25 Ocak 2017 Çarşamba

Umutsuzluk Savaşmadan Kaybetmektir.





Umutsuzluk Savaşmadan Kaybetmektir.
                  Mustafa Kemal Atatürk, Mondros Ateşkesinden 2 hafta sonra, 13 Kasım 1918 günü, 55 parçalık işgal donanması Sarayburnu açıklarından İstanbul Boğazına giriş yaparken Haydarpaşa Garında trenden yeni iniyordu. Kendisini bekleyen Fransız bayraklı Enterprise isimli istimbota (sonradan Kartal istimbotu) binerken yanındaki yaveri Cevat Abbas’a döndü ve ağzından 3 kelimelik bir cümle çıktı. ‘’Geldikleri gibi gidecekler.’’
                  Peki neydi Atatürk’ü bu kadar emin kılan? Bu sorunun cevabı şüphesiz onun içindeki akla, mantığa, tecrübeye, erdeme, bilgiye ve cesarete dayalı umut birikimiydi. Küresel gelişmeleri çok iyi takip ediyordu. İngiltere ve Fransa’nın borç batağında yürüttüğü savaşı artık yürütemeyeceklerini biliyordu. Adana’dan yola çıktığı 9 Kasım gününden itibaren Anadolu’nun değişik yerlerinde rastladığı Osmanlının yenilgisi ile onurları kırılan halk kitlelerinin gözlerindeki mücadele ateşini görmüştü. Hepsinden önemlisi Çanakkale’de Türk askerini ve milletini tanımıştı. Gururu, imparatorluklar kurmuş ve binlerce yıllık yazılı tarihi olan bir ulusun evladı olarak yenilgiyi kabul etmiyordu. En azından o an için teslim alınmış olabilirdi ancak bu yenilmiş anlamına gelemezdi. Zira yenilme yere düşüp ‘’AMAN’’ dilendiği andan sonra başlardı. Bu an asla gelmeyecekti. Bu nedenledir ki Atatürk daha sonradan  ‘’Umutsuz durum yoktur. Umutsuz insan vardır’’ diyecekti.
                  Umutsuzluk İntihardır. İkinci Dünya Savaşında Fransız ordusunda meteorolog olarak görev yaparken Almanlara esir düşen ve 9 ay Nazi hapishanelerinde kalan ünlü Fransız düşünür, Varoluşçuluk Felsefesinin kurucusu Jean Paul Sartre’Umutsuzluk insanoğlunun kendine karşı hazırlayabileceği suikastların en korkuncudur. Umutsuzluk manevi bir intihardır.’’ Diyordu.
Umut ve Onur kardeştir. Ulusal onur, vefa, tarihe ve geleneğe sadakat; vatan ve bayrak sevgisi ile donandığında umutsuz zamanların en iyi ilacıdır. Bu bağdan nasibini alabilen yüksek ruhlu, onurlu ve cesur yurtseverler zamanı gelir mütareke döneminde Anadolu’da Kuvay-ı Milliye’ye ve kurtuluşun deniz cephesine katılır; zamanı gelir bir 20 Temmuz sabahı Kıbrıs’ta gözünü kırpmadan Girne sahiline ölümüne kapak atmaya gider; zamanı gelir bir 15 Temmuz gecesi Atlantikçi FETÖ darbesinin kendi halkına kurşun sıkan teröristlerinin karşısına çıkar. Zamanı gelir bir 24 Ağustos sabahı Fırat Kalkanı harekatı ile emperyalizmin kalbine hançer gibi saplanır. Zamanı gelir intihar bombacısının üzerine atılır.
 Umutsuzlar niteliksiz çoğunluktur. Zira umutsuzluk teslimiyeti ve köleliği kabul eder. Fark yaratamaz. Biyolojik hayata odakladır. Gelecek nesilleri düşünmez. Ulusal ya da kişisel onur önemli değildir. Edilgendir. Boyun eğmeyi gerektirir. Genelde zor durumlarda umudunu kaybetmeyenler her zaman azınlıkta olmuştur, ama tarihi de onlar yazmıştır. Kurtuluş Savaşı ve Kuvayı Milliye bu konudaki en güzel örneklerdir. Bahriyeden örnek verelim. 1919-1922 arasında Bahriye Mektebi mezunu 233 deniz subayı Anadolu’ya kaçtı ve umut cephesine katıldı. Toplam 1500 subay içinde, sadece 233 kişiydiler. Ama farkı onlar yarattı. Karadeniz’de Rusya’dan taşıdıkları 400 bin ton cephane ile savaşın kazanılmasını sağladılar.

Cesaretin Gücü. Bu bağdan yani umutlu ve onurlu olmaktan nasibini almak, gelir durumuna, makama, ya da rütbeye göre gerçekleşmez. Bu bağ ruhun asilliği, başın her durumda dikliği, karakterin üstünlüğü ve yüreğin cesaretinden gücünü alır. Cumhuriyete, Mustafa Kemal’e, uygarlığa sahip çıkmak için paraya, güce veya üniformaya ihtiyaç yoktur. Tek ihtiyaç boyun eğmemek ve ruhen teslim olmamaktır. O da umut etmeyi gerektirir. Umudun olduğu her anda ve yerde mutlaka bir çözüm vardır. Umutsuzluk ise savaşmadan kaybetmektir.

18 Ocak 2017 Çarşamba

Geleceği Tasarlayabilmek




Geleceği Tasarlayabilmek
Geçen hafta içinde ABD Ulusal İstihbarat Konseyi Direktörü imzası ile ‘’Küresel Eğilimler’’ raporu, ‘’Gelişmenin Paradoksu (Karşıtlam)’’ alt başlığı ile yayınlandı. ABD İstihbarat Örgütlerinin koordinasyonunu sağlayan bir nevi çatı yapı konumunda olan bu konsey, devlet, özel sektör, akademi dünyası ve  silahlı kuvvetlerin temsilcilerini bir araya getirerek söz konusu raporu hazırlatıyor. Raporda  şu konular dikkat çekiyor:
1. Endüstri ve bilgi çağının sunduğu inanılmaz fırsatların yanında büyük tehlikelerin ortaya çıktığı paradoksal bir dünyada yaşıyoruz. 2. Dünya gelecek 5 yılda devletler arası ve içi yeni gerilimlere sahne olacak 3. Çin ve Rusya daha etkili olacak 4. Bölgesel saldırganlar ve devlet dışı aktörler hedeflerine erişim için büyük fırsatlar yakalayacak. 5. Küreselleşme gerileyecek. 6. Küresel ekonomi yavaşlayacak 7. Soğuk savaş sonrası yaşanan Amerikan hakimiyeti dönemi kapanıyor.  
Amerikan Hakimiyeti Dönemi Kapanıyor. Bu raporu esas alarak pek çok devletin, uluslararası kurum ve kuruluşların ve küresel firmaların gelecek planlaması yapacaklarını da göz ardı etmemek gerekir.  Raporda az sayıda da olsa gerçekler kadar, Atlantik sistemin kendi algılarını oluşturma ve yaymaya yönelik  çok sayıda yanlış bilgi ve olgu olduğunu eklemeliyiz. Raporda dikkat çeken en önemli cümle, soğuk savaş sonrası yaşanan Amerikan hakimiyetinin sona erme sürecine girildiğinin kabul edilmesi. (For better and worse, the emerging global landscape is drawing to a close an era of American Dominance following the Cold War.) Amerikan istihbaratının başındaki bir bürokratın bu yorumu yapması kolay değildir. Zira bu ve benzeri raporlar, kongreden bütçe kapma yarışında olan askeri endüstriyel yapının bağımlısı kuvvet komutanlıkları ile savunma bakanlığına silahlanmada gerekçe sağlayan en önemli dokümanlardır. Bu baskıya rağmen konseyin  gerçeği kabul etmesi ve hakimiyetin artık sorgulanmaya başladığını belirtmesi söz konusu hakimiyetin temeli olan askeri gücün de artık asıl belirleyici faktör olmadığının da bir kabulü olmaktadır. (İlginçtir, ünlü Amerikalı  stratejist Brzesinski de 26 Aralık 2016’da Huftington Post isimli internet gazetesine verdiği röportajda şunları söylüyordu: ‘’Çinliler zayıflamış, tükenmiş ve aklı karışmış olsa da ABD’nin dünyada hala bir numara olduğunu  ama kendilerinin de neredeyse bir numara olduğunu biliyorlar.’’)
Paradokslar Dünyası.  Rapor, küreselleşme  ve uluslararası ticaretin büyümesi ile toplumların birbirine bağlanması ve yoksul kesimlerin zenginleşerek orta gelir sınıfına geçmesine katkı sağlandığı saptamasını yapıyor. Endüstri ve teknolojideki gelişmelerin büyük fırsatlar sunduğunu; Diğer taraftan  bu fırsat ve olanakların aynı zamanda dünyayı çok tehlikeli bir hale getirdiğinin de altını çiziyor. Çin ve Hindistan örnekleri dikkate alınırsa bu doğru bir saptama. Ancak küreselleşmenin menfi etkilerine rapor hiç değinmiyor. 2008 krizini sanki başka bir dünya yaratmış, ya da Arap Baharında Soros tipi vakıflar veya ABD STÖ’lerinin hiç bir rolü yokmuş gibi bir tablo çiziliyor. Daha da öte raporda ABD’de finans, savunma sanayi, enerji firmaları ve büyük holdingler ile savunma Bakanlığı, CIA, FED, Dışişleri Bakanlığı gibi kurumların oluşturduğu   güç merkezi ‘’establishment’’ karşıtı küresel hareket, popülist ve şok edici bir gelişme olarak değerlendiriliyor. Rapor kısaca dünyanın tehlikeli bir hale gelmesinde Atlantik yapının rolüne hiç değinmiyor.
Önümüzdeki gergin beş yıl. Değerlendirme, gelecek beş yılda küresel ekonominin yavaşlayacağını, pek çok devlet, kuruluş ve hatta güç sahibi ferdin jeopolitiği şekillendireceğini belirtiyor. ABD hakimiyetinin küresel çapta azalmasının uluslararası düzen ve işbirliğini zora sokacağını ve bilgi çağında artık mutlak gerçeğin bulunmasının zorlaşacağını ve bu nedenle dünya olaylarında artık paylaşılmış tek bir görüşün hakim olamayacağını; Bu durumun güvenliğe zarar vereceğini belirtiyor. Kaynakların süratle kısıtlandığı, buna karşılık talebin her alanda arttığı ve küresel ekonominin yavaşladığı bir dönemde kaosun hakim olacağı ve demokrasinin bundan zarar görerek otoriter rejimlerin yerine geçeceği saptaması yapılıyor. Soğuk savaştaki Vietnam ve Afganistan savaşlarının benzerinin bugün Ortadoğu,  Afrika ve Güney Asya’da vekalet savaşları üzerinden yaşandığı bunun da terörü artırdığı ve artırmaya devam edeceği değerlendiriliyor.
Rusya ve Çin Güçleniyor. Dünyada yeni güç merkezlerinin oluşmasının pek çok ülkenin daha fütursuz ve tehditkâr olacağı, içine kapanan bir batı ve ABD ile yeryüzünde çatışma önleme süreçlerinin ve mekanizmalarının zayıflayacağı; insan haklarının ikinci plana itilmesi ile Rusya ve Çin’in her alanda Amerikan etkisini dengeleyecek konuma gelecekleri tespiti raporun dikkat çeken vurgularından birisi.  Benzer şekilde malzeme ve silaha güvenin çatışma risklerini artırmasının beklendiği de raporun ana fikirlerinden.
Küreselleşme karşıtlığı artıyor.  Rapora göre her ne kadar küreselleşme ve teknolojik gelişmeler milyarlarca insanın yoksulluğunu azaltmışsa da batıdaki orta sınıfı fakirleştirdi ve küreselleşme düşmanlığını artırdı. Göçmen akışı dünya tarihinde son 70 yılın rekorunu kırıyor. Göçmenler ücret politikalarını etkiliyor. Diğer yandan teknoloji ve otomasyonun insana iş gücü olarak bağımlılığı azaltması ve düşük büyümenin de fakirliği azdıracak. Bu durum da milliyetçilik artırırken, gerilimleri yükseltecek.
Gelecek ABD Tekelinde Olamaz. Rapor özetle küresel hegemonyanın kendi vizyonu ve değerleri ile yazılmış, gerçeklerden çok Amerikan çıkarlarının şekillendirilmesine teorik alt yapı hazırlamaya yarayan bir metne sahip. Örneğin raporda adı geçen bölgesel saldırganlar tabiri neye göre belirlenmiş? ABD’nin çıkarlarına uymayan ülkeleri saldırgan ya da haydut devlet olarak nitelendirdiğini biliyoruz. Dünyanın karşılaştığı  çevreden göçmenlere, vekalet savaşlarından, dinci terörün artmasına kadar pek çok alanda ABD sorumluluğu ortada iken, dünyanın analizini Marslı bir gözlemci gibi yapmanın geleceğe ne faydası olabilir ki? Bir hatırlatma yapalım. Bugün 6,5 milyar insan ortalama bir Amerikalı gibi yaşasaydı kaynak olarak yedi tane yerküreye ihtiyaç olurdu.  Sorun Amerikan güvenlik, savunma, tüketim ve mutluluk standardının ne pahasına olursa olsun devam ettirilmesidir. Bu da artık mümkün değildir.


9 Ocak 2017 Pazartesi

İttifaklar Dağılır, Devletler Kalır.





İttifaklar Dağılır, Devletler Kalır.
1 Eylül 1939’da Alman panzerleri Polonya’ya girerken Sovyet-Alman Saldırmazlık Anlaşmasının imzası üzerinden tam bir hafta geçmişti. Ancak III. Reich’ın 22 Haziran 1941 günü 4,5 milyon asker, yüzbinlerce tank ve motorlu araç ile Sovyetler Birliğine saldırısını bu anlaşma önleyememişti.     Ya da I. Balkan Savaşında, 13 Kasım 1912 günü Çatalca’ya kadar gelip Osmanlı İmparatorluğunun başkentini neredeyse işgal edecek konumdaki Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan ittifakı, Ege’den denize çıkma hayali ile yaşayan Bulgaristan’ın 29 Haziran 1913 günü kendi müttefiklerine aniden saldırmasını önleyememişti.
Dünya siyasi tarihi sürprizlerle doludur. Sürprizlerin bazıları yukarıda örneklendiği üzere bozulan ittifak sistemlerinden kaynaklanmıştır. Ama diğer savaş nedenleri gibi (siyasi, dinsel, etnik, ekonomik vb) bozulma nedenlerinin ardındaki asıl enerji daima jeopolitik çıkarlar olmuştur. Almanlar Sovyetler üzerinden petrol alanlarına ve İran Körfezine inmeyi, Bulgarlar Ege’den denize çıkmayı istiyordu. Sovyetler II Dünya Savaşında jeopolitik bütünlüklerini 26 milyon insan kaybederek korudurlar. Bulgarlar 1913’te girdikleri kumarla, elde ettiklerini de kaybetti.
Vekalet ve Terör Savaşları. Günümüzde de ittifaklar, koalisyonlar var. Ancak siyasi tarihte gördüğümüz savaş süreçleri artık yaşanmıyor. İkinci Dünya Savaşından sonra BM Antlaşması ile devletler arasında savaş yasaklandığından, artık hükümetler savaş deklarasyonunda bulunmuyorlar. Savaşlar üç metotla yürütülüyor. Ya BM Güvenlik Konseyi kararları sonucu, çoğu Atlantik sistemin kontrolünde oluşturulan  koalisyonlara yetki verilerek; ya vekalet savaşları (Proxy Wars) üzerinden, ya da ’terör’’ üzerinden yürütülüyor. Ancak terörün bir araç ya da taktik olduğunu hatırlatalım. Tek başına sonuç alabilecek bir enstrüman değil. 1970’ler sonrası dünyaya enjekte edilen neo-liberal kapitalist sistemin ayakta kalabilmesi için kullanılan değişik araçlardan biri olan terörün asıl amacı, hegemonya iradesine karşı gelenleri terör üzerinden, ülkede istikrarsızlık yaratarak cezalandırmak, toplumu sindirmek, hükümetleri istifaya zorlamak, başarısız devlet yaratarak turuncu devrimler sonucunda iktidarı ve siyasi hedefleri ele geçirmek. Burada doğrudan askeri bir hedefin ele geçirilmesinden söz etmiyoruz. Örneğin Türk Ordusu bugün El Bab’da askeri bir harekatta başarı elde ediyorsa onu durdurmanın bir yolu Türkiye’yi dalga dalga teröre maruz bırakarak dolaylı tutumla Türk devletini geri çekilmeye zorlamak.
Terör Atlantik Sistemin ürünüdür. Günümüzde terörün ateş gücünün asıl kaynağının Afganistan, Irak, Libya ve Suriye müdahaleleri sonrası ortaya saçılan hafif silah ve patlayıcıların proliferasyonu ile bu kanserli dokusunun değişik şekillerde metastaz yapmasından kaynaklanıyor. Maalesef bu kanser  İslam coğrafyasını ve halklarını kullanıyor. İslam coğrafyasının bilimde, endüstride, sanatta, innovasyonda, gelişmişliği ilgilendiren her alanda geri kalmışlığını, parçalanmışlığını ve kolayca radikalleşebilme eğilimini kullanıyor. Hegemonyanın istihbarat örgütlerine bu durum bulunmaz bir fırsat sunuyor. Günümüzde artık çocuklar bile IŞID’in, Taliban veya El Kaide’nin hegemonya kontrolünde ABD öncülüğünde kurulduğunu ve beslendiğini biliyor. 15 Temmuz 2016’da örneklendiği üzere savunmasız halk üzerine ateş eden bir terör örgütü olan din temelli F tipi örgütün de ABD tarafından ülkemizde operasyon yapmak üzere desteklendiği artık hukuki belgelere geçen somut bir gerçek. F tipi örgütün 2002 yılındaki seçimlerden sonra iktidar partisine –her ne kadar aldatıldık dense de-  7 Şubat 2012 tarihine kadar bir ittifak bağı ile destek olduğu da siyasi tarihimizin bir gerçeğidir. Bu ittifak aynen Ribbentrop-Molotov ittifakının sonu gibi büyük bir saldırı ile parçalandı. O dönemde saldırı kararını veren Almanlardı. Bütün Avrupa’yı işgal etmişlerdi ancak bu Hitler’in hırsını tatmin etmemişti. 15 Temmuzda saldırı kararını veren de ABD güdümündeki FETÖ oldu. 2002’de iktidar partisinin seçimlerde kazanması ve devletin dönüştürülmesi için her türlü desteği veren Atlantik cephe, neden 15 Temmuzda tüm cephelerden Türk halkına saldırdı? Neden her gün patlayan bombalar ve suikastlar ile bugün de saldırmaya devam ediyor? Olay sadece iktidar partisinin hegemonya ile anlaşmazlığına bağlanabilir mi? Ya da Türkiye’nin iç siyasi çekişmelerine? Hayır. Olayın temeli jeopolitik kaynaklıdır. Akdeniz’e çıkışı olan hegemonyanın kuklası bir Kürt Devletçiğinin kurulması asıl amaçtır. Jeopolitiğe ekonomik çıkarları da ekleyebiliriz. ABD’nin Afganistan müdahalesinin asıl nedeninin 11 Eylül olmadığı artık bilinen bir gerçek. Baba Bush’un Yönetim Kurulunda olduğu Unocal Şirketinin Imron gaz boru hattının Kazakistan-Özbekistan- Afganistan- Pakistan üzerinden geçirebilmek için Afganistan’a Savaş açıldığını kim redde bilir? Ya da AB/D’nin Irak ve Libya saldırılarının enerji kaynaklı olduğunu?
Türkiye Teslime Zorlanıyor. Bir an için 15 Temmuz darbe girişiminin başarılı olduğunu düşünün. Bugün Kürt Koridoru Akdeniz’e erişmişti. Bağımsız Kürdistan’ın ilanı tamamlanmıştı. Kıbrıs’ta birleşme tamamlanmış ve Türk askeri çekilmişti. Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarımız fiilen yok edilmişti. Montrö Sözleşmesinin varlığına rağmen Karadeniz’de NATO deniz varlığı  artırılmıştı. Kardak benzeri ada, adacık ve kayalıklara yönelik gelecekteki tüm taleplerimiz kurumsal hafızalardan bile silinmişti. Rusya ve Çin ile yakınlaşma düşmanlığa dönüştürülmüştü. Bugün patlayan bombalar 65 yıllık ittifak sisteminin temelden parçalanmasının sancılarıdır. Atlantik iradesi ile Türkiye’nin teslim alınmasına yönelik 15 Temmuz sürecinin başka strateji ve taktiklerle devamıdır.
Hükümet tarihten ders almalıdır. Nasıl ki 15 Temmuz sonrası Türkiye’nin sokakları ve iktidara ait binalar Atatürk posterleri ile donatılmışsa bugün de yapılacak odur. Ayrıştırmaktan kaçının. Hegemonyanın kutuplaştırma ve iç savaşı körükleme stratejisinin parçası olmayın, bu tuzağa düşmeyin. Onlara malzeme vermeyin. Halk adına sizlere verilen egemenlik gücünü birleştirmek için kullanın.    Madem ki Kurtuluş Savaşı seferberliği çağrısı yapılıyor o zaman, ‘’zamanın ruhunu 1922’ye taşıyın.’’ Zira başka kurtuluş yok.





1 Ocak 2017 Pazar

Yeni Yılda Okyanuslardan, Denizlere Beklentiler





Yeni Yılda Okyanuslardan, Denizlere Beklentiler
         Bu köşede geçen hafta, 24 Mart 2013 sonrası yazdığım 200’ncü yazım yayınlandı. Bu yazılarımda gerek Türkiye’nin jeopolitiğine gerekse küresel güç mücadelesine yönelik vurguladığım ana fikirleri şöyle özetleyebilirim: Birincisi: 21’inci yüzyıl deniz ve okyanuslar yüzyılı olacak. İkincisi: 21’inci yüzyılda hegemonya geçmiş yüzyıllarda olduğu gibi okyanuslarda el değiştirecek. Üçüncüsü: 21’inci yüzyılda Türkiye, tarihinde hiç olmadığı  kadar çevrelendiği denizlere bağımlı olacak.
Deniz ve okyanuslar yüzyılı: 21nci yüzyıl. Bugün  dünyada tüketilen petrolün kabaca % 30’u, doğal gazın % 50’si okyanus tabanından çıkarılıyor. 2015 yılında denizler üzerinde toplam 270 açık deniz petrol sondaj tesisi varken, bu sayı 2030 yılında 620 olacak. Arktik Okyanusu, Doğu Akdeniz, Karadeniz, Güney Atlantik, Meksika Körfezi ve Gine Körfezi deniz dibi enerji kaynaklarının yeni ve yoğun merkezleri olacak. Küresel ekonominin can damarı olan ticaret dünya üretiminin kabaca üçte birini oluşturuyor. Bu ticaretin neredeyse % 86’sı denizler üzerinden taşınıyor. 2015 yılında 100 bin ticaret gemisi, 20 bin liman arasında 11 milyar ton yük taşıdı. Bu miktar 1973 yılında 3,5 milyar tondu. Her 15 yılda 1 milyar artan dünya nüfusunun yarısı eğer deniz ulaşımı olmasaydı, ya açlıktan ya da soğuktan donarak ölürdü. Bu satırlar yazılırken deniz üzerinden günde 42 milyon varil petrol taşınıyordu. Dünya nüfusunun % 90’ı sahillerin 1000 km.si içinde yaşıyor. Mega kentlerin % 60 ‘ı sahillerin 100 km.si içinde. Okyanus ve denizlerin canlı kaynakları küresel protein ihtiyacının % 20 sini karşılıyor.
Okyanuslarda el değiştirecek hegemonya:  Modern tarihte dünya siyasi haritasını şekillendiren devletlerin tümü, denizde güçlü donanmalar ve deniz ticaret filoları dolaştıran devletler oldu. Güç denklemi son derece basitti. “Her kim denizlere hükmederse, ticarete hükmeder. Her kim dünya ticaretine hükmederse, dünyanın zenginliklerine hükmeder ve sonuçta dünyanın kendisine hükmeder.” Günümüzde bu kural değişime uğramadı. Deniz ticaret rotalarının geçtiği en önemli sekiz düğüm noktası (Hürmüz, Babel Mandeb, Türk Boğazları, Malakka, Süveyş, Panama, Cebelitarık, Danimarka Boğazları) küresel bir güç tarafından kontrol edildiği sürece küresel hegemonya o güce ait olacaktır. Bugün için bu hegemonya ABD ve bağlısı Atlantik sistemdir. Ancak 21’nci yüzyılda bu güce, Şanghay İşbirliği Örgütü çatısı altında Çin-Rusya ittifak sistemi ile meydan okuma sürecine girilmiştir. Amerikan deniz gücü artık Asya’nın kuzey, doğu ve güney sahillerine 30 yıl öncesinde olduğu gibi serbestçe yaklaşamıyor. 2016 yılında bu kapsamda değil 20 yıl, beş yıl önce hayal edilemeyen gelişmeler yaşandı. Akdeniz’de, Güney Çin Denizinde Çin-Rus ortak tatbikatları; Bering Boğazında varlık gösteren, Hint Okyanusunda denizaltı karakolları başlatan, Alaska açıklarına gelen Çin Donanması; ya da Atlantik, Baltık ve Akdeniz’de aynı anda varlık gösteren, Hazar Denizindeki savaş gemilerinden  fırlattığı gezginci füzelerle Suriye’deki kara hedeflerini vurabilen Rusya, Atlantik sistemin son 30 yıllık okyanus monopolünü kırıyor. 2016 yılını tamamlarken Çin’in önce Güney Çin Denizinde Amerikan araştırma gemisinin  dronuna el koyduğunu ve 2016’nın son haftasının başında tek uçak gemileri Liaoning’i Güney Çin Denizine konuşlandırdığını görüyoruz. Çin, tipik ganbot diplomasisi uygulamaları olarak  dış politikada donanma deniz gücünü sonuna kadar kullanıyor.
2017 de küresel beklentiler: Rusya ve Çin’in denizlerde artan varlıkları Amerikan Savunma bütçesinde Deniz Kuvvetleri payının artması için gerekçe teşkil edecektir. Trump 350 gemi hedefini yakalamak ve askeri endüstriyel yapıya borcunu ödemek için bu fırsatı kullanacaktır. Yeni yılda Güney Çin Denizinde Amerikan ve Çin donanmalarının karşılıklı güç gösterilerine şahit olurken, Baltık ve Akdeniz’de Rus donanmasının varlığı NATO’yu daha saldırgan bir konuma sokacaktır. 2016 Baltops tatbikatı benzerlerini 2017’de hem Akdeniz, hem Baltık’ta görmeye devam edeceğiz. Karadeniz’deki NATO varlığı Türk Rus yakınlaşması nedeni ile 2017’de Varşova Zirvesinin hedeflerini tutturamayacaktır. Küresel ve bölgesel rekabetlerde son sözü denizaltılar söyleyeceğinden dünyanın her yerinde sualtına, denizaltılara büyük yatırımlara devam edilecek. Arktik Okyanusunda her an için Rusya ve NATO sahildarları arasında tırmanma yaşanacak olaylara hazır olmak gerekecek. Gine Körfezinde deniz haydutluğu artışı beklenebilir.

Denizlere tam bağımlı Türkiye: Türkiye, Doğu Akdeniz deniz yetki alanları ve Ege sorunları ile geçmiş yıllardaki kadar uğraşmaya devam edecektir. NATO’nun Ege’de mülteci krizi ile mücadele gerekçesi ile varlık göstermesi Ege’deki çıkarlarımızı menfi etkilemeye devam edecektir. Karadeniz’de Türk Rus yakınlaşması ile ara verilen BLACKSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekatı işbirliği süreçleri yeniden başlayabilir. Türkiye kendisine karşı sertleşen NATO ve Batı politikaları nedeni ile Montrö rejimini çok daha hassasiyetle idame etmek zorunda kalacak ve başta Romanya olmak üzere Batının emrivaki politikalarına aracılık eden sahildarlara karşı dikkatli bir tutum takınacaktır.  Kıbrıs’tan asker çekilmesinin Türkiye’nin jeopolitik intiharı olacağını asla unutmadan 15 Temmuz darbe girişiminden alınan dersler ışığında, KKTC bağımsızlığı için daha çok çaba harcanacaktır. Türk Hükümeti Anadolu’nun jeopolitik geleceğinin bir avuç KKTC politikacısının inisiyatifine bırakılamayacağını yaşayarak öğrenecektir.