31 Temmuz 2016 Pazar

Hangi Havayı Soludunuz? Hangi Suyu İçtiniz? Cumhuriyet Donanmasına Nasıl İhanet Ettiniz?





Hangi Havayı Soludunuz? Hangi Suyu İçtiniz? Cumhuriyet Donanmasına Nasıl İhanet Ettiniz?
Zor günler geçiriyoruz. Büyük bir ihanetin yaralarını sarıyoruz. Savaş zamanı bile yaşanabilmesi zor olan  bir vahşeti yaşadık. Silahlı Çatışma Hukuku -diğer adıyla harp hukuku- bile düşman ülkedeki masum sivillerin harp zamanı öldürülmesini yasaklar. Bunlar kendi halkını öldürdü. Ne acıdır ki, halkın vergileri ile alınan uçaklar, tanklar ve zırhlı araçlar halkın üzerine ateş açtı. Türk askeri tarihi bu kadar karanlık bir 14 saati hiç bir zaman yaşamadı.
Anadolu halkı 19’uncu yüzyıl ortalarından bu yana çok acılar çekti. Çok kayıplar verdi. İşgaller ve iç savaşlar gördü. Toplu katliamlara uğradı. Ancak 1919 da başlayan büyük bir ulusal kurtuluş savaşı ve onu takip eden devrimlerle 1923’te büyük bir cumhuriyet kurdu. Cumhuriyetin en büyük özelliği geçmişin dersleri ışığında hataları tekrar ettirmemek ve halkına bir daha ne toprak, ne can ne de onur kaybı yaşatmamaktı. Bu görüşle büyük baskılara rağmen İkinci Adam İnönü, Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşına sokmadı. Ama olmadı Mustafa Kemalin kaybından ve özellikle 1946 sonrası adım adım emperyalizmin tuzaklarına çekilen bu güzel ülke, sonunda kendi ordusuna sızmış emperyal bir çetenin kendi halkına ateş açtığını da gördü.  
Tarih Unutmaz. 30 Ekim 1918 Mondros mütarekesi sonrası dönemde Bahriye Mektebi mezunu 159 güverte, 68 makine ve bir inşaiye subayı ile beş denizci doktor Anadolu’ya kaçtı ve işgalcilerle işbirliği içindeki Osmanlı Donanmasını terk ederek namus cephesine katıldılar. Toplam 233 denizci Kurtuluş savaşının kaderini değiştirdi. O dönem muvazzaf olan kabaca 1500 subay içinde, sadece 233 kişiydiler. Diğerlerinin çoğu Haliç’teki kıçtankara gemilerini ve İstanbul’daki sıcak yuvalarını terk etmedi. Maalesef Akhisar torpidobotunun komutanı gibi, 1920 yılı baharında İngiliz Donanması emrinde Kuvayı Milliye’yi yok etmeye giden, Kuvayı İnzibatiye kuvvetlerini İstanbul’dan Karabiga’ya taşıma şerefsizliğini yaşayanlar da oldu.
İzmit Tersanesinde Kurşuna Dizilen Kuvvacılar. Donanma Komutanını tutuklamak üzere 15 Temmuz 2016 gecesi Fenerbahçe açıklarına gelen Yavuz firkateyni Komutanı ve FETÖ’cü işbirlikçileri de Akhisar Torpidosu komutanı ile aynı kaderi paylaştı. 16 Mart 1920’de İngilizler İstanbul’u ikinci kez işgal ettiler. Bu tarihten sonra Marmara’da bulunan İngiliz savaş gemileri (HMS Superb, HMS Benbow, HMS Marlborogh, HMS Revenge, HMS Ajax, HMS Sovereign, HMS Iron Duke, HMS Agamemnon), Yunan işgaline destek vermek amacıyla Gemlik, Mudanya, Karamürsel ve İzmit’in deniz piyadeler ile işgaline ve deniz topçu ateşi ile sivil mekânlar dâhil bu yerlerin bombardımanına filen katılmışlardı. İzmit’te işgal sonrası yakaladıkları Kuvayı Milliyecileri İzmit Tersanesi duvarı önünde kurşuna dizmişlerdi. Maalesef onlara Padişah Vahdettin ve Başbakan Damat Ferit emrindeki Kuvayı İnzibatiye de yardım etmişti. Maalesef üzerinde kuyruk numarası TC ile başlayan ve Türk bayrağı taşıyan jetlerimiz ve helikopterlerimizin parlemento olmak üzere değişik kurumlarımıza ve halka ateş açıp bomba yağdırmasının bu İngiliz gemilerinden farkı olmadı.
                  İkinci Kurtuluş Savaşında Ne Yapılmalı? Bir kesim 15 Temmuz sonrasını İkinci Kurtuluş Savaşı olarak adlandırıyor. Bu doğru bir tespittir. Türkiye Avrupa Atlantik sistemin yönlendirmesi, devşirmesi, bilinçlendirmesi sonucu yaşadığı bu kuşatmadan ancak post modern bir Kurtuluş Savaşı ile çıkabilir. Önce devleti sarmış FETÖ kanserinden kurtulmalıyız. Daha sonra iktidar, tüm kesimleri kucaklayarak liyakat, bilim ve aklı öne çıkaran yeni bir siyasi sistemin önünü açmalıdır. Dinin ortak payda olamayacağı aksine düşmanlık ve kutuplaşmayı artıracağı FETÖ’nün  İslam referanslı iktidara saldırması ile ortaya çıkmıştır. Bu zor dönemde Laiklik ve Mustafa Kemalin çimento olarak kitleleri birleştirici özelliği sonuna kadar kullanılmalıdır. Artık Türkiye’de sağcı solcu, dinci laik, Türk Kürt ayrışması yapılmamalıdır. Her kesim milli düşünmeli ve gayri milli emperyal cepheye tavır almalıdır. Milli cephenin bugüne kadar ölümsüz lideri Atatürk olmuştur. Bugün 15 Temmuz suikastı sonrası,  iktidar partisini kendisine oy vermeyen milyonlarla asgari müşterekte birleştirecek unsur, millici uyanışla devleti koruma refleksi ve Atatürk olmalıdır. Zira dönemin koşulları Atatürk’ün emperyalizmle savaştığı koşullara benzemektedir. Türkiye tarihsel tecrübesini kullanmalı ve kurucu ideolojinin temellerine geri dönmelidir. Bu kapsamda Cumhurbaşkanının 13 Eylül 2011 de Mısır’da ve 15 Eylül 2011 de Tunus’ta yaptığı laikliği övücü konuşmaların önümüzdeki dönemde ülkemize  de ışık tutması önem arz etmektedir. İktidar Partisi eylem ve söylemleri ile ortanın sağına gelmelidir. Ana muhalefet partisi de artık bu ülkede ‘’Avrupa Atlantik cephenin onayı olmadan iktidara gelinemeyeceği’’ paradigmasının 15 Temmuzda halka ateş açılması ile sonlandığını görmelidir. Ekonomide zor bir döneme hazır olmalıyız. Üretim ve tasarruf ekonomisine hızlı bir geçiş yapılmalıdır. Dış borç ödemelerinin döndürülmesi için yeni arayışlara girilmelidir. Atatürk döneminde  yokluklar içinde Osmanlının dış borçlarını son kuruşuna kadar bu halkın çabaları ile ödediğimiz unutulmamalıdır. Zaman milli duruş zamanıdır.


24 Temmuz 2016 Pazar

FETÖ Darbe Teşebbüsünün Dış Güvenlik Sonuçları





            FETÖ Darbe Teşebbüsünün Dış Güvenlik  Sonuçları
                  Geçen yazımın ilk cümlesinde ‘’Temmuz ayı Türkiye Cumhuriyeti jeopolitiğinde en önemli olayların yaşandığı bir aydır’’ şeklindeydi. 15 Temmuz gecesi yaşanan ve başarısızlıkla sonuçlanan FETÖ Darbesi Türkiye’nin jeopolitik geleceğini şekillendirecek bir yolu açtı.  Türkiye’de artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacaktır. Zira darbe başarılı olsaydı bugün acımasız bir iç savaşın yaşandığı bambaşka bir ülkede olacaktık. FETÖ darbesi bir kalkışmadan öte kendi halkına ateş gücü kullanan bir terör hareketidir.  Aynı zamanda bir iç savaş başlatmayı hedeflemiştir. Darbede aynı zamanda bir NATO üssü olan İncirlik Üssünün kullanılması ve FETÖ Merkez üssünün ABD Pennsylvania’da olması Türkiye’nin Atlantik çerçeveli gözlüğünde ciddi kırılmalar yaratmıştır.
                  Ralph Peters Çok Üzgün. ABD’deki FOX Televizyon kanalının askeri analisti ve aynı zamanda 2006 yılının  BOP sınırlarını gösteren kötü şöhretli ‘’Blood Borders’’ isimli kitabın yazarı Emekli Yarbay Ralph Peters darbenin ilk saatlerinde darbeyi överek, ABD’nin darbecileri desteklemesini istedi. Darbecileri iyi insanlar ‘’Good guys’’ olarak tanımlayarak, onları Tanrının kutsamasını (God Bless) diledi.  Daha da ileri giderek ‘’Obama bu aşamada çenesini kapasın. Darbe yapanlar bizim tarafta’’ dedi.
                  Hortlatılmaya Çalışılan Sevr Ruhu. Eğer darbe başarılı olsaydı bugün güneydoğudan Kıbrıs’a, Irak’tan Suriye’ye, Ege’den Karadeniz’e, Lozan’dan Montrö’ye her alanda Sevr ruhunun 21’inci yüzyıl hortlağı ile karşı karşıya kalıyor olacaktık. Olayın vahim boyutunu başka bir örnekle açıklayalım. Güney Kıbrıs Rum Kesiminde eski Demokratik Seferberlik Partisi (DİSİ) Milletvekili Hristos Rotsas, “Türkiye’deki darbe gecesi büyük bir fırsat kaçırıldı. Esir Kıbrıs 42 yıl eli-ayağı bağlı pasif oturmasaydı, dün gece belki de Kıbrıs’ın gecesi olacaktı... Attila’ya Saldırabilirdik. Büyük fırsat kaçırdık” dedi.
                  Kanserin Terminal Safhası. FETÖ Darbe teşebbüsü 30 yıllık bir kanserin terminal safhasıdır. Ancak beden bu ölümcül safhayı atlatmıştır. Bu safhayı milletin direnci, TSK’da hala ayakta kalabilen vatansever kadroların ihanet sürecine katılmayı reddetmesi ve hükümetin çok önceden emniyette yaptığı büyük FETÖ temizliği sayesinde atlatabildik. Ancak asıl sorun terminal safhayı atlatabilen bedenin tekrar ayağa kalkıp eski gücüne derhal gelebilmesidir.
                  Ateş Çemberi içindeyiz. Güneydoğumuzdaki PKK terörü devam etmektedir. PKK’nın Suriye’deki kolu PYD Türkiye’nin düşmanı, ABD ve NATO’nun müttefikidir. İŞİD ile güneyimizde mücadele üzerinden Akdeniz’e erişen Kürt Koridorunun tesisi ve bağımsız Kürdistan’ın ilanı Türk jeopolitiğine büyük tehdit oluşturmaktadır. Benzer şeklide Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarımız mevcut askeri politik konjonktür paralelinde ciddi tehlike altındadır.  Montrö Sözleşmesinin varlığına rağmen 8-9 Temmuz NATO zirvesi sonuç bildirgesinde Karadeniz’de NATO deniz varlığının artırılması çağrısının yapılması Karadeniz’de NATO’nun yeni macera arayışına somut delildir. Bu yaklaşım zaten Montrö Sözleşmesi’ne her zaman şüphe, kuşku ve kötü gözle bakan NATO çevrelerinin önümüzdeki dönemdeki yaklaşımlarının ip uçlarını da vermiştir. Ege’de işgal altındaki Kardak benzeri ada, adacık ve kayalıklarda Yunanistan’ın devlet uygulamaları devam etmektedir. Her ne kadar Uluslararası Adalet Divanı Sürekli Hakem Mahkemesinin Filipinler Çin davasında verdiği karar Türkiye’nin Ege’deki pozisyonuna uygun sonuçlar yaratmış olsa da Yunanistan’ın devlet uygulamaları önümüzdeki dönemde artacaktır.  Doğu Akdeniz’de bize dayatılan münhasır ekonomik bölge sınırlarında değişiklik söz konusu değildir.
                  TSK Kan kaybettirilmemelidir.  FETÖ’nün alçak darbesi en büyük hasarı Mehmetçik kavramına ve ordu millet bağının kopartılmasına vermiştir. Bu durumu gören CİA’nın gölge düşünce kuruluşu STRATFOR 18 Temmuzda yayınladığı bir değerlendirmede ellerini ovuşturarak bu darbe teşebbüsünün TSK’da birlik bütünlüğü ve morali eriteceğini ve yeteneklerini azaltacağını iddia ediyor. Daha da ileri giderek ‘’Türk ordusu şimdi içine kapanarak darbenin zararlı sonuçları ve iktidar partisine yönelik tehdit ile uğraşacak. Ordunun toparlanması yıllar alacaktır. Ancak Türkiye bu yıllara sahip değildir. Bölgedeki istikrarsızlık her geçen gün derinleşiyor ve Türkiye’nin bu karmaşayı kontrol altına  almaya ve durumunu güçlendirmeye ihtiyacı var’ diyor.  NATO’nun eski yüksek komutanlarından Amerikalı Oramiral (E) James Stavridis de, 18 Temmuzda FP Dergisinde yazdığı makalede ordunun savaş yeteneğinin düşmesinin NATO’yu menfi yönde etkileyeceğinden dem vuruyor.
                  Çemberi Kırmalıyız. Kısacası Türkiye bir ateş çemberi içindedir. İçerdeki ihanet çemberi kırılmıştır. Ancak kısa sürede ordunun iç temizliği sağlanıp, eski caydırıcılığı ve harbe hazırlık sağlanmaz ise devletin karşılaşacağı jeopolitik tehditler katlanarak artacaktır. Bu durumun önüne geçmek için en kısa sürede FETÖ temizliğinin yapılarak silahlı kuvvetlerde karşılıklı güven ve saygı ortamının yeniden tesisi; planlı eğitim ve tatbikat programlarına geri dönülmesi, planlı keşif karakol seyir ve uçuşlarının başlatılması gerekmektedir. Ancak bu tedbirler kadar önemli olan planlı bakım ve onarım süreçlerinin aksatılmamasıdır. Unutmayalım İran devrimi olduktan kısa süre sonra başlayan Irak saldırısında İran’ın en büyük zayıflığı tank, gemi ve uçaklarını yedek parça eksikliği ve bakımsızlıktan kullanamaması olmuştu.
                  Donanma en kısa zamanda Denizlerine Dönmelidir. Donanmamızın ispatlanmış en büyük caydırıcı refleksi 420 personelini, ana üssünü ve tersanesinin büyük bölümünü yitirdiği 1999 Gölcük depreminden  9 hafta sonra   savaş gemilerimizin tam kadro Ege’de büyük bir tatbikata başlamasıydı. Unutmayın bu donanma daha önce de 1996 Kardak krizinde 24 saat içinde Ege’de tüm yayılmasını tamamlamış, 20 Temmuz 1974’te 120 saatlik bir hazırlık sonrası Kıbrıs’ta kıyı başını tutabilmişti. Bu zor dönemi de vatansever, demokrasi bağlısı gerçek denizciler ile atlatmalıdır. FETÖ temizliği sırasında donanmanın Haliç Donanmasına dönüşmesine izin verilmemelidir. Türkiye’nin düşmanları 15 Temmuz darbesinin birinci perdesi olan Balyoz ve diğer kumpas davalarda  Deniz Kuvvetlerini hedefe oturtmuş ve toplu tutuklamaların yaşandığı 11 Şubat 2011 gecesi bayram yapmıştı. Balyozu çökerttik.
FETÖ kanserini de çökertmeliyiz. Zaman birlik olma zamanıdır. Zaman yurtseverlerin ideolojileri ne olursa olsun el ele verme zamanıdır. Zaman iç kavgaları hesaplaşmaları dondurmak zamanıdır. Zaman Sakarya ve Dumlupınar zamanıdır.

                 




18 Temmuz 2016 Pazartesi

Lozan ve Montrö Kardeşliği




            Lozan ve Montrö Kardeşliği
                  Temmuz ayı Türkiye Cumhuriyeti jeopolitiğinde en önemli olayların yaşandığı bir aydır. 24 Temmuz 1923 Lozan; 20 Temmuz 1936 Montrö; 20 Temmuz 1974 Kıbrıs/Girne’de Kıyıbaşının tutulması.  Hepsinde egemenlik kazanımı vardır. Bu günler içinde şüphesiz en önemlisi 24 Temmuz 1923’tür. Cumhuriyetimizi kuran temel antlaşmanın, Lozan’ın kutlu doğum günüdür. Büyük bir diplomatik zaferdir. Devletsiz ve milletsiz kalma tehlikesi ile karşı karşıya kalan Anadolu Türklerinin, galip çıktıkları bir ölüm kalım savaşının kanla yazılmış onur belgesidir. Ancak imzalandığı 24 Temmuz 1923 günü Lozan Antlaşması ardında boynu bükük iki mavi vatan  varlığı bırakmıştı. İlki Türk Boğazları, diğeri Anadolu’ya yakın Ege Adalarıydı. Boğazlarımıza 20 Temmuz 1936 günü Montrö Sözleşmesinin imzalanmasıyla kavuştuk. 13 yıllık ayrılık dayanılmaz acı vermişti. Anadolu’ya yakın silahlandırılmış Ege Adaları hala Türkiye jeopolitiğinin ve topak gemi Anadolu’nun yumuşak karnı olmaya devam etmektedir.
                  Montrö Sözleşmesi Çok Yönlü Jepolitik Kazanımdır. 20 Temmuz 1936 günü imzalanan ve 9 Kasım 1936 günü yürürlüğe giren Montrö sözleşmesi Lozan’ın eksik kalan denizci parçasını kısmen tamamlamakla kalmamış, aynı zamanda bölgesel ve küresel deniz siyaseti açılarından çok yönlü kazanımları tetiklemiştir. Böylece Cumhuriyet, Karadeniz-Akdeniz ekseninde, Osmanlı döneminde pek çok örnekte yaşanan stratejik iç hatlar konumunda kalma riskini bertaraf edebilmiştir. Ayrıca Trakya, Anadolu’nun ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Diğer yandan Montrö sözleşmesi sadece Türk boğazlarından ticaret ve savaş gemilerinin geçişini düzenleyen bir boğaz rejimi değildir. Aynı zamanda Karadeniz gibi yarı kapalı bir denizde başlı başına bir deniz güvenlik rejiminin de temelini oluşturmaktadır. Dünyada örneği az olan, bir nevi deniz silahlarını kontrol rejimi enstrümanıdır. Dolayısıyla Karadeniz istikrar ve barışı ile Montrö sözleşmesi birbirini tamamlayan kavramlardır. Montrö zaferinin yurt dışında da yankıları büyük olmuştu. İngiliz Daily Telegraph gazetesinin 21 Temmuz 1936’daki haberini Akşam gazetesi 22 Temmuz günü şu şekilde duyuruyordu:
                  Avrupa’nın hasta adamı sayılan Türkiye, iki asırdan beri kendisine görülen manevi hastalıktan kurtulmuş ve 20 sene evvel rakip devletler arasında taksim olunan Anadolu, bugünün kuvvetli adamı olmuştur. Yeni sözleşme bu düşünceyi tamamıyla tanımıştır.”
                  Montrö Sözleşmesi Karadeniz istikrarının anahtarıdır. Karadeniz, Birinci Dünya Savaşı sonrasında işgale uğrayan Anadolu’nun, Türk tarihinin ilk ve son anavatan savunmasında en önemli rolü oynamıştı. Karadeniz, lehte kullanıldığı sürece Anadolu’nun güvenlik ve emniyeti olduğunu  en zor zamanlarda ispat etmişti. Bugün de aynı prensip ve tarihsel tecrübe geçerlidir. 80’inci yaşını tamamladığı günümüzde Türkiye, Montrö rejiminin muhafazasına son derece önem vermeli, bu yükümlülüğü, sözleşmenin imzalandığı günden bu yana, en gergin dönemler de dâhil olmak üzere, azami hassasiyetle ve tarafsızlıkla yerine getirmeye devam etmelidir.
                  NATO’nun Montrö’yü Sulandırmasına İzin Verilemez. Türkiye başta ABD ve NATO olmak üzere Atlantik yapının Karadeniz’deki oldubittilerine izin vermemelidir.  Bu kapsamda geçen hafta Varşova’da yapılan 2016 NATO Zirvesinin sonuç bildirgesinin 41’inci maddesinde yer alan ‘’Karadeniz’de NATO’nun güçlendirilmiş hava ve deniz varlığının güçlendirilmesi seçenekleri değerlendirilecektir’’ tuzağına asla düşmemelidir. Bu tuzak, Romanya gibi Karadenizli bir Truva atı üzerinden Türkiye ile Rusya’yı karşı karşıya getirir. Türkiye’yi yönetenlerin de gerek devlet, gerekse siyaset adamı kimlikleri ile Montrö ve Karadeniz güvenliği, Sözleşmenin ruhu ve esası ile Türk-Rus yakınlaşması ve işbirliğine yönelik konulardaki söylem ve eylemlerinde gelecek kuşakların jeopolitik çıkarlarını düşünerek hareket etmeleri hayati önemdedir. Bu konuların bilinmemesi mazeret olamaz. Devletin Karadeniz politikası Montrö Sözleşmesi gölgesinde Deniz Kuvvetleri Komutanlığının 2015 yılında yayınlanan strateji belgesinde belirtildiği gibi olmalıdır:
                  ’Bu politika, bölge ülkeleri ile birlikte Karadeniz’e münhasır bir bölgesel kimlik ve buna dayalı bir bölgesel iş birliği ortamı oluşturmayı, bu suretle istikrarı bozabilecek olası dış müdahale ihtimalini asgariye indirmeyi, Karadeniz’i jeopolitik rekabetin dışında tutmayı hedeflemelidir. Bu hedef, Türk deniz kuvvetlerinin liderlik ettiği ya da taraf olduğu deniz ortamına yönelik muhtelif bölgesel askerî girişimlerle desteklenmelidir.’’
                  Sonsuza kadar Lozan ve Montrö. Montrö sözleşmesi 80’nci yaşını doldururken geriye baktığımızda her savaştan, her gerilimden ve her krizden başarıyla çıkmış dünyada eşi benzeri görülmeyen bir sözleşme ile karşı karşıyayız. Bu sözleşmeyi Lozan antlaşması gibi sonsuza taşımak her Türk vatandaşının görevidir. 21’nci yüzyılda dileriz bölge ülkeleri, Karadeniz sahildarları dışındaki ülke başkentlerinde yapılan stratejilerin ve planların parçası olmaz, Montrö Sözleşmesinin ruhuna sadık kalarak Karadeniz’de son 80 yıldır yaşanan denge ve barış ortamını devam ettirirler. Dileriz ki Türkiye, 24 Kasım 2015’de büyük zarar gören Türk Rus ilişkilerini düzeltmeye devam eder ve  Atatürk-Lenin dostluk dönemine geri döner. Kanal İstanbul gibi gerek Montrö sözleşmesinin sorgulanmasına gerek Marmara denizi çevresinin yıkımına neden olacak sansasyonel  bilim dışı projelere kredi vermez. Özetlersek, Karadeniz ve Türk boğazları, Anadolu jeopolitiğinin yaşamsal parçalarıdır. Her ikisini birleştiren Montrö sözleşmesidir. Sonsuza dek, ayrılmalarına izin verilmemelidir.


Başsağlığı: 15 Temmuz 2016 akşamı TSK içinde yuvalanmış F tipi Terör Örgütü tarafından girişilen kalkışma sırasında hayatını kaybeden güvenlik güçlerimize ve vatandaşlarımıza Allahtan rahmet diliyor, devletimize, Silahlı Kuvvetlerimize ve şehitlerimizin ailelerine başsağlığı diliyorum. Bu acı tecrübe ile dilerim aziz Türk Halkı kendisini on yıllarca aldatan ve kendi halkının üzerine ateş açacak kadar alçalan ABD-Pensilvanya merkezli F tipi Terör Örgütünün gerçek yüzünü görür ve ondan bir an evvel kurtulur.








14 Temmuz 2016 Perşembe

Uluslararası Adalet Divanı Sürekli Hakem Mahkemesi ve Güney Çin Denizi Davası






Uluslararası Adalet Divanı Sürekli Hakem Mahkemesi ve Güney Çin Denizi Davası
                  Bu satırlar yazılırken henüz La Haye Uluslararası Adalet Divanı Sürekli Hakem Mahkemesi, Filipinlerin 2013 Ocak ayında Çin’in aleyhine açtığı Güney Çin Denizi Davası  kararını vermemişti. Karar 12 Temmuzda  veriliyor. Bölgede nefesler tutulmuş halde.
                  Kritik coğrafya, Büyük Ekonomi. Güney Çin denizinden yılda 5,3 trilyon dolarlık ticaret geçiyor ve bu denizde ayrıca 11 milyar varil ham petrol ve 190 trilyon ft3 gaz var. 2035 yılına kadar Ortadoğu fosil yakıtların yüzde 90’ı Asya’ya bu denizi aşarak gidecek. Bölgede zengin balıkçılık kaynakları var. Gerek stratejik, gerekse ekonomik nedenlerle önemi artan Güney Çin Denizine sahildar olan devletler süratle silahlanıyor. Çin son 5 yılda % 167, Vietnam % 170 ve Filipinler % 30 savunma bütçelerini artırdı. (Japonya yakın geçmişte hibe statüsünde Filipinlere 110 milyon dolarlık on sahil güvenlik gemisi verdi.) Güney Çin Denizinde   Malezya, Tayvan, Brunei Sultanlığı  ve tarihinde Çin ile üç kez savaşan Vietnam’ın Çin ile deniz yetki alanları ve egemenlik sorunları var.
                  Filipinler ve Çin’in Çatışan Deniz Çıkarları. Çin bu denizde, 9 noktalı hat ile belirlediği Türkiye yüzölçümünün 5 katı bir alanı kendi deniz yetki sahası olarak 1947 yılında ilan etmişti. Bu noktalar Filipinlerin açıklarında bulunan Scarborough Resifi ile Spratly adacıklarının deniz yetki alanlarını da kapsadığından tartışmalı durumda. Filipinler açtığı davada Çin’e karşı toplam 15 şikayette bulunuyor ve dev komşusunun denizdeki egemenlik iddialarının BMDHS (BM Deniz Hukuku Sözleşmesi)  ile uyumlu olmasını istiyor. Bu nedenle kendisinin ilan ettiği MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) içinde Çin’in tacizlerine muhatap olmadan hareket edebilme serbestîsi istiyor. Davada öne çıkan en önemli husus, 9 nokta hattının BMDHS’ye aykırılık iddiası. Bu arada mahkeme suni adacıkların, cezir zamanı oluşan sığlık ve benzer kayalıkların egemenlik/yetki alanı statüsü ile  Çin’in Mischief Resifi çevresinde yapay adacık ve askeri üsler inşa etmesinin uluslararası hukuka uygunluğunu da belirleyecek. (26 Mayıs 2014 tarihinde Çin yetkilileri Filipinlerin iddiasında geçen ada inşası konularının davanın dışında ve tamamen Çin egemenlik alanında olduğunu belirtti.) 7 Aralık 2014’te Çin Dışişleri Bakanlığı yayınladığı bir  raporla davanın hakem mahkemesini  ilgilendirmediğini ve mahkemenin Çin egemenliğini yargılayamayacağını deklare etti. Ayrıca ASEAN üyeleri arasındaki ‘’Güney Çin Denizi Davranış Kuralları Antlaşması’’na  aykırı bir şekilde ikili görüşmeler tükenmeden konunun mahkemeye götürülmesi de raporda eleştirilenler arasında yerini aldı.         
                  Asıl Sorun Jeopolitik Odaklı. Bu dava uluslararası hukuk davası gibi görünse de aslında jeopolitik bir çatışmanın dışa vurumu. Çin, büyüyen bir küresel güç olarak jeopolitik hayat alanının sınırlarını belirliyor. ABD küresel deniz hegemonyasına meydan okunmasına direniyor ve Filipinler gibi bölge ülkelerini uluslararası hukuk üzerinden Çin’in üzerine salıyor. (Bu arada ABD’nin BMDHS’ye taraf olmadığını belirtelim.) Çin ile ABD’nin küresel güce dönüşüm süreçleri aslında büyük benzerlikler içeriyor. Nasıl ki ABD 19’uncu yüzyıl son yarısında büyümeye başlarken jeopolitik bütünlüğünü sağlamak için önce güney (Meksika)  ve kuzeyini (Alaska-Kanada) emniyete almış, daha sonra Pasifik (Hawaii-Filipinler) ve Güney-Orta Amerika (Karayipler) bölgesine el atmışsa, Çin de, önce deniz yetki alanlarında (Birinci ve İkinci Adalar zinciri) kendini emniyete almaya ve genişlemeye çalışıyor. Bu genişleme karasal egemenlikten ziyade hem deniz savunma/güvenlik ihtiyaçları hem de denizlerin ve  diplerinin, karalardan çok daha kıymetli olduğu gerçeğinden kaynaklanıyor. Bunu başarmak için bir yandan donanmasını büyütürken, bir yandan da bölgeler ve kıtalar arası deniz üsleri zinciri ile harekât çapını genişletiyor. Bu çerçevede ayrıca 26 Mayıs 2015’te yayınlanan Çin’in Strateji Belgesi, Deniz Kuvvetlerine tartışmalı deniz yetki alanlarının korunmasında görev önceliği verirken donanmanın stratejik caydırıcılığına vurgu yapıyor.
                  Çin, Güney Çin Denizinin Tamamını İstiyor. Çin gerçekte çizdiği sınırla,  tüm Güney Çin Denizini istiyor. Bu sınır bazı hukukçu akademisyenlere göre uluslararası hukukun geriye dönülemezlik (non-retroactivity) prensibi çerçevesinde bugün de geçerli. Yani BMDHS’ten etkilenemez. Bugün için 47 ülke Çin’in yanında duruyor ve hakem kararının Çin tarafından tanınmamasını destekliyor. Bazı akademisyenlere göre ‘’tarihsel sular’’ 1982 yılında imzalanan ve 1994 yılında yürürlüğe giren BM Deniz Hukuku Sözleşmesi (BMDHS) ile yönetilemez. Çin’e göre dokuz nokta hattı 1947 yılında ABD Hukuk Bürosunun yardımı ile çizildi. Ayrıca 1960 yılında bölgedeki Spratly Adalarını ziyaret için ABD Dışişleri Bakanlığı Çin’den izin istemişti. Ancak 6 Aralık 2014’te ABD Dışişleri Bakanlığının ‘’Denizlerde Sınırlar’’ isimli  raporunda, Çin’in ‘tarihi sular’ adı altında egemenlik iddiasında  bulunamayacağı belirtiliyor.
                  Dava Sonucunun Filipinler lehinde olması Bekleniyor: İlk duruşması 7 Mayıs 2015 günü yapılan davada mahkemenin egemenlik konularını karara bağlaması beklenmiyor. Ancak Çin’in 9 nokta hattının geçersizliğinin ilan edilebileceği büyük bir olasılık. Böyle bir karar Çin’i etkiler mi? Hayır. Çin bu kararla jeopolitik yönelişini değiştirmez. Bu kararı tanımayacağını zaten deklare etti. BMDHS kararlarını zorla uygulatacak bir mekanizma BM Güvenlik Konseyi kararlarına bağlı olduğundan, bu karar Filipinler, ABD ve müttefiklerine hukuksal retorikten fazla bir şey vermeyecektir. Ancak Filipinler ABD’nin teşvik ve kışkırtması ile bu davayı açmayıp ikili görüşmelerle sorunu yıllara sari bir şekilde çözmeye çalışsaydı, bölgesel ve küresel barışa daha çok hizmet ederdi. ABD, liderliğini yaptığı neo-liberal sistem her yönden çökerken acele ile hareket ediyor ve dünyanın en kritik bölgesinde komşuları birbirine düşman ediyor. Yoğun deniz ticaretinin geçtiği bu bölgenin süratle istikrarsızlaşacağını ve bunun da finans piyasalarında büyük dalgalanmalara neden olacağını şimdiden söyleyebiliriz.