
                  Rusya ile yakın, orta ve uzun vadede jeopolitik kırılmalara yol açmayacağını dilediğimiz ve bir yol kazası sayılması gereken uçak düşürme olayının sisleri arasında, kamuoyunun gözünden kaçan  çok önemli bir gelişme bu ay sonu yaşanacak. Romanya’nın güney batısında Devesul’da bulunan ve ABD toprakları dışındaki ilk balistik füze savunma (BMD) üssü göreve başlayacak. Bu üssün ilk olma özelliğinin nedeni sahip olduğu balistik füzelere karşı kullanılan uzun menzilli füze sistemleridir.

Karadeniz jeopolitiğinde bir kırılma. Karadeniz jeopolitiğinde Bulgaristan ve Romanya’nın NATO üyeliğinden sonra en önemli gelişme sayılabilecek bu aktivasyonun bölge ülkeleri ve özellikle Türkiye için ciddi stratejik sonuçları var. Bu konuyu incelemeden önce konunun geçmişine göz atalım.

Yıldız Savaşlarından Balistik Füze Savunmasına. ABD Başkanı Ronald Reagan, 1983 yılında ‘’Yıldız Savaşları’’ adı altında kıtalararası balistik füzelere karşı savunma sağlayacak çok büyük bir projeyi başlattıklarını açıkladı. Projenin resmi ismi SDI-Strategic Defense Initiative–Stratejik Savunma Girişimi idi. Bu yetenek ile ABD stratejik nükleer arenada bir elinde sadece füzeleri temsil eden mızrağı tutmuyor, diğer elinde SDI projesi ile geliştirilen bir kalkan tutuyordu. Bu proje sayesinde nükleer ilk darbeyi atlatabilen ABD, karşı tarafa ikinci darbeyi rahatlıkla vurabilecekti. Zira karşı tarafın kalkanı yoktu. Sovyetler milyarlarca dolara mal olacak bu projeyi karşılayacak durumda değillerdi. Böylece Sovyetlerin çökme süreci hızlanmış oldu.

Sovyetlerin dağılmasından sonra SDI projesi yavaşlatıldı. Başkan Clinton döneminde ise sadece ABD ana kıtasına  savunma sağlayacak yetenek çapından, harekat alanı füze savunması (theater missile defense) hedeflendi. İsmi de balistik füze savunması (BMD) şeklinde değiştirildi. Sistem, gemilere ve karadaki füze sistemlerine dayanarak, ABD çıkarlarının olduğu (Avrupa, Japonya, Kore vb.) gibi bölgelerde müttefik ülkelerle anlaşmalar yolu ile tespit edilecek yerlerde radar ve silah sistemlerinin  konuşlandırılmasına odaklandı. Bu kapsamda silah platformu olarak  ABD Donanmasının Aegis sınıfı hava savunma kruvazörleri ile Arleigh Burke sınıfı muhriplerindeki SM-2 ve SM-3 serisi SAM (hava savunma) füzeleri kullanılıyor. Bu füzeler ile artık hedeflenenler sadece atmosfer içindeki uçak, güdümlü mermi, cruise füzesi ve balistik füzeler değil. Bu füzeler ile kıtalararası balistik füzeleri, (ICBM ve SLBM) atmosfer dışında, tekrar atmosfere girmeden önce imha edilebiliyor. Bu işlem tehdit füzelerin yedek iticilerini kullandıktan sonraki safhasında  (post-boost safhası) gerçekleşiyor. Bu sınıf gemiler, güçlü AN/SPY -1 radarları ile elde ettikleri hedef temas bilgilerini, karada konuşlu füze sistemlerine de aktarabiliyor ve imha işlemini karadaki SM-3 sistemleri ile gerçekleştirebiliyor. ABD, bu gemilerin sürekli varlık gösteremediği Karadeniz gibi alanlarda silah sistemlerini müttefik ülkelerin topraklarında konuşlandırıyor. Kimisinde sensörleri yani radarları, kimisinde de silahları.

Romanya’daki üs tarihte bir ilk.  İşte bu füze üslerinden birisi bu ay sonunda Romanya’da Devesul’da faaliyete başlıyor. Diğeri de 2018 yılında Polonya’da devreye girecek. Ülkemizde Malatya Kürecik’te bulunan AN/ TPY- 2, X Bant arama ve takip radarı da  bu sistemle bağlantılı. 21 Mayıs 2014 tarihinde Devesul üssünde kullanılacak SM-3 Blok 1-B, tipi hava savunma füzesi ilk kez Hawai Adasında bulunan Pasifik Test alanında denenmişti. Bu füzelerin ya başlangıçta ya da terminal safha denilen son yaklaşmada imha seçeneğine göre iki tipi bulunuyor. Romanya’dakiler İran ya da Rusya kaynaklı füzeler söz konusu olduğu için, başlangıç safhasında ateşlenen gruba giriyor.
İkinci Kırım Harbi. Devesul üssünün faaliyete geçmesi, Rusya için Kırım Harbinden (1856) farksızdır. Zira Karadeniz’de ilk kez, gelecekte kullanılabilecek Rus balistik füzelerine karşı ciddi bir kalkan sistemi geliştirilmiş oluyor. Bu sistemin topraklarına konuşlandırılmasına izin veren Romanya, daha savaşın başlangıcından itibaren karşı nükleer jargonla askeri hedef (counter force) hedef olmayı da göze almış oluyor. Dolayısı ile nükleer tırmanmanın da yaşanabileceği bir krizde, Rus balistik füzelerine karşı büyük bir engel taşıyacağı aşikar olan bu sistemlerin önce konvansiyonel, daha sonra taktik nükleer silahlara imha edilmesinin Rus  askeri planlamasına şimdiden alındığını söylemek büyük bir kehanet olmaz.

Karadeniz’deki istikrar Türkiye için hayatidir. Karadeniz’de soğuk savaş sonrası dönemde yaşanan  istikrar ve işbirliği sürecinde nereden nereye gelindiğini, BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekatına (KUH) hayat verenler arasında olmam nedeni ile en iyi yaşayanlardan birisiyim. Karadeniz’de sahildarlar arasındaki  deniz işbirliği ortamı oya gibi işlenmiştir. Şimdi bu durumun dış kışkırtmalar nedeniyle bozulması Anadolu jeopolitiği için de son derece ciddi sorun yaratmaktadır. Montreux Boğazlar Sözleşmesi ile bugüne kadar bir denge ve istikrar adası olan Karadeniz, eğer aklı selimle hareket edilmezse maalesef bir rekabet ve silahlanma alanına dönüşecektir. Son kertede Türkiye’nin Rus uçağını düşürmesi bu süreci yaralamıştır. Karşılıklı güven ve dayanışmayı zedelemiştir. Zira Ruslar ve Türkler, Karadeniz deniz güvenliğinde geliştirdikleri işbirliği ve dostluk ile  gerek BLACSKEAFOR ve gerekse Blacksea Harmony harekâtlarında örneklendiği üzere tüm dünyaya örnek olmuşlardır. Soğuk savaşın farklı ve düşman bloklarındaki iki komşu devletin, bölgesel barış ve istikrara katma değer sunmaları dünya tarihinde az yaşanmıştır. 40 yıl sonra bu kadar hızla başarılan bu sonuç, aslında iki tarafın işbirliğine ne kadar açık olduğunu da göstermiştir. Dolayısı ile 24 Kasımda Rus uçaklarını düşüren füzeler BLACKSEAFOR ve Blacksea Harmony  gibi Karadeniz’in bir istikrar denizi olmasını ve Montreux Sözleşmesi ruhunun korunmasını sağlayan tüm dostane girişimleri de bombalamıştır. Unutmayalım Kurtuluş savaşı Rusya desteği ve Karadeniz’in açık tutulması sayesinde kazanılmıştır. Rusya ve Karadeniz kaybedilirse Anadolu’nun jeopolitik cankurtaran simidi kaybedilir. Devleti yöneten akla, tarih ve jeopolitik okumalarını tavsiye ediyoruz. Ruslara da jeopolitik itidal. Zira 21nci yüzyıl jeopolitik ve ekonomisinin gerçekleri  eninde sonunda iki ülkeyi birbirine yaklaştıracaktır. Bundan kaçış yoktur. Ruslar, Stalin’in 1945 ve 46 notaları ile Mustafa Kemal ve Lenin dostluğunu dinamitlediğini dileriz hatırlarlar. Bu notalar olmasaydı Türkiye bugün NATO’da olmazdı.