27 Mart 2016 Pazar

Suriyeli Göçmenin Ege Sorunlarına Etkisi






 Suriyeli Göçmenin Ege Sorunlarına Etkisi
Ege Denizi son iki yüzyılda  pek çok göç gördü. Avrupalı devletler ve Çarlık Rusya’sının desteği ile Yunanistan 1830 yılında  Osmanlı İmparatorluğundan bağımsızlığını kazanınca Mora bölgesindeki Türkler kuzeye ve doğuya kaçtılar. Aksi takdirde yaşama hakları yoktu. 1909’da Girit’in, 1911 İtalyan Harbinde 12 Adaların, Balkan Harbinde Ege Adalarının kaybı Anadolu’ya hayatını kurtarmak ve yeni hayat kurmak isteyen onbinlerce Türkün deniz üzerinden geçişlerini gerekli kıldı. Zira deniz yolundan başka kurtuluş seçeneği yoktu. Ege’de bu geçiler sırasında atalarımız büyük trajediler yaşadı. Boğulanlar, salgın hastalıklarda ölenler  her ailenin belleğinde derin yaralar açtı.
Daha sonraki yıllarda farklı göçler yaşandı. Küçük Asya macerası ile emperyalizmin kucağına oturan Yunanistan, 26 Ağustos 1922 de Mustafa Kemalin şamarını yiyince deniz yolu ile İzmir’den kaçmak zorunda kaldı. Bu kaçışa Yunan istila ordusuna yardım ve yataklık eden Anadolu Rumları da katıldı. Diğer bir göç dalgası Lozan sonrası yürürlüğe koyulan mübadeleler sırasında çift taraflı yaşandı. İkinci Dünya Savaşında gerek İtalyan ve Alman istilaları gerekse savaş sonrası iç savaşta Ege Denizi yine trajik göçlere şahit oldu.
Ege’de Göçleri Başlatan Emperyalizmdir. Soğuk Savaş boyunca Ege’de deniz göçleri yaşanmadı. 21’nci yüzyıl başında  önce Afganistan ve daha sonra Irak, Libya ve Suriye müdahaleleri ile ABD önderliğindeki Avrupa Atlantik emperyalizmi Ege göçlerini yeniden hareketlendirdi. Şimdi büyük pişkinlikle, bu göçlerin sorumluları kendileri değilmiş gibi Türkiye gibi transit konumdaki bir ülkeye dayatmalarda bulunabiliyorlar.
NATO ve AB Çıkarlarımızı Yok Sayıyor. En kötüsü Libya’da normal işleyen bir ülkenin darmadağın edilmesinin bir numaralı sorumlusu olan NATO, kalkıp Ege Denizinde Türkiye’den Avrupa’ya geçmeye çalışan Suriyelileri durdurmak için Dışişlerimizin ve Genelkurmayımızın  onayı ile görev alabiliyor. Yunanistan’la neredeyse jeopolitik kan davasına dönüşen Ege sorunlarına NATO’nun doğrudan taraf olmasının yolunu açacak bu girişime nasıl onay verildiğini anlamakta sadece zorluk çekmiyorum, üzüntü duyuyorum. Madem Ege Denizinde NATO’yu ön bahçemizin içine soktuk, o zaman AB ile geri kabul antlaşmasını neden imzaladık. Bir ülke sürekli kaybeden tarafta nasıl olabilir? Kaldı ki AB ile varılan antlaşmaya Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) şimdiden muhalefet ediyor. Zira antlaşma, Türkiye kıyıları üzerinden Yunan adalarına ulaşan Suriyeli göçmenlerin Türkiye’ye iadesini, bunun karşılığında da Türkiye’nin geri aldığı  her bir Suriyeli göçmen için AB ülkelerinin de Türkiye’de mülteci konumundaki kayıtlı Suriyelilerden bir kişiye kapılarını açmasını gerektiriyor. Böylece dünya tarihinde pazarlıkla göçmen kabulünün ilk örneği yaşanıyor. İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Mülteci Hakları Direktörü Bill Frelick, “Mülteciler bir pazarlık unsuru olarak kullanılmamalı. AB’nin mülteci sığınma sistemi, hatta Avrupa değerleri risk altında" diyor. Kısacası insanlık tarihi kadar eski iltica hakkı Avrupa baskısı altında yeniden şekilleniyor.
 AB ile Geri Kabul Antlaşması Zorlamadır. Türkiye, 1951 tarihli Mültecilerin Hukuki Durumuna Dair Cenevre Sözleşmesi’ne coğrafi sınırlama şartı ile taraftır. Bu kapsamda Türkiye sadece Avrupa Konseyi ülkelerinden gelenlere mülteci statüsü verebilir. Avrupa Konseyi üyesi olmayan ülkelerden gelen kişilere “geçici koruma/sığınma” statüsü verilebildiğinden emperyalizmin sürüklediği Arap ve Afrika asıllı mülteciler bu statüdedir. Yani bireysel iltica başvurusu yapamazlar. En zoru ise zaten kendi topraklarımızdaki mültecilerin tam kaydını bile tutamazken Yunanistan ve diğer AB ülkelerinden gelenleri nasıl kontrol edeceğiz?
Geri Kabul ve Ege’de Deniz Sınırları. Tam bu karmaşanın ortasında Yunanistan Savunma Bakanı Panos Kammenos’a kulak verelim.  Bakan, geçen hafta ABD’de  AIPAC (Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi)  yıllık konferansına katıldı ve konuşma yaptı. Daha sonra bir gazetecinin Avrupa Birliği ve Türkiye’nin göç sorununa yönelik kararına ilişkin görüşlerini sorması üzerine şu açıklamayı yaptı:
 ‘’NATO’nun hazırladığı ve imzalanmış olmasına karşın uygulanmayan anlaşmanın artık Türkiye tarafından kabul edilmiş olmasından büyük bir mutluluk duymaktayım. Sözleşmenin Avrupa Birliği çerçevesinde yeniden onaylanması Yunanistan açısından son derece önemli bir gelişmedir... AB ülkelerinin 2008 yılında, Avrupa sınırlarını net olarak Yunanistan sınırlarında belirleyen göç sözleşmesini imzaladığını hatırlatmak isterim.’’
Rogers Planı kadar zarar verir. Ege’de Türkiye ve Yunanistan arasında akdedilmiş deniz sınırlarını belirleyen bir anlaşma yoktur. Yunanistan’ın tek taraflı İlan ettiği sınırlar vardır. Bakan AB’nin bu sınırları kabul ettiğini söylüyor ve NATO’ya da mesaj veriyor. Türkiye de AB ile yaptığı antlaşmalarla ve NATO’yu Ege’ye sokmakla bu sınırları zımnen kabul etmiş duruma düşüyor. 12 Eylül döneminde Ege’de hayati çıkarlarımızı kaybettiğimiz ‘’Rogers Planının’’ kabulünden sonra  Türkiye Ege’de tekraren ciddi çıkar kayıplarına uğruyor.






20 Mart 2016 Pazar

Metere Quod Seminas





 Metere Quod Seminas*
19 Ekim 2014 günü bu köşede yine Latince başlıklı bir yazı kaleme almıştım. ‘’Securitas Populi est Suprema Lex’’, (‘’Halkın güvenliği temel kanundur’’) Balyoz kumpası sonucu kaldığımız Silivri Cezaevinden çıkalı tam 4 ay olmuştu. Henüz sistematik canlı bomba vahşeti başlamamıştı.  Sonuçları ile ulusal çıkarlarımızı alt üst edecek Rus savaş uçağının düşürülme  olayı yaşanmamış, Suriye’de Rusya ile karşı karşıya gelmemiştik. NATO gemileri yasadışı göçü önleme bahanesi ile Ege denizinde ve karasularımızda cirit atmıyordu. Kıbrıs müzakerelerinde Türk tarafı henüz Rum tarafı ağzı ile konuşmaya başlamamıştı. Karadeniz’de her şeye rağmen istikrar devem ediyor, en azından BLACSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekatı faaliyetlerine devam ediyordu. Emperyalizmin istihbarat örgütleri  henüz Türkiye’de kitlesel terör saldırıları orkestrasyonuna başlamamıştı. Türk Silahlı Kuvvetlerinin 24 Temmuz 2015’de başlatacağı PKK terörü ile topyekûn savaşa henüz 9 ay vardı.
Zor Zamanlar. Türkiye kumpas davaların başladığı 2008 yılından sonra adım adım bu noktaya getirildi. Maalesef iktidar partisi kurulan jeopolitik tuzağın çok geç fakına varabildi. Şu an Ortadoğu 1948, 1967 ve 73 Arap-İsrail Savaşlarının yaşandığı dönem kadar karmaşık ve kanlı bir dönemden geçiyor. Türkiye her üç savaşta Ortadoğu bataklığından uzak kalabilmiş emperyalizmin tuzağına düşmemişti. Bu politika kurucu ideolojinin bir sonucu idi. Yurtta sulh Cihanda Sulh ve komşuların iç işlerine müdahale etmeme prensipleri Türkiye’yi hem İkinci Dünya Savaşından hem de Soğuk Savaşın sıcak bölgesel çatışmalarından koruyabilmişti. Türkiye Kıbrıs, Ege ve Akdeniz gibi anavatanın doğrudan jeopolitik ve stratejik çıkarları olan alanlarda zaman zaman silahlı güç kullanma tehdidi le krizlere müdahil olmuştu. Bunların hiç biri macera amaçlı değildi. Geçmiş hükümetler ABD’nin bizi çekmek istediği Musul Kerkük hevesleri üzerinden Ortadoğu’ya müdahil olma tuzaklarına asal düşmemişlerdi. Hele hele kurucu ideolojisi laik olan bir devlet olarak, Sünni-Şii çatışması gibi  ortaçağ artığı bir savaş paradigması içine asla girmemişti.
Geçmişte Macera Aranmadı. Özetle macera aranmamış, askeri güç ancak ve ancak hayati çıkarların korunması için saklı tutulmuştu. Örneğin Kıbrıs’ta  1974 yazında yüksek jeopolitik çıkarları nedeniyle uluslararası hukuktan  kaynaklanan haklarını kullanmış, adaya müdahale etmiş  ve onun bedelini yıllar süren ambargo ve ermeni terörü ile ödemişti. Geçmiş devlet adamları Hava Kuvvetlerinin neredeyse tamamının Amerikan lojistiğine; genelde silahlı kuvvetlerin akıllı mühimmat ve yedek parçada Atlantik bloğa tam bağımlı olduğunu biliyordu. Günümüzün savaşları sadece piyade tüfeği ve süngü ile kazanılmıyor.
Bu ihtiyat politikası Özal dönemiyle terk edilmeye başlandı. 

Kumpas Davalar Bu Noktaya Getirdi. 1 Mart 2003 ABD tezkeresinin mecliste reddedilmesi bu politikaya dur demişse de, ABD bu reddin intikamını daha sonra aldı. Maalesef 2003 sonrası kurulan hükümetler küresel hegemonlar tarafından kurgulanan stratejilere uyum sağlayan politikalara onay verdiler. Bunun için kumpas davalar gerekiyordu. Balyoz toplu tutuklamalarının yapıldığı 11 Şubat 2011 gecesinden bir hafta sonra Deniz Kuvvetlerimiz Libya’nın parçalanma sürecine rekor seviyede gemiyle katıldı. Suriye’de Sünni bir rejim kurma ile Irak ve Suriye’de bağımsız Kürt devleti yapılanması ve ayrıca Türkiye’de açılım süreci adı altında su ve GAP toprakları zengini güneydoğu Anadolu bölgemizin ulus devletten kopuş sürecinin köşe taşları aynı yıllarda döşendi. Bu hata 25 yıl önce Birinci Körfez Savaşı sonrası Saddam’ın Kürt halkına yönelik katliamlarını bahane eden ABD ve müttefiklerine katılarak Irak’ta 32 ve 36’ncı kuzey paralelleri arası bölgede ‘’Çekiç Güç (Provide Comfort)’’ harekatına izin verme hatası kadar büyüktü. Hepsinden önemlisi Hava Kuvvetlerimizin 4 Kasım 2015 günü Rus uçağını düşürmesiyle ulusal çıkarlarımız alt üst oldu. Bu olaydan kazanan tek taraf Avrupa Atlantik yapıdır. Bu dar alana sığdırmaya çalıştığım sürecin somut sonuçları artık her gün kaldırılan şehit ve terör kurbanlarının cenazelerinde yaşanıyor.
Bir Cezalandırma Metodu olarak kitlesel katliamlar. Ben bir terör uzmanı değilim. Ancak bazı gerçekleri görmek için nesnel gözlem yeterli olabiliyor. 11 Eylül sonrası ABD liderliğindeki hegemonyanın yeni dünya düzeni kurulmasında etkin bir araç olarak kullandığı terör, eğer intihar bombacıları ile bir ülkede toplu kıyımlara başlıyorsa bunun iki nedeni olabiliyor. Birincisi terörle küresel savaş maskesi altında hegemonya ve  desteklediği koalisyonların yanında yer almayı sağlamak için kamuoylarını hazırlamak. İkincisi hegemonyanın çıkarlarına aykırı davranan devletleri sözde müttefik olsalar da cezalandırmak. Her ikisi için de altyapı hazırdır. Fanatik dinciler ya da mikro milliyetçiler canlı bomba adayları olarak mevcutlar. Silah ve cephane ise ABD’nin Afganistan, Irak ve Libya müdahaleleri sonrası neredeyse işportadadır. Türkiye halen ikinci nedenin sonuçlarını yaşıyor. CIA Türkiye uzmanı Henry Barkey’in Türkiye’nin PYD ve PKK karşısındaki haklı silahlı müdahalesi  üzerine 15 Ekim 2015 günü söylediği üzere ‘’ Ya İstiklal Caddesinde bombalar Patlarsa‘’ türevinden tehdit cümleleri başka nasıl izah edilebilir? (Bu makale yazılırken İstiklalde gerçekleştirilen patlamanın haberi TV kanallarına düşmeye başlamıştı.)

Yeni Durum Muhakemesi Gerekiyor. Türkiye derhal yeni bir durum muhakemesi yapmalı, gerekirse ekonomik sonuçlarına katlanmayı, ver kurtulcuların baskısına her cephede dayanmayı  göze alarak derhal kurucu ideolojinin dış ve güvenlik politikasına geri dönmelidir. Türk halkı tarihinde sömürge olmamış ve egemenliğini yitirmemiştir. (Aklını ise asla.) Aksi takdirde hegemonların satranç tahtasında piyonluktan kurtulamayacak, sadece bu nesiller değil gelecek kuşaklar da acı çekmeye devam edecektir.

13 Mart 2016 Pazar

Cumhuriyetin Başlangıç Denizcileşme Süreci: Tarihten Bir Yaprak


Cumhuriyetin Başlangıç Denizcileşme Süreci: Tarihten Bir Yaprak
Mustafa Kemal’in Vizyonu ve Halka Güveni.
‘’Denizcilik sadece ulaştırma işi değil, iktisadi iş olarak anlaşılacak ve tersaneler, gemiler, limanlar ve iskeleler inşa edilecek, deniz sporları kulüpleri kurulacak ve korunup geliştirilecektir. Çünkü: Toprakların üç bir yanı  deniz olan bir ulusun sınırını, halkının kudret ve yeteneğinin hududu çizer. En uygun coğrafi konumda ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri bir denizci ulus yetiştirmek yeteneğindedir. Bu yetenekten yararlanmasını bilmeliyiz. Denizciliği Türk'ün büyük ulusal ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız....."     
Yukarıdaki sözler, Büyük Önder Mustafa Kemal Atatürk’e aittir. 1 Kasım 1937 günü TBMM’nin Beşinci Dönem açılışında yaptığı konuşmada söylenmiştir.
Burada en önemli cümle ‘Toprakların üç bir yanı  deniz olan bir ulusun sınırını, halkının kudret ve yeteneğinin hududu çizer’’ cümlesidir. Zira halkın cevheri olmadan devlet denizcileşse bile topyekun denizcileşmeden bahsedilemez.
Cumhuriyetin bir Bürokratının Sözleri: Bu sözlerden tam tamına sekiz ay sonra 12’ncisi kutlanan 1 Temmuz Kabotaj ve Denizcilik Bayramı münasebetiyle İstanbul Deniz Ticareti Müdürü Müfit Deniz Bey tarafından İstanbul Radyosunda şu sözler söyleniyordu.*
                  ‘’Bugün Lozan Antlaşmasıyla elde edilen kabotaj hakkının fiilen yürürlüğe girişinin 16’ıncı yıl dönümüdür. Hepimiz biliyoruz ki 1918 senesinde Cihan tarihinde 600 sene rol oynamış olan doğunun en büyük imparatorluğu çöktü. Bu çöküş o kadar kuvvetli ve o kadar kat’i idi ki bütün dünya Türklerin tarihten silindiğine kani oldu. Fakat 1918 ile 1922 arasında doğunun bu ülkesinde bir takım hadiseler meydana geldi. Her biri akıllara sığmayan efsaneler, ruhları coşturan destanlar kadar görkemli olan bu hadiseleri bizden sonraki nesiller hayret ve gururla birbirilerine nakledecekler, bir gün zulme uğrayan milletler bunları örnek tutup kurtulacaklardır. İçinde yaşadığımız bu hadiseleri hepimiz biliyoruz...Atatürk’ün Ordusu, 1922 senesi Ağustos günlerinden birinin şafağında, cihan tarihinin yeni bir sahnesini yarattı... Lozan, bir devrim ile yeni baştan tarihe yön veren yeni Türk devletinin ilk devrimidir...Bu rejim, Türk milletine her sahada olduğu gibi Türk denizciliği alanında da gür bir varlık bahşetti...Her Türk denizi düşünür ve denizden bahsederken evvela gözünün önüne donanmayı getirir. Çünkü Türk’ün denizlerdeki mazisi ihtişam ile doludur...Onun için Türk’ün donanması bütün deniz işlerinin ön kademesinde gelir...Bugünkü donanma baştan başa cumhuriyetin bir eseridir.’’
                  Müfit Deniz Bey daha sonra denizcilik gücünün donanma dışında kalan unsurlarına değiniyor.
                  ‘’Cumhuriyet hükümeti deniz harp işlerinde gösterdiği hassasiyeti deniz ticaret işlerinde de göstermiştir... Savaş sonunda güçten düşen millî tonajımız, Cumhuriyet devrine 35 bin tonilato ile girmiştir...Fabrikalarımız, havuzlarımız, doklarımız, tezgahlarımız Cumhuriyet rejiminin feyzlerinden, hisselerini almaya başladılar...Bugün Türk havuz ve doklarında tamir edilemeyecek hiç bir Türk gemisi yoktur. Fabrikalarımız ve havuzlarımız yeni gemiler yapmaya da hazırlandılar... Gölcük Tersaneleri donanmaya bir yağ gemisi, bir mayın gemisi inşa etti. Şirket-i Hayriye kızakları şimdiye kadar en küçüğü bile Avrupa şantiyelerine ısmarlanan gemileri arasına vasat büyüklükte bir yolcu vapuru ilave etti...Dünya denizleri üzerinde şerefli bayrağımızı taşıyacak olan bütün gemilerimizi mutlaka Türk mühendis ve Türk işçisi yapacaktır...Cumhuriyetin deniz işlerine verdiği gelişmeden limanlarımız da hissesini almaktadır. Eskiden yabancı tüccarların ve yabancı armatörlerin hakim olduğu limanlarımızda bütün bu karlı işler artık Türk ellerine geçti...Eskiden İstanbul Limanında vasati sekiz lira ile karaya çıkan bir ton eşya, bugün vasati iki lira ile taşınmaktadır. Cenevizler, Bizanslılar zamanından beri el vurulmayan sahillerimize küçük gemilerin barınması limanlar yapıldı...Son senelere kadar ecnebilerin işlettikleri sahil fenerleri, İstanbul Rıhtımları, İstinye dokları devletçe satın alınarak denizden gelen bütün zenginlikler Türklere mâl edildi.’’
                  Konuşmanın son bölümü denizcilik gücünün en önemli unsuru olan denizcilik kültürünü oluşturuyor. Şöyle devam ediyor:

                  ‘’Bütün bu işlerin dışında Cumhuriyet idaresi deniz sporlarını teşvik ederek Türklerin denize olan sonsuz  yakınlığını artırdı...Bize hür, aziz, kudretli bir vatan veren ve bizi bugünlere kavuşturan büyük şeref Atatürk’ün deniz sevgisinden ve onun başvekili Celal Bayar’ın denize olan aşkından ilham alan Türk gençliği, son senelerde deniz sporuna büyük bir arzu ile sarıldı. Memleketin bir çok kıyılarında deniz kulüpleri açıldı. Sahillerimiz yavaş yavaş yollarla şarpilerle, kotralarla bezenmeğe başladı. İstanbul’un deniz yarışları Türk sporuna yeni bir ufuk açtı. İstanbul’a misafir gelen batının en kuvvetli kralıyla doğunun  en asil şahını Türk halkı denizde fener alaylarıyla, yarışlarla ağırladı. Denizde karşıladı, denizde uğurladı. Türk denizciliği Atatürk’ün açtığı yolda her gün biraz daha planlı biraz daha disiplinli biraz daha heyecanla ilerliyor ve size şimdiden müjdeleyebilirim ki pek yakın bir gelecekte dünya denizleri Türk Milletinin servet ve refah kaynaklarından biri olacaktır.’’

                  Cumhuriyet Denizciliği Enkaz Üzerine Kurdu. Yokluklar içinde kurulan Cumhuriyet belki dünyanın 17nci ekonomisi değildi ama vizyoner ve erdem sahibi liderler liginde şüphesiz dünyanın en iyilerine sahiptiler. Bugün ihtiyacımız olan erdem sahibi, nitelikli vizyonerlerdir.


·       Müfit Deniz’in konuşması bir broşür halinde Sahaf Emin Nedret İşli tarafından bulunmuş ve tercüme edilmiştir. Kendisine teşekkür ederiz. (CG)



Description: Macintosh HD:Users:cemgurdeniz:Desktop:1 Temmuz Denizcilik.jpeg

6 Mart 2016 Pazar

Türk Gemi İnşasının Babası: Ord. Prof. Ata Nutku

Türk Gemi İnşasının Babası: Ord. Prof. Ata Nutku
                   
Geçen haftalarda ‘’Kuvayı Milliye’ nin Uçak Gemisi’’ başlıklı bir yazımda Kurtuluş Savaşında bir avuç kahraman denizcimizin Rusya üzerinden 300 bin ton savaş cephanesini Karadeniz limanlarına nasıl taşıdıklarını ve Kurtuluş Savaşını mümkün kıldıklarını  yazmıştım. Bu yazımda mutlak yokluklar içinde Cumhuriyetin ilk gemisini inşa eden mühendisi, bahriye mektebinin gurur abidesi bir denizciden bahsedeceğim. Ata Nutku.
Babası, Deniz Yarbay Süleyman Nutku. Onu anlatmaya geçmeden önce babasından bahsedelim. Zira ancak öyle bir babanın oğlu Türklere gemi yapabilme yolunu açabilirdi.  II Abdülhamit döneminin en karanlık döneminde görev yapan Yarbay Süleyman Nutku, 1875 yılında Üsteğmen rütbesiyle Donanmaya çıktı. Değişik savaş gemilerinde görev alarak Karadeniz ve Akdeniz’de bulundu. 1890  yılında ‘’Deniz Kuvvetleri Dergisini (Deniz Mecmuasını)’’ ilk kez çıkaran, 1897'de ‘’Deniz Müzesini’’ kuran, 27 Temmuz 1902 tarihinde 25 ciltlik Büyük ‘’Britannica Ansiklopedisini’’ Türkiye’ye getirmeye teşebbüs ettiği için Preveze/Yunanistan’a sürgün edilen Süleyman Nutku, 1911 yılında emekli edilmişti. Emekliliğinde, 1923 yılı sonuna kadar “Osmanlı Kaptan ve Makinistler Cemiyetini” kurmuş ve “Deniz Gazetesini” çıkarmaya başlamış, “Meteoroloji Teşkilatını” teşkil ederek bir buçuk sene idare etmiş, “Kılavuzluk teşkilatını” kurmuş ve boğazlardaki seyir düzenini tanzim ederek ülkemize büyük kazançlar sağlamıştı.
Sürgünde doğan Ata Nutku. Deniz Mühendisi Yüzbaşı Ata Nutku 1904’de  Preveze de doğdu. 1923 Deniz Harp Okulu mezunudur. Binbaşı rütbesindeyken 1928 yılında İtalya’dan alınan ilk “Tepe” sınıfı muhriplerin kabul testlerine Ansaldo Tersanesinde iştirak etmişti. 1931 ile 1938 yılları arasında Cumhuriyet tarihinin ilk yerli yapım gemisi olan 1250 tonluk Gölcük Yağ Gemisini Gölcük Tersanesinde bin bir zorlukla inşa edebilmiş ve 1939 yılında İngiltere’ye gemi inşa yüksek mühendisliği eğitimine gönderilmişti. Türkiye’de gemi inşasının babası unvanını kazanmış bir deniz subayı ve ordinaryüs profesörlük unvanına sahip bir bilim adamı olan Ata Nutku, 10 Eylül 1943 tarihinde İTÜ bünyesinde, ilk kez “Gemi İnşaatı Yüksek Mühendisliği” bölümünün açılmasına liderlik etmiştir.

Teknolojik Kaderi Değiştiren Mühendis. Onun mühendislik dönemi 33 yıllık Abdülhamit istibdadının gemi söküm ve yıkım mirasının karanlığında başladı. Karanlık geçmiyordu. Devrimlere rağmen, geçelim karacı generalleri, deniz subayları bile Türkiye’de gemi inşa edilebileceğine inanmıyordu. Nisan 1933’de dönemin Milli Savunma Bakanı Zekai Apaydın’a Mühendis Yüzbaşı rütbesi ile yazdığı mektup ibretlik bir belgedir. Mustafa Kemal’in ışık saçan bir evladı olarak Savunma Bakanına adeta Türkiye’de gemi yapılması ve  Gölcük Tersanesine yetki verilmesi için yalvarmaktadır:
                  ’Çıplak arsalarda İtalyanların destroyerlerimizi nasıl inşa ettiklerini gördük. Muhterem beyefendi, memlekete semeremizi ve feyzimizi vermek için çırpınıyoruz. Projeyi Vekâlet'e gönderdiğimizden beri iki sene geçti. Erkânı Harbiye, Fen Sanat projeyi tasdik ettiler. Fakat önümüzde büyük cehalet duvarı var. Deniz İmalat Şubesi önce hiçbir inceleme yapmadan ve aynı tezgâhlarla ecnebilerin yaptığı işleri unutarak itiraz etti. Bir sene evvel materyal listelerini gönderdiğimiz halde malzemeler sipariş edilmemiştir. Bir geminin nasıl yapıldığını görmemiş olan ve bilmeyen İmalat Dairesi bu geminin yapılamayacağını iddia etti ve bu gemi için ayrılan tahsisatı başka yere sarf etmek istedi... Tersanede bomboş bekliyoruz. Vekil Beyefendi, Türkiye şimdiye kadar ilk defa gemi inşa etmiyor. Cehaletin ve entrikanın söndürdüğü o ocaklar ve leylek yuvası olan bacalar, bu tarihin tanıklarıdır ama ne yazıktır ki mezar taşlarıdır. Onlar şimdi bizi seyrediyorlar! Eğer biz itimat telkin edemiyorsak, neden burasını (Gölcük Tersanesini kastediyor. yn) tamamıyla kapatmıyoruz? Kendimizi ve her şeyimizi vakfettiğimiz mesleğimizde emeklerimizin ve bilgimizin boşa gitmemesi ve memleket vazifemizde bizi başarılı kılmak için vereceğiniz en küçük bir fırsata ve işarete hazır olduğumuzu arz eyler ve hizmetlerimin kabulünü istirham ederim.’’

                  Cumhuriyet, ilk gemisini Binbaşı Ata Nutku sayesinde bu mektuptan ancak 3 yıl sonra denize indirebildi ve 5 yıl sonra tamamlayabildi. Emekli Amiral Afif Büyüktuğrul hatıratının tören günü olan 24 Eylül 1935 tarihli Sayfasında şunları yazıyor: “Gölcük Tersanesi yapısı ilk gemi olarak Gölcük yağ gemisi bugün denize indirildi. Yüzbaşı Ata Nutku inşa kararı almak için bir hayli uğraştı. Çünkü Gölcük fabrikaları bu geminin yapılmasını istemiyorlardı. Açık açık “bu gemi yapılmayacak, nihayet bu gemileri hurdacılara satacağız” gibi çirkin sözler de harcanıyordu. Bu reaksiyon o kadar şiddetli idi ki bugün gemi teknesi denize indirilirken hiçbir tören yapılmamıştı. Gemi bizler ve Ata’nın arkadaşları huzuruyla sessiz sedasız denize indirilmişti.’’
 Cesaretsiz Bilgi ve Tecrübe Anlamsızdır. Bugün Türk Donanması MİLGEM’i dizayn ve inşa edebiliyorsa ardında Ata Nutku ve onun ruhunu taşıyan cesur denizciler vardır. Evet bilgi ve tecrübe çok önemlidir. Ancak cesareti olmayan bilgi ve tecrübe bir işe yaramaz. Ata Nutku aynı zamanda bir cesaret abidesidir. 31 Ocak 1994’te ebediyete uğurladığımız Türk gemi inşasının mümtaz lideri ve  cumhuriyet tersaneciliğimizin kurucu babasının aziz hatırası önünde saygı ile eğiliyorum.