28 Ağustos 2016 Pazar

Akdeniz Kalkanından, Fırat Kalkanına





Akdeniz Kalkanından, Fırat Kalkanına
Akdeniz’deki Türk egemenliğinin koruyucusu: Akdeniz Kalkanı. Harekatın diğer amacı Güney Kıbrıs’ın 17 Ocak 2003 ‘de Mısır ile ve 17 Şubat 2005’de Lübnan ile imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) sınırlandırma antlaşmalarına da bir tepki idi. Bu harekat sayesinde Türkiye, Kıbrıs adası civarında  Rumların yapacağı sismik araştırmaları yakından takip edebilecek ve caydıracaktı. 2010 yılında Wikileaks ile ortaya çıkan ABD belgelerinden birinde 2006 yılında ABD Ankara Maslahatgüzarı McEldowney’in başkentine çektiği bir mesajda, ‘’Türklerin Doğu Akdeniz’de planladığı yeni ulusal deniz harekâtının BTC boru hattı işletmeye açıldığında artacak tanker trafiği açısından mantıklı göründüğünü; ancak bu harekâtın Türk donanma etkinliğini Kıbrıs yakınlarında artırma ve orada muhtemel bir reaksiyona neden olacağını’’ belirtiyor, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de artacak hâkimiyetinin, Kıbrıs konusunda Yunanistan ile olan gerilimi yükseltebileceğine dikkat çekiyordu. Harekât çerçevesinde Mersin ve Magosa’da fırkateyn, tanker ve korvet konuşlandırılması başlatıldı. Bu durum sadece NATO’yu değil İsrail’i de tedirgin etti.
Genelkurmay’daki NATO’cular. Akdeniz Kalkanı Harekatını aslında Deniz Kuvvetleri olarak 2005 yılında başlatmayı planlamıştık. Ancak Genelkurmay’da NATO’dan daha çok NATO’cu olan bazı Türk subayları bu harekatı başlatmamızın Akdeniz’de devam eden Etkin Çaba Harekâtını yürüten NATO’yu gücendireceğini ileri sürerek dönemin İkinci Başkanı ve J5 Başkanı olan karacı generalleri ikna etmiş ve harekat buzdolabına kaldırılmıştı. Ancak 22 Şubat 2006 tarihinde bir Kıbrıs Rum konteyner gemisi  (Able F) Mersin limanına korsan gibi girince, Genelkurmay Başkanlığı yaptığı büyük hatanın farkına varmış, konu tekrar masaya getirilmişti.
AB Akdeniz Kalkanını Şikayet Ediyor. Doğu Akdeniz’de 2006 sonrası yaşananlar, AB’nin 2009 Türkiye ilerleme raporunda Türk Deniz Kuvvetlerinin ismen şikâyet edilmesine kadar gitti. 2009 AB ilerleme raporunun (Turkey’s progress report) 32’nci sayfasında yer alan şikâyette, ‘’Türk Donanması bu rapor döneminde  Kıbrıs Cumhuriyeti namına petrol arayan sivil tekneleri engellemiştir’’ deniyordu. Bu rapordan yaklaşık 3 ay sonra bu satırların yazarı ve kumpas şehidimiz Amiral Cem Çakmak Balyoz kumpası ile tutuklanıyordu.
Kürtler Denize Çıkıyor. Balyoz davası başta olmak üzere kumpas davalar ile Deniz Kuvvetleri 40 Amiral ve 400 en iyi denizcisini kaybettikten sonra Irak Federal Kürt Yönetimi lideri Mesut Barzani, 17 Kasım 2013 günü “Kuzey Kürdistan’a Hoş geldiniz’’ sloganıyla karşılandığı Diyarbakır ziyaretine başladı. Ziyaretin hemen ardından partisi KDP’nin internet sitesinde İran, Irak, Suriye ve Türkiye’nin 21 ilini kapsayan büyük Kürdistan haritası yayımlandı. Haritaya göre Barzani’nin hayalindeki Kürdistan’ın Akdeniz’de de kıyısı vardı. İskenderun Körfezimizde neredeyse Yumurtalık limanının güneyinde kalan tüm sahillerimiz sözde Kürdistan’a dâhil edilmişti. Akdeniz’de kabaca 30 millik bir kıyı şeridine sahip olmayı amaçlıyorlardı. Atlantik sistemin zafer çığlıkları attığı bir dönemden bahsediyoruz. Barzani’nin hayalindeki, ABD, AB ve İsrail üçlüsünün himayesinde kurulabilecek sözde Kürdistan, bu kıyı şeridine sahip olduğu takdirde karasuları, kıta sahanlığı, münhasır ekonomik bölge, bitişik bölge, balıkçılık bölgesi gibi deniz hukukunun tanıdığı deniz yetki alanlarına sahip olacaktır. Öncelikle donanma ve sahil güvenlik komutanlığı kurarken, deniz ticaret filosu, yeni liman işletmeleri, Kürt petrollerinin ve İsrail gazının Akdeniz’e çıkışını sağlayacak yeni enerji terminalleri geliştirebilecektir. Ortadoğu’nun Basra Körfezine rakip yeni petrol çıkış terminali ikinci İsrail yani Kürt limanları olacaktır. Ama hepsinden önemlisi Kürt Akdeniz koridoru üzerinde AB’ye ya da ABD’ye kullanım hakkı verilecek bir deniz ve hava üssünün varlığı, bölgedeki tüm jeopolitik dengeleri alt üst edecektir.
Liman demek jeopolitik nefes alanı demektir. Unutmayalım ki günümüzde deniz ulaştırmasının yerine geçecek bir başka stratejik ulaştırma metodu maliyet fayda perspektifinde söz konusu değildir. Küresel hegemonya ya da emperyalizmin asli hayat alanı denizlerdir. Bu yüzyıllardır değişmeyen tunç yasadır. Deniz düşerse, kara da düşer. Kumpas davalarda neden deniz kuvvetlerinin odak olduğu böylece daha iyi anlaşılır. Ancak emperyalizm bunu başaramadı. Ne kumpas davalar, ne patlatılan bombalar, ne de 15 Temmuz girişimi Anadolu’yu teslim alamıyor.
Fırat Kalkanı, Akdeniz Kalkanı ile ayrılmaz iki kardeştir. Her iki harekat yapışık ikizlerdir. Türkiye’nin jeopolitik varlığı her iki kalkanın çelik ve sarsılmaz bir irade ile Anadolu’yu korumasından geçer. Kimse 15 Temmuz sonrası zayıflayan Türk ordusu ve Donanması retoriği yapmasın. 1913’te Bulgar orduları Çatalca’ya kadar girmişti. Ama 1915’te aynı ordu Çanakkale’de destan yazdı. Aynı ordu İngiliz Tommy’leri kaçar gibi Gelibolu yarımadasından defetmişti. Unutmayın tarih daima Türklerin yanında olmuştur. Bir daha vurgulayalım. Zaman birlik olma ve emperyalizme direnme zamanıdır. Bunu 94 yıl önce Kocatepe’de başlayıp  Dumlupınar’da sona eren Büyük Taarruzla başardık. Yine başarırız.


21 Ağustos 2016 Pazar

Ege’de Karasuları ve Gelecek Nesillerin Vazgeçilmez Hakları

Ege’de Karasuları ve Gelecek Nesillerin Vazgeçilmez Hakları
              Aydınlık Gazetesi 8 Ağustos 2016 tarihinde  Ege’de Yunanistan’ın karasularını seçilmiş alanlarda 6 milin üzerine genişletebileceğine Dışişleri Bakanlığımızın yeşil ışık yaktığına dair haberleri gündeme getirdi. Ben bu yazıda  okuyucuları konunun geçmişine  götüreceğim. Yalnız baştan söyleyelim. Türkiye’nin açık denizlerdeki egemenliğine ve çıkarlarına zarar verecek bu girişime Dışişleri Bakanlığı kendi başına karar veremez. Mutlaka Meclis kararı gerekir ki böylesine bir kararı, vatanını seven hiç bir vekil onaylamaz.
              İstikşafi Görüşmeler Lehimizde midir? 26 Mart 2002 günü Yunan basınında ilk kez Türk-Yunan yumuşama sürecinde “Exploratory Talks” ifadesi kullanıldı. Dışişlerimiz bu terimi daha sonra “İstikşafi Görüşmeler” şeklinde tanımladı. Bu görüşmelerde her iki tarafın diplomatları bir araya gelerek, Ege sorunlarını aralarında tartışacak ve her iki tarafın kabul edebileceği alternatif çözümleri üretme gayretine girişeceklerdi. Bu görüşmelerin özelliği gizli tutulmaları idi. Bu sürecin oluşumunda temel nedenlerden birisi, Türkiye’nin AB’ye tam üyelik süreci idi. AB’nin 2004 yılına kadar, Türkiye’ye Ege’deki sorunları çözme ve gerekirse Yunanistan’la birlikte Uluslararası Adalet Divanı’na gitme dayatması karşısında, Dışişleri Adalet Divanına gitmeden süratli bir çözüm stratejisi olarak istikşafi görüşmeleri tercih etmişti.
Simitis Sayesinde Öğrenilen Gerçekler. 2005 yılının Kasım ayı başında Yunanistan eski Başbakanı Kostas Simitis’in “Yaratıcı Bir Yunanistan İçin Politika 1996–2004” isimli hatırat kitabı piyasaya çıktı. Kitapta istikşafi görüşmeler hakkında bilgiler vardı. Simitis karasuyu genişlemesi için şöyle diyordu:
 “...Yunan karasularının genişliği konusunda önümüzde iki tercih vardı. Ya mevcut 6 mil karasuyu genişliği temelinde kıta sahanlığının sınırlandırılmasını kabul edecektik, ya da karasularını 12 mile genişletecektik...Bu hakkın fiiliyata geçirilmesinde üçüncü devletlerin Ege’de hava ve denizde serbest seyrüseferinin etkilenmemesi dikkate alınacaktı. Dolayısıyla uluslararası denizcilik ve havacılığın engellenmemesi için karasularının seçici bir şekilde genişletilmesi ihtimal dışı değildi.”
Simitis, kitabında Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkarmasının temel hakları olduğunu savunurken, seçici (selective) karasuyu genişletme seçeneği içinde Ege’nin bazı bölgelerinde mevcut 6 mil; bazı bölgelerinde ise 8-9-10 veya 12 mil karasuyu genişliği uygulamasının Türk tarafında kabul gördüğünü söylüyordu. 9 Ekim 2006 tarihli Ethnos gazetesinde de bu kez PASOK’un yeni lideri Papandreu’nun bir mülakatı yayınlandı. Papandreu şöyle yazmıştı:
 İstikşafi görüşmeler sürecinde toplu bir anlaşma için son bir dürtmenin gerektiği bir noktaya gelmiştik...Türkiye ile nihai bir anlaşmaya gidip gitmeyeceğimiz konusunda Aralık 2003-Ocak 2004 döneminde Başbakan Simitis ile ciddi bir görüşmemiz olduğunu hatırlıyorum...”
Dışişleri Yetkiyi Kimden Aldı? İstikşafi görüşmelerde kabul edilen plan ne idi? Bu sorular Simitis’in hatıratında gündeme gelen Türklerle Ege’de “selective-seçici” karasuyu genişliğinin tartışıldığı bilgileri ile beraber değerlendirildiğinde Ege’deki durumun lehimize tecelli etmediğine yönelik güçlü bir kanaat oluşmaktadır.
              Eski Dışişleri Bakanlarından İsmail Cem  de vefatından önce 2006 yılı sonunda yapılan bir söyleşide Ege’de karasuları genişletilmesi konusunda bazı ipuçları vermişti. Kendisine “Sizin döneminizde sürdürülen görüşmelerde karasuları konusunda 6–9–12 mil uygulamasına geçilmesi konusu gündeme geldi mi?” sorusuna verdiği cevap çok dikkat çekicidir: “Sadece araştırılan konulardan bir tanesiydi. Karasuları genişliğinin farklı yerlerde farklı mesafelerde olmasını bazı arkadaşlarımız mümkün görmekteydi.”
8 Aralık 2010 günü To Vima ve Kathimerini isimli Yunan gazetelerinde istikşafi görüşmeleri konu alan başka haberler yayınlandı. Bunlara göre Türkiye, Yunan ana karasında karasuların 12 mile, Doğu Ege’de bazı yerlerde 8–9 mile çıkmasını kabul etmişti. 2010 yılı sonunda yayınlanan Wikileaks belgeleri içinde en dikkat çekenlerden birisi şöyle idi:
“Türk Dışişleri yetkilisi Büyükelçi H.B., ABD Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Tina Kaidanow’a Ankara’nın Yunan karasularının altı milden daha fazlaya çıkarılmasını incelemeye hazır olduğunu söyledi.”
Ege’de Statü Değiştirilemez. Bu bilgilerden çıkan sonuç açıktır. Dışişleri Bakanlığımız geçmişte Türk kamuoyu bilgisi dışında Ege’deki açık deniz alanlarını ve statükoyu aleyhimize değiştirecek  bir takım hal tarzlarını Yunanistan’la müzakere etmiş ve bazı sözler vermiştir. Bu yetkiyi kimden almıştır? Karasuları genişliğini farklı yerlerde farklı görme yetkisi TBMM tarafından bu bakanlığımıza verilmiş midir? “Selective-seçici” karasuyu artımı Türkiye’nin çıkarlarına tamamen aykırıdır. Ege’de açık deniz alanlarının mevcut durumunda en ufak bir değişiklik, Türkiye’nin Ege’den soyutlanmasına neden olur. Lozan’da tesis edilmiş üç millik karasuları genişliği dengesini 1936 yılında bozan taraf Yunanistan olduğu halde tepki verilmemesi ve daha da öte 1964 yılında bu dengesizliği altı millik karasuyu ilanı ile bozmuş olmamıza rağmen, bugün üçüncü bir hata yapma lüksümüz var mıdır? Ege’de taviz verecek taraf Yunanistan olduğu halde, sanki Türkiye denizdeki mücadeleyi kaybetmiş gibi alttan alan ve taviz veren taraf olamaz. Olmamalıdır. Dışişleri 15 Temmuz sonrası Ege sorunlarına Atlantik gözlükle bakma seçeneğini artık gözden geçirmelidir.



15 Ağustos 2016 Pazartesi

Mütareke Döneminde Kapanmayan Deniz Lisesi





Mütareke Döneminde Kapanmayan Deniz Lisesi
15 Temmuz ihaneti askeri liselerin özellikle son 20 yılda FETÖ’nün kuluçka alanı olduğunu ortaya çıkardı. FETÖ hainleri amiral ve generallik seviyesine kadar getirdikleri FETÖ militanları ile yetinmeyip, Kuleli Askeri Lisesi öğrencilerine boylarından uzun piyade tüfekleri vererek,  Çengelköy sokaklarına bile saldılar. (Bir bahriyeli olarak tesellim Heybeliada’da böyle bir trajedinin yaşanmamış olması.) Böylece tarihte hiç bir dönemde bu topraklarda örneği görülmemiş bir durum ortaya çıktı. Askeri şahıs statüsü taşımayan lise öğrencileri fiili bir darbe teşebbüsünde muharip personel olarak kullanıldı. Bu çocuklara emir veren sözde subayların az gelişmiş Afrika ülkelerinde çocuk savaşçıları ölüme gönderen barbarlardan ne farkı var? Bu okulların FETÖ’nün insan gücü kaynağına dönüşmesini önleyemeyen, kendilerine yapılan pek çok  müracaatı incelemeye bile almayan son 20 yılın yüksek komutanlığı bu tablodan tarih önünde sorumludur.
Deniz Lisesi Aydınlanma Tarihimizin Gözbebeğidir. Bu liseler içinde Deniz Kuvvetlerinin göz bebeği Deniz Lisesinin yeri çok özeldir. Heybeliada’nın sembolü olan Bahriye mektebinin kulesinde 1773 rakamını görürsünüz. Okulun kuruluş yılıdır. Bu topraklardaki en eski bilim yuvasıdır. Tabi kurulduğu yılda lise ve harp okulu gibi kavramlar yoktu. 1770 yazında Ruslara karşı yaşanan Çeşme yenilgisi sonucu Kaptan-ı Derya Cezayirli Gazi Hasan Paşa ve o yıllarda Osmanlı devleti hizmetinde bulunan Fransız danışman Baron de Tott’un girişimleri ile Kasımpaşa’nın Darağacı bölgesinde oluşturulan  ‘’Hendese Odası’’ , Mühendishane-i Bahr-i Hümayun’un (Bahriye Mühendis Mektebinin) temelini oluşturdu. Amaç matematik bilen ve böylece gemiye bilimsel seyir yaptıracak, mevki koyacak, rota çizecek mektepli zabit yetiştirmekti. Daha sonra bu küçük yer, 1784 yılında Camialtı civarında birkaç odayı kapsayan yeni bir binaya taşındı. 1789 yılında okul  seyir ve gemi inşa bölümlerine ayrıldı ve 1822’de Parmakkapı’daki Bıçkıhane binasına taşındı. Bugün Deniz Lisesinin yeri olan Heybeliada deniz kışlasının içindeki Kalyoncu Köşküne 1834 yılında nakledildi. Ancak kısa süre sonra Kasımpaşa’daki Cezayirli Gazi Hasan Paşa Konağı’na (Kasımpaşa Deniz Hastanesi Binası) geri döndü ve adı Mekteb-i Fünun-u Bahriye oldu. (Bu yıllarda okulun, Mekteb-i Bahriye-i Şahane,  olarak da anıldığı görülmektedir.) Okul, 14 Aralık 1851 tarihinde tekrar Heybeliada’ya taşındı. 1861 yılından itibaren okula alınan öğrenci sayısı artırıldı ve okul 4 yıl idadi (Lise), 2 yıl Harbiye, 2 yıl da eğitim gemilerinde staj olmak üzere 8 yıllık eğitim veren bir kurum haline getirildi. Lise kavramı ile okulun karşılamasının 155 yıllık öyküsü başlamış oldu.
Osmanlının en prestijli bilim yuvası. II Abdülhamit döneminde her açıdan gerileyen okul, V Mehmet Reşat döneminde toparlandı.  Bu dönemde İngiliz Bahriye Okulu esas alınarak, modern bir hale getirildi. Balkan savaşı yıllarında, okulun mevcut eğitim sisteminde değişikliğe gidildi. Buna göre 4 yıl süreli idadi (Lise) kısmından  mezun olanlar, 1 yıl okul gemisinde “deniz talebesi” olarak, müteakiben 3 yıl donanmada “mühendis” olarak eğitim görüp daha sonra üsteğmen rütbesi ile asıl görevlerine başladılar. Bu dönemde okul; “ada mektebi” adıyla sadece eğitim açısından değil, sosyal hayat açısından da ülkenin en nitelikli ve prestijli okulu olma özelliğini kazandı. Bu arada okul 1916-17 eğitim yılını ruhban okulu binasında geçirdi. Mondros mütarekesi sonrası işgal yıllarında Heybeliada ve Bahriye Mektebi çok zor günler yaşadı. Tam önüne Yunan Averof kruvazörü demirletildi. Tacizler oldu. Ancak kapanmadı. İşgal yıllarında  bir kısım öğrenci milli mücadeleye katılmak üzere Anadolu’ya geçti. Cumhuriyetin ilan edilmesi ve  ardından ‘’tevhid-i tedrisat’’ yasasının kabul edilmesi, okulun Bahriye Mektebi (Deniz Harp Mektebi)  ve İdadi (Lise) olmak üzere ikiye bölünmesine sebep oldu. Böylece Lise bölümü Heybeliada’da, Harp Mektebi  bölümü Divanhane olarak adlandırılan Kasımpaşa’daki eski Bahriye Nezareti binasına taşındı. Kasımpaşa’daki okul talebi karşılayamadığından adaya geri dönüldü. 12 Ekim 1930 tarihinde Deniz Harp Mektebi ve Lisesi adını alan okul Heybeliada’da eğitime devam etti. 1941’de  II. Dünya Savaşı nedeniyle Mersin’e taşındı. 1946 sonunda adaya geri döndü. 1948-1949 eğitim-öğretim yılında okulun adı Deniz Harp Okulu ve Koleji Komutanlığı’na dönüşmüşse de 1954 yılında adı son kez Deniz Harp Okulu ve Lisesi Komutanlığı oldu. 1963-1964 eğitim-öğretim yılında Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesi birbirinden ayrıldı. 1985 yılında Deniz Harp Okulu Tuzla’ya taşındı. Heybeliada Liseyi bağrına basarak 3 asır gören geleneği bozmadı.
Korutürk’ün Sözleri. 6’ncı cumhurbaşkanımız 3’üncü Deniz Kuvvetleri Komutanımız Fahri Korutürk’ ün okulumuzun 1973 yılında 200’üncü kuruluş yıldönümünde yayınlanan mesajı şöyle idi:
 “200 üncü yıl.. Bu, şüphesiz büyük bir aşama.. Bugünün iki süper devletinden birisinin, ABD’nin birliğini o tarihten üç yıl sonra tamamlamış olduğunu düşünmek bile olayın inceliğini anlatmaya yetiyor. Kaldı ki bu olay  batıya açılan pencereden gelen ilk ışıktır. ..Benim de feyz almış olduğum ve yarım yüzyıl önceki hatıralarını daima muhafaza ettiğim Deniz Harp Okulu ve Deniz Lisesinin, devletimizle birlikte payidar olarak, Türk milletine, karakterli, milliyetçi ve çağdaş teknolojiye hakim elemanlar yetiştirme görevini sürdürmesini gönülden diliyorum.’’
Tarihe Sadakat, Millete Sadakat. İki dünya savaşına, mütareke ve işgal dönemine dayanabilmiş bu yuvayı 15 Temmuz ihanetine kurban etmeyin. ABD, Rusya, Fransa ve pek çok ülkede lise seviyesinde ‘’Naval Preparatory School- Donanma Hazırlık Okulu‘’ statüsü altında örnekleri olan Deniz Lisesini korumak Cumhuriyet tarihinin yanısıra Osmanlı deniz tarihine de sadakattir. Tarihe sadakat de millete sadakattir.




8 Ağustos 2016 Pazartesi

Tarihten Dersler Işığında Yeni Komuta Yapısı





Tarihten Dersler Işığında Yeni Komuta Yapısı
15 Temmuz ihaneti Türk ordusunun tarihindeki en büyük ihanetidir. Sadece Atlantikçi kanlı bir darbe olmaktan öte, binlerce yıllık Türk ordusunun halkın gönlündeki manevi değerine büyük zarar vermiştir. Balkan Harbi sonrası Türk Subayı İstiklal Caddesinde yürüyemezdi. Halk Çatalca’ya kadar gelmiş ve Bulgar Ordusundan büyük bozgun yemiş ordunun subaylarını affetmemişti. Benzer şekilde aynı savaşta Boğaz Önü ve Doğu Ege Adalarını Averof kruvazörü ile birer birer işgal eden Yunanistan’a karşı Ege’de hiç bir varlık gösteremeyen Osmanlı Donanmasına da halk çok kırgın ve kızgındı.
Balkan Harbinde neden bu duruma düşmüştük? Sanayisiz ve bilimsiz Osmanlı bir de ordusu ve donanmasında siyasal çekişmelerin tuzağına düşmüştü. 31 Mart sonrası büyük tasfiyeler yapılmıştı. Donanma zaten askeri bir etki yaratabilecek durumda değildi. 20’nci yüzyıla zaten donanmasız girilmişti Orduda erken terhisler yaşanmış ve subaylar arasında İttihatçılar ile Hürriyet ve İtilaf Partililer arasında çekişme had safhadaydı. Emir komuta birliği yoktu. Harbiye Nezareti son anda müşterek bir karargah kurmuş ancak bu karargâhta ordular ve bahriye nazırlığı ile tam eşgüdüm ve iş birliği sağlanamamıştı. Tarihten ders almak gibi klişe bir giriş yapmayacağım. Ancak bugüne kadar yazdığım pek çok makalede vurguladığım bir hususu tekrar edeceğim. Siyaset adamlarımız ve devlet adamlarımız tarih  ve strateji okumalıdır. Tarih, özellikle siyasi tarih, jeopolitik ve strateji bilinmeden bir ülkenin kaderini çizemezsiniz.
Türkiye bir gecede alınan karaların zararlarını yıllarca çekti. 1952’de NATO’ya girişte komuta kontrol sahaları dağıtılırken Atlantik sistem bize sadece Karadeniz’i verdi. Ege ile Akdeniz’i Yunanistan’a bıraktı. 70’li yılların ortalarına kadar farkına varmadık. Kıbrıs ve kıta sahanlığı olayları başlayınca durumsal farkındalık oluştu. Aynı yıl FIR (Uçuş Malumat Bölgesi) sorumluluğu paylaşılırken Ege’de karasularımıza kadar dayanan hattı Yunanistan’ın ilerde egemenlik hakkı olarak kullanabileceğini kimse öngöremedi ve Atina, bu hattı Ege’yi sahiplenmek için kullandı. Kullanmaya devam ediyor. 1985 yılında Akdeniz Arama Kurtarma sahası çizilirken hattın güneyini  Kıbrıs’ın bölünmüşlüğüne göre çizen büyüklerimiz neden Doğu Akdeniz’deki kıta sahanlığımızın güney sınırını hesaba katmadılar. 1980’de NATO’ya geri dönen Yunanistan’dan  Evren Hükümeti karşılığında ne aldı? Ege’deki komuta kontrol sorunları  lehimizde çözülemedi. 1990 sonrası güneydoğu Anadolu’muzu ipotek altına koyacak Provide Comfort (Çekiç Güç)  Harekâtına destek veren hükümetlerimiz ve genelkurmayımız bu silahın bir gün bize de ödeneceğini hiç mi düşünmedi? FETÖ 1980’lerden sonra damarlarımıza kadar girmeye başlarken, 4 Temmuz 2003 Çuval skandalı sonrası Kara Kuvvetlerindeki Atatürkçü, milli çıkar odaklı general ve subayları budayan ya da terfi ettirmeyen yüksek komutanlık, kumpas davalara uzanan sürecin kapısını açmadı mı? 15 Temmuz saldırısının alt yapısına hizmet ettiklerinin farkına varamadılar mı? Neticede 15 Temmuza gelen yolların parke taşları Atlantikçilerden daha Atlantikçi generaller /amiraller ve askeri vesayeti kaldırmalıyız vizyonu içindeki muhalefet dahil her kesimden siyasetçinin taşıdığı  taşlar ile döşendi. Bu yapı 15 Temmuzda Atlantikçi patronları için Türk halkına ateş etti. Bu ateş sadece yaşayan nesillere değildi. Sadece Cumhuriyete de değildi. Tarihimize ateş ettiler. Plevne’ye, Silistre’ye Gelibolu’ya Conkbayırı’na, Sakarya’ya, Dumlupınar’a, Kıbrıs’a da ateş ettiler.
Komuta Yapısı Gözden Geçirilmelidir. Türk Silahlı Kuvvetlerinin bu duruma gelmesinde aşırı merkeziyetçi ve kara ağırlıklı komuta yapısının rolünün olduğunu söylemek hata olmayacaktır. Yüksek Askeri Şurada oy çokluğunun karacı orgenerallerin tekelinde (14’te 10) olması mevcut yapının ve güç sisteminin korunmasını sağlamıştır. Öyle ki soğuk savaş sonrası tüm dünya savunmadan güvenliğe, topyekun harpten kriz menejmanına geçerken Genelkurmay Başkanlığı ve kuvvetler geleneksel soğuk savaş komuta yapısından yeni düzene geçmeye çalışmadı. Örneğin pek çok gelişmiş ülke askeri gücünü savaşan ve destekleyen unsurlar olarak ayırıp, yüksek hazırlıklı muharip birlikleri müşterek komutanlıklar kurarak icranın emrine verirken,  savaşa hazırlayan birlikleri ayrı bir yapılanma içinde tuttu. Bu ülkeler Genelkurmay Başkanlığı görevini müştereklik kavramı içinde değerlendirip her üç kuvvet mensupları arasında nitelik ve liyakate dayalı bir rotasyon bazında donatırken, Genelkurmayımız Başkanlık ve İkinci Başkanlık dahil tüm önemli başkanlıkları kara kuvvetleri tekelinde tutmaya devam etti. Bu durum aşırı merkeziyetçilikle birleşince silahlı kuvvetler üzerindeki siyaset denetimini de asgaride tuttu. Silahlı Kuvvetler içinde bir kontrol ve denge sistemi yaratılamadı.  FETÖ’nün en az emniyette olduğu gibi TSK içinde yuvalanması  ile general ve amirallerinin son 6 yılda yarısının FETÖ militanı olmasını bu yapı önleyemedi. Bırakalım bir işlem yapılmasını ‘’Silahlı Kuvvetler FETÖ kuşatması altında’’ diyen emekli subaylar ve kumpas mağdurları orduevlerine bile sokulmadı. Diğer taraftan hükümetin kendini koruma refleksi ile kuvvetleri Milli Savunma Bakanlığına bağlaması süreci sadece ordunun siyasallaşması kapsamına indirgenmemelidir.  Bu konu ayrı bir inceleme ve tartışma konusudur. Çok önemlidir. Ancak Hükümetin aldığı bu kararın yüksek harbe hazırlık ve dinamik/süratli bir komuta kontrol yapısına geçişin de tartışılmasına fırsat sağlaması gerekir.  Bu konular aceleye gelmez. Tarih rehberimiz olmaya devam etmelidir.