25 Eylül 2016 Pazar

Amerikan Silah Sanayiine Başkaldıran Senatörler





Amerikan Silah Sanayiine Başkaldıran Senatörler 
                  ABD Başkanı Dwight Eisenhower,  Askeri Endüstriyel Kompleksin ABD için ne denli risk oluşturduğunu, görevini John F.Kennedy’e devretmeden birkaç gün önce şu şekilde açıklıyordu:                 “Askeri Endüstriyel Kompleksin devletin kurumlarında bilinçli veya bilinçsiz bir şekilde, teminatsız etki elde etmesi konusunda tetikte olmalıyız.”
                  Neydi Eisenhower’ı bu şekilde düşünceye iten? ABD ikinci Dünya Savaşı’nda özellikle Pasifik Cephesini desteklemek üzere olağanüstü boyutlarda silahlanma programlarını yürüttü. Bu savaş ABD ekonomisinin gerçek bir savaş makinesine dönüşümünü sağladı. Savaşın sonunda gerekmediği halde nükleer silah kullanıldı. 1949 yılında Sovyetler de nükleer silahlara sahip olunca Soğuk Savaş boyunca sadece nükleer silahlara 1 trilyon dolar harcadılar. Öyle ki nükleer alanda kısıtlayıcı bir anlaşma (SALT) ancak 1972 yılında imzalanabildi. ABD’de 1952 yılında 1000 nükleer başlık varken bu sayı, 1961 yılında 23,000 olmuştu. Diğer savaşların aksine, ABD İkinci Dünya ve Kore Savaşları sonrasında ordusunu küçültmedi. 1952–53 yılları ABD bütçesinin üçte biri savunmaya ayrılmıştı. Bu durum ABD’de silah sanayini siyaset üzerinde en önemli baskı aracı ve lobi grubuna dönüştürdü. Halen ABD Savunma bütçesi 585 milyar dolarla dünya birincisi. Bu sektör, ABD dışında yerkürenin hiç bir bölgesinde kalıcı barış istemez. Sahip oldukları emekli askerler ile diplomatların yer aldığı düşünce ve medya kuruluşları üzerinden düşman yaratma, tehdit oluşturma ve silahlanma konusunda tarihin kaydettiği en güçlü enstrümanlara sahiptirler. (Diğer araçlardan birisinin Hollywood olduğunu hatırlatalım.) ABD Deniz Kuvvetlerinde 90’lı yılların sonlarında uzun bir süre okunması teşvik edilmeyen ve hatta ABD Deniz Harp Okulunda satışı yasaklanan “Fall from Glory – The Men Who Sank the US Navy” adlı kitabında gazeteci, Gregory L. Vistica özellikle 80’li yıllarda, Reagan döneminde ABD silah sanayi etki ajanı (Bahriye Bakanı) John Lehman’ın ABD Deniz Kuvvetleri için trilyon dolarlık yeni yatırımları gerektiren  “600 Ship Navy”  programının Sovyet deniz tehdidinin nasıl şişirilerek pazarlandığını belgeleriyle ortaya koymuştu. Lehman’a göre Sovyetler 1000 gemilik donanmayı hedefliyordu.
                  ABD’de Uyanış Başlıyor mu? ABD silah endüstrisi  soğuk savaş sonrası Kuzey Kore, Çin ve Rusya aleyhinde kamuoyunu şekillendirmeye devam ederken Suudi Arabistan gibi yağlı müşterilerini kamuoyuna barışçı, demokrat bir ülke olarak lanse ediyor. Halbuki Yemen’de Suudilerin yaptığı katliamlar artık gizlenemiyor. Yemende sivil katliamlar rekora koşuyor. İsrail için  geçen hafta onaylanan gelecek on yıl için 38 milyar dolarlık askeri yardım paketinin asıl amacının Amerikan silah şirketlerine destek olduğu bilinen bir gerçek. Zira bu yardımın ancak dörtte biri ile İsraillin kendi milli  silahları satın almasına izin veriliyor. Tüm bu gayretlerin amacı  Amerikan vergi mükelleflerine daha çok silah aldırmak ve yabancı devletlere daha çok Amerikan silahı satmak. 14 Eylül 2016’da Amerikalı gazeteci/yazar Stefen Kinzer,  Boston Globe Gazetesinde yayınlanan  köşe yazısında ABD Barış Enstitüsü ile dalga geçiyor. Zira bu kurumun başında eski Beyaz Saray Ulusal Güvenlik Danışmanı Steven Hadley var. Bu zat aynı zamanda ABD’nin en büyük silah şirketi Raytheon’da üst düzey yönetici. Kinzer, diğer silah devi Lockheed Martin’e de iğnesini batırıyor. Barış enstitüsüne bir milyon dolar bağışlayan firma geçen ay Polonya’ya milyonlarca dolarlık uçaksavar füzesi sattı. Hadley yaptığı konuşmalarda çok sayıda Rus askerinin öldürülmesini teşvik ediyor ve Putin’in  ceset torbalarına hassas olacağını söylüyor. ABD Barış Enstitüsünün başındaki kişinin fikirleri böyle. ‘’NATO için ABD Komitesi Derneği’’ de farklı değil. Lockheed Martin üst düzey yöneticisinin kurduğu bu dernek de NATO nun genişlemesinde büyük rol oynadı. NATO genişlerken Polonya ve Macaristan’ın F 16 alması   da tamamen tesadüf! 50 ye yakın büyük silah firması aynı zamanda kongre ve başkanlık seçimlerinde adaylara en büyük maddi katkı ve bağış yapanların başında geliyor.
Dört Senatörün Meydan Okuması. Evet böylesine karanlık bir tablo sergilenirken 7 Eylül 2016’da  Amerikan Senatosunda hiç beklenmedik bir olay yaşandı. Dört senatör (Cumhuriyetçi Rand Paul, Mike Lee ve Demokrat Chris Murphy ve Al Franken), Suudi Arabistan’a 1,15 milyar dolarlık silah satışının engellenmesi için önerge verdiler. Önerge, 21 Eylülde oylandı. Maalesef satış, 27 Hayır oyuna karşılık 71 evet ile onaylandı. Temsilciler Meclisinde 64 vekil  satışın durdurulmasını isteyen bir mektubu imzaladı. Obama 2009’dan bu yana sadece Suudi Arabistan’a 42 ayrı anlaşma ile 115 milyar dolarlık silah satışını onaylamıştı. Dört senatörün çıkışı her geçen gün küresel barış ve istikrar için tehdit oluşturmaya devam eden Amerikan Silah Sanayini etkilemez. Ancak çok önemli bir başlangıçtır.

                 





18 Eylül 2016 Pazar

Amatör Denizciliğimizin Yabancı Bayrak Sorunu





Amatör Denizciliğimizin Yabancı Bayrak Sorunu
                  Denizcilik gücünü ilgilendiren tüm alanlarda yaratılan katma değerler, istihdam ve ulusal geliri etkiler, refah ve mutluluğu arttırır. Ancak bu değerler, geçmişten gelen tarihi miras ve birikimin ışığında, kendine has bir kültür ve kitleler üzerinde psikolojik etki alanı da yaratır. Bu, elle tutulamayan, somut bir şekilde listelenemeyen, denize ve denizciliğe yönelik psikososyal güç alanıdır. Mavi uygarlığın olmazsa olmazıdır. Bu alan, halkın ve devletin deniz ve denizciliğe yatkınlığı ve yakınlığı ile hayat bulur. Psikososyal güç alanı, Mahancı deniz gücü teorisinde halkın ve hükümetin karakteri olarak nitelendirilen faktörlerin bir sentezidir. Sonuçta deniz kültürünü oluşturur.
                  Amatör Denizcilik Amiral Gemisidir. Denizcileşmenin psikosoyal güç alanında Amiral Gemisi amatör denizciliktir. Deniz kültürünün en üstteki basamağıdır. Zira denizle halkın tekne üzerinden etkileşim sağladığı bir  alandır. Denizi seven, onu seyretmekten, yüzerek onunla bütünleşmekten hoşlanan bir kişiyi bir basamak yukarı taşıyarak tekne üzerinden denizle karşılıklı etkileşim içine sokar. Osmanlı ve Cumhuriyet miraslarımız, yarımada coğrafyasındaki evimizde bu kültürün geçmişte ne denli gelişmiş olduğunu örnekliyor.
                  1895 yılında İstanbul’da 35 bin sandal vardı. O yıllarda nüfusun 900 bin civarında olduğunu düşünürsek 25 kişiye bir sandal düşüyordu. Bugün ülkemizde 7 kişiye bir otomobil düşerken 2218 kişiye bir tekne düşüyor.
                  Amatör Denizciliğin Dört temel Sorunu: Günümüzde amatör denizciliğin en ciddi sorunları 4B ile özetleniyor. Bunlar Bayrak, Bağlama, Belgelendirme ve Bağlama Kütüğü olarak karşımıza çıkıyor. Evet deniz kültürünün temelini oluşturan denizle etkileşişimin en önemli aracı basit bir tekne sahibi olmak yüksek vergilerle caydırılıyor. Marinacılığımız dünya gezgini yelkencimiz Özkan Gülkaynak’ın tanımlaması ile AVM marinacılığına dönüştüğünden sıradan bir yelkenli teknenin yıllık bağlama masrafı tekne maliyetinin neredeyse % 10’una yaklaşıyor.  2009 yılında her ne kadar amatör teknelerden alınan MTV  kaldırıldıysa da onu ikame edecek yıllık Bağlama Kütüğü harcı ile KDV ve ÖTV sonuçta tekne sahibine ciddi maddi külfet yüklüyor.  Bu durum günümüz  vatandaşı ‘’homo economicus’’u yeni çözümlere ve arayışlara itiyor. Devlet bütüncül perspektifte maalesef denizcileşme idealine uzak durduğundan, tekne alımı ve idamesini devlet bütçesi için kazanç aracı olarak görüyor ve amatör denizciyi dolaylı olarak cezalandırıyor.  Bu durumda özünde yalın deniz sevgisi yatması gereken amatör denizci, ekonomik davranışa zorlanıyor. Kısa ve kestirme yollar bulunuyor. Tam bu noktada karşımıza kişi üzerine değil de ticari firma üzerine kayıtlı tekne ile yabancı bayraklı ve hatta yabancı isimli amatör denizci tekne kavramı çıkıyor. Teknesinde yabancı bayrak taşıyan kişilerle yaptığım görüşmelerden çıkan sonuç şu: ‘’Eğer devlet benim deniz sevgimi yüksek vergilerle  cezalandırıyorsa, ben de yasalara ve kurallara uyarak deniz sevgim üzerinden devletin beni sömürmesine izin vermiyorum. Örneğin Amerikan bayrağı ve Delaware limanının ismini teknemin kıçında taşımak beni de rahatsız ediyor ama deniz sevgim, bu rahatsızlığın psikolojik sorunlarına galebe çalıyor.  Bundan rahatsız olması gereken devlettir.’’
                  Yabancı Bayrağın menfi psikosoyal sonucu. 1000 yıllık anavatanımızın kıyılarına aborda/kıçtankara olan ya da mavi vatanda alargada/seyir halinde olan amatör teknelerimizde Türk bayrağından daha çok başta Amerikan bayrağı olmak üzere yabancı bayrak var. Peki bu durumdan kim kazançlı çıkıyor? Doğal olarak başta ABD olmak üzere yabancı bayrak sahibi devletler. İşte tam bu noktada makalenin başlığındaki sorun bir tokat gibi suratımıza çarpıyor. Denizcilik gücümüz içinde en önemli yeri tutan deniz kültürümüz Amerikan veya yabancı diğer bayraklarla süsleniyor. Birbirinden güzel yelkenli ve motorlu tekneler, AVM kalitesindeki marinalarla birleşince  refah ve mutluluğun somut bir tablosunu ortaya çıkarıyorlar. Ama tablonun çerçeve ve paspartusunda Türk Bayrağı yok. Bu tablo karşısında şu soruyu sormadan geçemiyoruz. Ülkemiz işgal mi edilmiştir? Neden güzellik ve refah Amerikan bayrağı ile bütünleşiyor? Psikososyal kazanç neden ay yıldıza gitmiyor? Biraz marina sınırları dışına çıkalım. Yanımızdaki balıkçı barınağına geçelim. O da ne tüm bayraklar Türk. Zira kabotaj kanunu çerçevesinde yabancı bayraklı tekne balıkçılık yapamaz. Ancak barınaklar perişan halde. Hurdalık ve eskimişlik her yerde. Ancak Türk bayrağı da her yerde. Bir yanda Amerikan bayraklı bir cennet marina, diğer yanda Türk bayraklı geri kalmış bir barınak. Güzel, zengin ve prestijli alan yabancı bayrağa teslim.
                  Devlet Denizcileşmelidir. Devletin denizcileşmesi bu tablonun düzeltilmesi için şarttır. Sorun Maliye Bakanlığı Gelirler Genel Müdürlüğünün vergi oranlarına bakışı değildir. Sorun devletin denizcileşmeyi isteyip istemediğidir. 15 Temmuz sonrası yakalanan birlik ruhu içinde devletten bu makale özünde dileğimiz marinalarımızda ve sularımızda dalgalanan bayrakları  millîleştirmesi ve Türk amatör denizcisini bayrak sorunundan kurtarması; Balıkçı Barınaklarını geliştirmesidir. Bunun zamanı çoktan gelmiştir.










11 Eylül 2016 Pazar

Çin’in Deniz İpek Yolunda Türk Limanı da olmalıdır.

Çin’in Deniz İpek Yolunda Türk Limanı da olmalıdır.
               Geçen hafta Şanghay Üniversitesi Türkiye Araştırmaları Merkezi Direktörü Prof. Guo Changgang 'ın davetlisi olarak ’15 Temmuz sonrası Türk-Çin ilişkileri’’ konulu çalıştaya, daha sonra Xiamen şehrindeki dünyaca ünlü CIFIT Fuar ve Konferans Merkezinde Çin Gunumuz Dünyası Çalışmaları Merkezi (CCCWS) ile Çin Uluslararası İpek Yolu Düşünce Kuruluşları Birliği (SRTA) ortak düzenlediği “21 Yüzyılda Deniz İpek Yolu'nun İnşası ve Uluslararası Endüstriyel İşbirliğinin Geliştirilmesi” adlı ikinci diyalog toplantısı ve konferansa konuşmacı ve panelist olarak katıldım. Her iki akademik  faaliyetin Hangzhou’da  geçen hafta toplanan G-20 zirvesinde yer alan ülkemizin varlığı ile daha da güçlendiğini söylemeliyim. Xiamen, Fujian eyaletinde 1420 yılında deniz ipek yolunun başladığı tarihi liman şehri. Diyalog Toplantısı ve konferansa yeni ipek yolu üzerindeki ülkelerden Mısır’ın eski Başbakanı (Essam Sharaf), İran’ın eski Cumhurbaşkanı yardımcısı (Hasan Ghafouri), Tayland’ın Eski Meclis Başkanı  (Bhakin Bhalakula), Sri Lanka Enerji Bakanı (Chandima Weerakkody)  gibi devlet adamlarının yanısıra, deniz/kara ipek yolunun geçtiği ya da etkilendiği 60 ülkeden üst seviye diplomat, akademisyen, iş adamı ve düşünce kuruluş temsilcileri katıldı. Merkezi İstanbul’da bulunan ve  başkanlığını iş adamı Adnan Akfırat’ın yaptığı Çin İş Geliştirme ve Dostluk Derneği’nin (Çin İş Der) Uluslararası İpek Yolu Düşünce Kuruluşları (SRTA) Birliğine üye olarak seçilmesi ve Çin Dış İlişkiler Bakan Yardımcısından bu etkinlikte sertifika alması Türkiye’ye iyi bir fırsat sundu.
              Pire Limanı ve Deniz İpek Yolu. Çin’in toplam ekonomileri 21 trilyon dolar olan 65 ülkeyi ticari, endüstriyel ve sosyo-kültürel alanlarda buluşturacak ‘’tek kuşak tek yol’’ (one belt, one road) projesinde sadece kara ulaştırma bacağında yer alan ülkemizin deniz bacağında da yer alması önemli.  Çin, maalesef Avrupa’ya denizden giriş kapısı olarak 2009 yılında Yunanistan’ın Pire Limanını seçti. Bu limanın büyük bir bölümünü satın aldı. Halen çok etkin bir şekilde kullanıyor.  Çipras iktidara gelmeden önce bu stratejik limanın satışına izin vermeyeceğini söylemesine rağmen, seçildikten sora izin verdi. Başta Hewlett Packard ve Sony olmak üzere dünya devleri Avrupa pazarlarına bu limandan taşınan konteyner (kutu yüklerle) giriyorlar. AB ve ABD baskısına rağmen Yunanistan’ın Çin ile böylesine büyük stratejik önemdeki işbirliğine girmesi içinde bulunduğu ekonomik durgunluğun bir sonucu. Pire limanı Yunan Milli Gelirine geçen önemli katma değer sağladı.
                  Deniz İpek Yolunda Neden Yokuz? Karar vericilerimiz zamanında kara ipek yolunun Avrupa’ya entegrasyonunda en önemli terminalin Türkiye olacağı; bittiğinde Kars-Tiflis-Bakü demiryolu  hattının, gelecekte inşası planlanan Kars-Edirne yüksek süratli demiryolu hattına entegre olması ile bu alanda zaten alt yapının hazır olacağı varsayımları ile deniz ipek yoluna önem vermemiş olabilirler. Ancak denizciliğimizin kalkınması ve Anadolu yarımadasında dünyanın en önemli konteyner hub (merkez) limanlarından en azından birine sahip olmamız, 21nci yüzyılda deniz ipek yolunda yer almamızı çok önemli kılıyor. 2012 yılında dünyanın en yoğun 50 konteyner limanı içinde sadece İstanbul Ambarlı Limanı, iki milyon TEU ile 49’uncu sırada yer alabildi. UNCTAD 2012 Deniz Ticaret Raporuna göre ülkemiz konteyner taşımacılığında dünya 24’üncüsü; düzenli hat (liner ) bağlantı endeksinde (connectivity) ise, 20’nci.
                  Çandarlı Limanı Büyük Fırsattır. Tam bu noktada karşımıza Kuzey Ege Denizinde  inşası devam eden 12 milyon TEU kapasiteli Çandarlı (derin su) merkez (hub)  limanı projesi çıkıyor. Son 20 yılda 230 milyon dolar devlet yatırımı yapılan limanın 2013 yılında 900 metrelik mendirek inşaatı tamamlandı. Projede hedef, Çandarlı Limanının 2000 metrelik rıhtımı ile dünyanın en büyük 10 konteyner limanı arasına girmesini sağlamak. Ancak 2013 yılında yap-işlet-devret modelinde müteakip safha inşaat ve işletim yatırımları için açılan ihaleye, katılan olmadı. Çinliler ilgilendiyse de ihale bedelini yüksek buldular. Ayrıca, mevzuattan, intermodal taşımacılık kolaylıklarına (demiryolu bağı ve kapasitesi, kara yolu kapasitesi vb.) kadar, pek çok eksiklik yatırımcıları uzaklaştırdı. Bugün 4 milyon TEU kapasite için kabaca 750 milyon Euro yatırıma ihtiyaç var. Bunu Çin pek kolay karşılayabilir.
                  Çin İkna Edilmelidir. Diğer taraftan Çin’in deniz ipek yolunda Avrupa ana merkez (hub) olarak Pire limanını seçmesi, gelecekte Ege’de  yaşanabilecek Türk-Yunan ihtilaflarında  taraf olmasını tetikleme potansiyeline sahiptir. Ayrıca, Çin’in orta ve uzun vadede en büyük jeopolitik ve ekonomik rakibinin -girift ve karşılıklı bağımlılık taşıyan ekonomik ilişkilere rağmen- Atlantik blok olacağını söylemek hata olmayacaktır. Kuruluşunu ve mevcut ekonomisini bu yapıya borçlu olan Yunanistan’ın yarın Çin’e uygulanacak –örneğin güney ya da Doğu Çin Denizi kaynaklı ihtilaf sonrası-bir ambargoda hangi tarafı tutacağını kimse bilemez. 2012 yılında Rusya, Fransa’dan satın aldığı 2 büyük amfibi hücum gemisini (LPD), 2014 Kırım Krizi sonrası içinde kendi personeli varken, Brest’te terk etmek zorunda kalmış parasını ancak tahkim sonunda geri alabilmişti. Avrasya’nın Atlantik sistemle stratejik işkillere girmesinin riskleri tarihte saklıdır. Türkiye bu riskleri, Ege Denizi’nin hassasiyetini ve Çandarlı’nın avantajlarını Çin’e anlatarak, Çandarlı Limanının da Deniz İpek Yolu Projesi kapsamına alınmasında ısrarcı olmalıdır. Bu durum hem Çin’in çıkarlarına hem de Ege deki Türk Yunan dengesine hizmet edecektir. Aksi takdirde gelecekte Yunanistan’la yaşanacak en küçük krizde Çin’in kendi ekonomik çıkarları nedeniyle taraf olması kaçınılmaz olacaktır. Pire’nin büyümesi ise Ege’de Yunanistan’ın jeo ekonomik önemini artıracaktır.








Kıbrıs Anadolu’dur.

Kıbrıs Anadolu’dur.
Anadolu Kıbrıs’a Tam Bağımlıdır. Diğer bir deyişle Anadolu yarımadasındaki geleceğimizin savunma, güvenlik, huzur ve  refahı Kıbrıs Adasına tam bağımlıdır. Bu bağımlılık, Kıbrıs Türklerinin kendi güvenlik ve refah çıkarları ardına bırakılamayacak kadar değerli ve önemlidir. Bu önem 15 Temmuz saldırısından sonra daha da artmıştır. Zira 15 Temmuz, kendi ordumuza Müslüman bir dinsel gizli örgütlenme (FETÖ) üzerinden sızan Atlantik sistemin, Türk üniformalı uşakları tarafından halkımıza ateş açabildiği bir  sürecin terminal safhasını  temsil eder. Yani ‘’Atlantik sistem kendi içimizde bunu yapabildiyse dışarıda neler yapabilir?’’i düşünmemiz gerekir. Yarın, adadaki Türk askeri varlığının yerini alacak bir başka yapı ile karşılaşılmayacağının garantisi var mıdır? Adanın AB ve ABD etkisinde gelecekte Anadolu ve Türk düşmanlarının yeşereceği bir güvenli liman olmayacağı garantisi var mıdır?
15 Temmuz Sonrası Yeni Konjonktür. Bugün ne Doğu Akdeniz Kıbrıs’ı kaybettiğimiz 1878 yılındaki Doğu Akdeniz”dir, ne de Türkiye çökme aşamasındaki Osmanlıdır.  15 Temmuzdan sonra Atlantik sistemin FETÖ üzerinden yok etmek istediği iktidarın da Kıbrıs’a daha gerçekçi jeopolitik bir yaklaşımla bakması gerektiği bir gerçektir. İçimize  sızmış ve meclisimizi bombalayacak kadar gözü dönmüş hegemonya uşaklarının varlığını düşünürsek, Anadolu’dan 60 mil uzaktaki bu stratejik adada askeri varlığımızın en ufak bir değişikliğe uğramasının bırakalım Kıbrıslı Türklerin gelecekteki can güvenliğine yönelik katma değer kaybını, Türkiye’deki siyasi iktidarların ve Anadolu’nun güvenliğine ve refahına yönelik  tehlike, tehdit ve riskleri düşünmek bile istemeyiz. (Türkiye’deki 15 Temmuz darbesini internet oyununa benzeten ABD Başkan Yardımcısının Kıbrıs merakını dikkate alarak...)
Kıbrıs Türkleri ve Jeopolitik Farkındalık Eksikliği.  Annan Planına  ’Yes Be Annem’’ diyerek adadaki Türk siyasi ve askeri varlığını sonlandırmak isteyen maalesef çoğunluk Kıbrıslı Türklerin jeopolitik ve reel politik farkındalığı, Anadolu’nun Kıbrıs  bağımlılığını algılayacak durumda değildir. Birleşmiş bir Kıbrıs, merhum Rauf Denktaş’ın ifadesi ile Osmos yolu ile Adadaki Türklerin eritilmesidir. Acıdır ki adadaki Türklerin pek çoğu erimek istemektedir. Bugün Kıbrıs çözüm süreci adı altında Anadolu’dan koparılmaya çalışılan KKTC’nin Türkiye için 21nci yüzyıldaki en büyük önemi, henüz üzerinde anlaşma sağlanamayan Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasındaki rolüdür. Ada, yeni planla birleştiği takdirde Türkiye Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge ve kıta sahanlığından hakkı olan 100 bin kilometrekarelik bir alanı kaybetmeye zorlanacaktır. Bu kez karşısına içinde sadece Rumların değil içinde Türklerin de olduğu birleşik Kıbrıs Hükümeti çıkacaktır.  Günümüzde Birleşik Kıbrıs AB havucu üzerden değil, enerji havucu üzerinden pazarlanıyor. Bu pazarlama başarılı olursa, AB üyesi Kıbrıs, Türkiye’nin Doğu Akdeniz kayıpları üzerinden zenginleşirken, Türkiye çıkarlarını korumak için parmağını bile oynatamayacaktır. Zira adada garantör olarak kalacak Türk asker sayısı sembolik olacak ve caydırma gücümüz ortadan kalkacaktır. Referanduma götürülecek yeni planın bu kez 2004’te olduğu gibi Rumlar tarafından reddedilme şansı yok. Yani talih yardım etmeyebilir.
Acheson Planı ve Meis Adası. Tarihten bir hatırlatma yapalım. 1964 yazında Kıbrıs’a müdahalemizi önleyen ünlü Johnson mektubundan sonra ABD, bozulan ilişkileri düzeltmek maksadıyla, “Acheson Planı” isimli yeni bir planla ortaya çıktı. Bu plana göre ABD Türkiye’ye ilk aşamada Meis adasının iadesini, Kıbrıs’ta iki ayrı Türk Kantonu kurularak, Karpas yarımadasında Türk Silahlı Kuvvetlerine bir üs verilmesini ve bunların karşılığında adanın Yunanistan’a bağlanmasını öneriyordu. Planı Türk tarafı kabul etti. Ancak karşı taraf reddetti. Meis adasının, Kıbrıs görüşmelerinde ABD tarafından Türkiye’ye iade edilmesi teklifinin diplomatik müzakereye konu olması bir yana, -ki bu aslında günümüzün Akdeniz MEB paylaşımındaki pek çok sorunu çözerdi- ABD’nin bugünün tam aksine adanın bölünmesini teşvik etmesi anlamlıdır. Türk tarafının planı kabulündeki ana faktörün Kıbrıs’ta savaşmadan Türk askeri varlığının tesis edilmesidir. Bunu en iyi bilen İnönü olmuştur. O dönemde Meis adasının çıkarlarımıza ve deniz yetki alanlarına etkisini Dışişleri Bakanlığında değerlendirecek kimse olduğunu sanmıyorum zira aynı yıl, Egede karasularımızı 3 milden 6 mile çıkardık. (Yunanistan bu işi 1936 da yapmıştı.) Dışişleri Yunanlılara 3 mile geri dönün diyeceği yerde büyük bir hata ile 6 mil karasuyu uygulamış ve Ege açık deniz alanlarını %75 den % 49’a düşürmüştü.
Bugün de aynı hatayı yapmayalım. Adaya çıkan askeri geri çekmeyin. Kıbrıs’taki kolordunun sayısını azaltmayın. Tartışmaya bile açmayın. Karadaki varlığımızın, 1964 yılında bize verilmeye çalışılan Meis Adasının gelecekteki MEB sınırlandırmasında ortaya çıkaracağı çok ciddi çıkar çatışmalarına karşı, elimizdeki en büyük koz olacağını unutmayın. Bağımsız KKTC’yi  Anadolu’dan ayırmayın. Sonunda tekrar ‘’biz aldatıldık’’ demek zorunda kalmayın.