30 Nisan 2018 Pazartesi

AB’nin Bir Kuşak - Bir Yol (OBOR)’da ilk İtir

Description: IMG_0131
AB’nin Bir Kuşak - Bir Yol (OBOR)’da ilk İtirazı
Uzak Asya’da çok önemli gelişmeler yaşanıyor. İki Kore liderinin hafta içindeki tarihi buluşması bölgesel ve küresel barış için çok büyük önem arz ediyor. İki lider, Kore yarımadasının nükleer silahlardan arındırılması ve iki devlet arasında karada, havada ve denizde askeri çatışmaya neden olabilecek düşmanlıklardan vaz geçecekler konusunda anlaştılar. İşin özü Kore yarımadasında süper güçler için Koreli yani kardeş kanı dökmeyeceklerini teyit ettiler. Bu buluşmanın asıl amacının Kuzey Kore’nin nükleer silahlardan vaz geçmesine odaklandığı biliniyor. Diğer yandan Kuzey Kore’nin bu büyük taviz karşılığında Güney Kore’de bulunan Amerikan güçlerinin kısmen de olsa geri çekilmesi konusunda kazancı olup olmadığı bilinmiyor. Ancak Kuzey Kore liderinin Güney Kore’de sempati kazanacağı ve bu yakınlaşmanın her geçen gün artan Amerikan aleyhtarlığının da etkisi ile Güney Kore - ABD ilişkilerini sarsabileceği bir gerçek. Yeni durum Çin’in jeopolitik güvenliğini de her koşulda etkileyecektir. Zira bölünmüş Kore, bugüne kadar Çin jeopolitiğine hizmet etti. Birleşik ve Amerikan etki alanına girmiş Kore, Çin’in yumuşak karnını oluşturur. Diğer taraftan Kuzey Kore ile Güney Kore gelecekte birleşir ve Amerikan üsleri geri çekilirse bu Çin için büyük başarı olur. Her koşulda yeni durum, jeopolitik olduğu kadar ekonomik sonuçları da tetikleyecektir. Ekonomi devi Çin’in yanı başında gerçekleşen bu buluşma, şüphesiz OBOR girişimini etkileyecektir.
AB Raporu OBOR’u Eleştiriyor. Diğer yandan Çin ile Avrupa birliği arasındaki bir kuşak - bir yol  (OBOR) girişiminin balayı safhasının sona ermeye başladığının sinyalleri geliyor. Geçtiğimiz hafta Pekin’deki 27 Avrupa Birliği ülkesinin büyükelçileri (Macaristan hariç) ilk kez OBOR projesini eleştiren bir rapora imza attılar. Raporda OBOR’un adil olmayan küresel bir ticaret ortamı yarattığını, Çin’in büyük devlet firmalarını rekabeti bozacak şekilde avantajlı bir konuma getirdiğini dile getirdiler. AB, jeopolitik sonuçları olan OBOR girişiminin,  Çin’in empoze ettiği şartlar altında gelişmesinden rahatsızlık duymaya başlıyor. Her ne kadar günümüzde AB’nin Çin politikası karşılıklı ticarette aleyhlerine olan dengesizliği düzeltmeye yönelik olsa da OBOR girişiminin etkinliğini artırması ile mevcut durum  tam aksine söz konusu açığı daha da artıracak görünüyor. Avrupa için en önemli endişe alanı ‘’Bir Yol’’ yani Deniz İpek Yolu bacağında oluşuyor. Çeşitli nedenleri var.

Mavi Ekonomi Büyüyor. Deniz ipek yolu sadece Çin’den Avrupa’ya gelen deniz ulaştırma rotalarından oluşmuyor. Aynı zamanda bu limanları Avrupa içlerine bağlayan entegre demiryolları projelerinden de oluşuyor. Bu demiryolları da AB fonları ile değil, Çin finansmanı ve sübvansiyonu ile işliyor. Çin’in mavi ekonomi adını verdiği denizcilik ekonomisinin hacmi dünyanın ilk 15 büyük ekonomisi arasında yer alıyor. Bu hacim, Çin’in milli gelirinin sadece %10’u civarında bir değer olsa da Çin’in denizleri daha çok kullanmasına neden oluyor. Çin’in mavi ekonomi için sloganı ‘’yenilikçilik ve küresel liderlik’’ tir.  Küresel liderlik geniş perspektif ve orta vadede Çin’e rekabette büyük avantaj sağlıyor. Örneğin, Çin’in COSCO gibi büyük kamu şirketlerinin AB ülkelerindeki liman ya da demir/kara yolu yatırımları bu ülkelerin ulaştırma giderlerinde çok ciddi tasarruflar yaratıyor. Ancak Çin’in bu tip yatırım alanlarını seçmedeki siyasi tercihleri Avrupa’da hassasiyet yaratıyor.  Benzer şekilde Çin’in yüksek teknoloji alanında ‘’Çin yapımı 2025-Made in China 2015’’ sloganı adı altında denizcilik sektörünü yüksek teknoloji alanına bağlaması ve özellikle lüks yolcu gemileri inşasında öne çıkması Avrupalı gemi inşa sektörünü son derece rahatsız ediyor. Benzer durum yakında denizlerde derin su sismik araştırma ve keşif-sondaj teknolojilerinde yaşanabilecek.

OBOR, AB Ülkelerini Bölüyor. Yukarıda örneklenen durumlar sadece Çin-AB ekonomileri arasında değil, AB ülkeleri arasında da ciddi rekabet yaratıyor. Daha da öte AB ülkeleri arasında bölünmeye neden oluyor. Örneğin 2017  Haziran ayında AB’nin BM nezdinde gündeme getirdiği insan hakları raporunu Yunanistan, Çin Lehine veto etti.  Yunanistan bu vetoyu tamamen ekonomik nedenlerle yapmıştı. Çin’in en büyük denizcilik firması COSCO’nun 2016 yılında pire limanının %51’lik hissesini 281 milyon €’ya satın alması ve bu limanı Asya ve Avrupa arasındaki ana düğüm limanına dönüştürme kararı almış olması asıl nedendi.
Yunanistan Çin’e Ortak Olamaz. Brexit hezimetinin ve kendi içinde ekonomik güçlükler ile  zorlanan AB ülkelerinin pek çoğu için OBOR can simidi niteliğinde. Macarlar ve Polonyalılar gibi nispeten fakir ülkeler, Çin’i AB’den daha yakın ekonomik ortak olarak görmeye başlıyorlar. Bu nedenledir ki 2012 yılında Çin ile yakınlaşma için kurulan CEE 16+1 platformu (Merkezi ve Doğu Avrupa Ülkeleri+ Çin) OBOR’da önemli ortaklıklar ve projeler geliştiriyor. Pek çoğu eski Varşova Paktı ülkesi olan bu AB üyelerinin demiryolu ve yolları yenilenmeye muhtaç. Geçen haftaki rapora Macaristan dışındaki AB üyeleri imza attılar. Buna Yunanistan da dahil. Şimdi merak edilen Çin’in bu yumuşak uyarıyı nasıl değerlendireceğidir. Zira Avrupa’ya giriş limanı olarak seçtiği Pire limanının sahibi Yunanistan gelecekte Batı ile Çin arasında ABD baskısından kaynaklanan Çin aleyhine bir ambargo kararı alındığında baskılara dayanamaz. Umarım Çin bu dersi almıştır. Pire yerine Çandarlı Limanımız Çin’e çok daha güvenilir bir giriş limanı olacaktır.





27 Nisan 2018 Cuma

Montrö Sözleşmesinin Değerini Bilebilmek


 
Montrö Sözleşmesinin Değerini Bilebilmek
7 Nisan 2018 tarihinde 225 metre boyunda 75 bin tonluk (DWT), 60 bin ton arpa yüklü Vita Spirit isimi dökme yük gemisi güneye intikal ederken Kanlıca önlerinde makine arızası yaparak tarihi Hekimbaşı yalısına bindirdi. Maddi hasar oluştu. Can kaybı yaşanmadı.  Malta bayraklı gemi,  Yunan armatöre ve Filipinli kaptana sahipti. Vita Spirit kazasından sonra Montrö Sözleşmesi ve Kanal İstanbul konuları sıkça gündeme geldi. Her iki konu da Türk Boğazlarında sadece seyir ya da deniz emniyetini ilgilendiren konular değildir. Bu hassas konular aynı zamanda Türkiye’nin 21. Yüzyıldaki savunma, güvenlik ve jeopolitik geleceğini ilgilendiriyor. Bu yazımızda, coğrafyamızda yeni bir ada yaratarak bir jeopolitik risk alanı oluşturmanın yanısıra, çevresel felakete neden olabilecek özelliklere sahip Kanal İstanbul’dan ziyade Montrö Sözleşmesi değişiklik iddialarına karşı, argümanlar gündeme getirilecektir.

Montrö Sözleşmesi Jeopolitik Araçtır. 75 bin tonluk geminin bir yalıya çarpıp maddi hasar vermesiyle Montrö’nün değişimini dile getirmek ya jeopolitik bilgisizlik ya da kötü niyetten kaynaklanmaktadır. Öncelikle vurgulamak gerekirse Montrö Sözleşmesinde bugüne kadar doğrudan ya da dolaylı olarak değişiklik ya da ilga talep edenler 1939’dan bu yana her dönemin emperyalist hegemonları olmuştur. Çünkü Montrö Sözleşmesi esas olarak Boğazlardan geçişi düzenleyen bir deniz emniyet sözleşmesi değil,  Karadeniz ve dolaylı olarak Akdeniz’de deniz güvenlik rejimi tesis eden  bir sözleşmedir. Sözleşmenin bu  yönünü anlamak için jeopolitik, tarih, uluslararası hukuk ve strateji bilmek gerekir. Örneğin İkinci Dünya Savaşında tarafsız kalan Türkiye’nin bu statüsünü korumada en büyük enstrümanı Montrö Sözleşmesiydi. Örneğin savaşın ilerleyen yıllarında boğazların Almanların lehine kullanıldığı iddiaları çokça dile getirildi. Tuna yolu ile Köstence’ye getirilen silah ve cephanenin boğazlar üzerinden Ege Adalarına iletildiği, özellikle İngilizler tarafından iddia ediliyordu. 1944 yılı Haziran ayı içinde Kessel sınıfı bir Alman ticaret gemisinin silah taşıdığı, Ege’de İngiliz donanması tarafından yapılan bir aramada ortaya çıkınca, Türk Dışişleri Bakanı Numan Menemencioğlu 19 Haziran 1944 günü istifa etti. Montrö Sözleşmesi Türkiye’nin 1936  yılının devlet ve donanma gücüyle elde edebildiği öyle önemli bir  kazanımdı ki, Lozan’dan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci sigortası olan bu kazanımı hegemonlar nezdinde gündeme getirmemek ve sorgulatmamak için bir bakan istifa edebiliyordu. Zira Montrö’den daha büyük bir kazanımı o günün şartlarıyla elde etmek mümkün değildi. Montrö’nün sağladığı imkanlardan daha iyi bir anlaşma bugün için de mümkün değildir.

Denizde emniyet, savunma ve jeopolitiğin üstüne çıkamaz. Montrö, Türkiye’nin jeopolitik kazanımı ve deniz güvenliğinin en büyük garantilerinden birisidir. Bize 13 yıl aradan sonra dönemin çok zor askeri ekonomik ve siyasi koşullarında Türk Boğazlarını geri vermeyi başaran bu sözleşmeyi, kaza sonrası değiştirme maksadıyla masaya yatırmayı savunanların, 2004 yılında kendi rızası ile Annan Planına evet diyen ve adadaki Türk ordusunun geri çekilmesine onay veren KKTC vatandaşlarından farkı yoktur. Montrö Sözleşmesi ve rejimi ortadan kalktığı anda Türk Boğazlarından 15,000 tondan daha büyük savaş gemilerinin Karadeniz’e geçemeyeceği, ya da Karadeniz’e çıkan  sahildar dışı devletlere ait savaş gemilerinin 21 günden fazla kalamayacağı gibi yasakların ortadan kalkacağını bilemiyorlar mı? Ya da bu kişiler Türkiye’nin kendini bir savaşa yakın, ya da savaş durumunda bulduğunda, Boğazlar üzerinde savaş gemilerinin geçişi dahil her konuda tam yetkili olduğunu göz ardı mı ediyorlar? Sözleşme ortadan kalktığında Karadeniz’in deniz silahları yarış alanına döneceğini ve zaten batıdan ve Doğu Akdeniz’den kuşatılan ülkemizin kuzeyden de kontrolsüz bir silahlanma ile çevrelenerek askeri risk ve tehdit ortamıyla karşı karşıya kalacağını düşünemiyorlar mı? Tarihten bir örnek daha verelim. 1973 Arap İsrail (Yom Kippur) savaşında Sovyet Akdeniz Eskadronu, “Sovmedron”un Karadeniz filosundaki gemiler ile desteklenmesi, sözleşmenin geçişe yönelik tonaj limitleri ve ihbar süresi nedeniyle  kademeli oldu, böylece, Akdeniz’deki ABD 6’ncı Filosu ile ani bir tırmanmanın önüne geçildi. Bu tırmanma yaşansaydı Doğu Akdeniz’de NATO - Varşova Paktı çatışmasına kadar tetiklenecek daha büyük bir kriz ortaya çıkacaktı. Montrö Sözleşmesinin Akdeniz’deki dengeye katkısına bundan daha güzel örnek verilebilir mi? Yalı kazasından sonra Montrö Sözleşmesine dil uzatanlar bu gerçekleri ne kadar biliyor?
Kazalar Olacaktır. Kazalar geçmişte olduğu gibi gelecekte de var olmaya devam edecektir. Arıza veya hatalı karar sonucu oluşan kazaların varlığı, doğal boğazlara, insan yapımı kanallara ya da düzenleyici kurallara  göre değişmez. Kazaların nedeni coğrafya ya da hukuki enstrümanlar değil endüstriyel medeniyet ürünü gemi denen teknolojik varlığın karmaşık yapısı ile onu kullananların verdiği yanlış kararlardır. Montrö değişse,  Kanal İstanbul yapılsa da kazalar devam edecektir. Gemi yakıtının kalitesinden, mekanik, elektrik, elektronik ve hidrolik donanımda meydana gelen en küçük arıza bile geminin emniyetli seyir yapmasını engeller. Ya da en donanımlı gemi yanlış karar sonucu çarpışabilir, karaya oturabilir ya da batabilir. Burada önemli olan kaza riskini azaltabilmek ve kaza olduğunda kazanın ve kaza sonrası safhanın yönetimini sağlayabilmektir.
Ek Tedbirler Alınabilir. Montrö Türk Boğazları Sözleşmesi gündeme getirilmeden daha emniyetli geçiş önlemleri alınabilir. Bu geçmişte sağlanmıştır. Türk Boğazları Deniz Trafik Düzeni Tüzüğü, Montrö Sözleşmesi ruhunu zedelemeden emniyet sağlamaktadır. Çok ciddi ve önemli kazanımdır. Deniz Trafik Ayırım Düzeninin (TSS)  1995 yılında Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO) tarafından kabul edilmesi bu kazanımın dışa vurumudur. Ayrıca 30 Aralık 2003 yılında uygulamaya konulan Türk Boğazları Gemi Trafik Hizmetleri Sistemi (TBGTH) boğazlarda seyir emniyetini artırmıştır. Türkiye bu kuralları ve tedbirleri dünyaya ilan etmiş ve kabul ettirmiştir. Günümüzde de ek kuralların tesis edilmemesi için neden yoktur. Örneğin uğraksız geçen gemilerin çevreye tehdit oluşturmadan geçişlerini sağlamak amacıyla refakat römorkörü alması gibi bağlayıcı kurallar tartışılmalıdır. Ya da günde 2/3 milyon varil petrol hareketini sağlayan 20-25 tankerin boğazlardan geçişi Samsun-Ceyhan ya da İğneada - Saros Körfezi arasında tesis edilebilecek boru hatları ile asgariye indirilebilir. Kanal İstanbul’a harcanacak 42 milyar doların küçük bir bölümü ile bu boru hatlarının yapılabileceğini hatırlatalım. Hekimbaşı yalısına çarpan geminin adı Hayatın Ruhu (Vita Spirit) idi. Montrö’nün ölümsüz ruhunu hatırlatarak yazımızı tamamlayalım.


















17 Nisan 2018 Salı

Jeopolitik Fay Hatları Akdeniz’de değil, Pasifik ve Arktik’te Kırılacak

Jeopolitik Fay Hatları Akdeniz’de değil, Pasifik ve Arktik’te  Kırılacak
Dün sabaha karşı soğuk savaş sonrası neredeyse standart stratejik bir tiyatro haline gelen Kimyasal Ortadoğu senaryosu tekrarlandı. ABD ve ortakları Fransa ile İngiltere, denizden Suriye’deki askeri hedeflere Tomahawk saldırısı gerçekleştirdi. Burada tekrar edelim. Ortadoğuda  sadece füze saldırısı ile kesin stratejik bir sonuç elde edilemez. Ayrıca Akdeniz’de denize çıkışı olan bağımsız Kürdistan kurulmadığı sürece  bu jeopoltik sahne küresel hegemonyanın el değiştirme mücadelesinde ancak tali bir rol oynayabilir. Zira asıl mesele Avrasya adasının kontrolüdür. Bu adanın batısı Atlantik cephe, Akdeniz dahil, zaten NATO kontrolündedir. Ancak Pasifik ve Kuzey Buz Denizi (Arktik) Çin ve Rusya’nın kontrolündedir. Bu kontrol her geçen dakika ABD ve Atlantik aleyhinde genişliyor. ABD’nin ve İngiltere ile Fransa gibi müttefiklerinin Akdeniz meydan okumasını Atlantik sistemin Pasifik ve Arktik kayıplarına aceleci bir cevap olarak görmek lazım. (Bu arada İsrail’den daha güçlü ABD’deki İsrail’in maceracı şahinlerini de unutmamak lazım.)
Asıl Belirleyici Deniz Gücüdür. Tarihte tüm imparatorlukların kaderini denizdeki mücadele belirlemiştir. Denizdeki mücadele geniş okyanus alanlarında kontrol tesis edebilen ve bu suların önemli düğüm noktalarından geçen ticaret yollarını denetleyen güçlere ait olmuştur. Okyanus aşırı güç intikal yeteneği olmayan güçleri küresel güç ya da hegemonya olarak tanımlayamayız. Bu nihai yetenek ise iki unsurla başarılır. Donanmalar ve üsler zinciri.  Bu nedenle sadece denizdeki ateş gücü değil, aynı zamanda uzaktaki donanmalara lojistik destek sağlayabilmek, tarih boyunca çok  önemli olmuştur. Bu kapsamda küresel üs zincir sistemi ilk kez 15’inci yüzyılda Portekiz’in üsleri ile başladı. Merkantilizmin, sömürgecilik ile birlikte kapitalizme ve daha sonra emperyalizme dönüşmesinde okyanus aşırı güç intikali ve üsler sistemi ana faktör oldu. Günümüze kadar İspanya, Hollanda, Fransa, İngiltere, ABD ve Sovyetler Birliği (Soğuk Savaş döneminde) bu sisteme katıldı. Günümüzde 100 civarında denizaşırı üs ile ABD dünya tarihinde görülen en büyük üsler ağının sahibi.
Çin ABD’nin Yaptığını Yapıyor. 21’inci yüzyılda Çin, açık deniz donanması ve üsler zincirine sahip büyük güçler kervanına katılıyor. Bu unsurlar sayesinde ABD ile en azından Batı Pasifik bölgesinde deniz hegemonyasının el değiştirme mücadelesinin başladığını gözlemliyoruz. Çin, İngiltere’nin 18 ve 19. Yüzyıllarda; ABD’nin 19’uncu yüzyıl sonu ve 20’inci yüzyılda yaptığını tekrarlıyor. Bir yandan donanmasın büyütüyor, diğer yandan  üsler zincirini genişletiyor. Ancak son 300 yılın deniz hegemonları, kendi yaptıklarını normal kabul ederken, Çin’in yaptıklarını işgal, genişleme ve hukuksuzluk olarak görüyorlar. İngiltere güneşin batmadığı imparatorluk döneminde 30’a yakın denizaşırı üs ve üç yüze yakın savaş gemisi ile dünya ticaretinin ve neredeyse dünya üretiminin büyük bölümünü kontrol ediyordu. 1890 yılında ABD ekonomisi, İngiltere’yi geçti. Amerikan deniz gücü stratejisinin babası Albay Mahan’a göre San Francisco’nun 3000 mil içinde yabancı bir ülke donanmasına hizmet edecek lojistik üsse izin verilmemesi gerekiyordu. Bu nedenle 1893 yılında Hawaii adası işgal edildi. 1898 yılında Amiral Dewey Filipinleri işgal ederek Manila’da üs kurdu. 1899 yılında, Puerto Rico, Küba ve Samoa ABD üsler zincirine eklenmişti. İngiltere’yi küresel hegemonya yapan üsler zincirinin neredeyse tümünü  İkinci Dünya Savaşı sonunda ABD devraldı. Amerikan savaş makinesinin büyümesi ve nükleer teknolojiye geçişini Pasifik Cephesi teşvik etti. Japonya’nın nükleer güçle teslim alınmasından sonra ABD bu ülkede  32 ileri üs kurdu. Daha sonra Güney Kore’deki askeri varlığıyla Pasifik Okyanusu’nun batı kıyılarında ikinci Japonya yaratıldı. Soğuk savaş başlangıcında ABD’nin Pasifik’te Japonya, Güney Kore, Filipinler ve Avusturalya ile karşılıklı Güvenlik ve Savunma anlaşmaları yapması, Avrasya Adasının doğu kıyısındaki kontrolünü sağladı. Böylece Avrasya’nın batısında NATO ile sağlanan jeopolitik bütünlük,  doğuda Pasifik’teki üsler zinciri ve savunma paktları üzerinden sağlanmış oldu. ABD’nin 1971’de Basra Körfezi’nde Bahreyn’deki İngiliz üssünü devralması ve daha sonra Hint Okyanusu’nun ortasındaki Diego Garcia adasında büyük bir  üs inşa etmesi, üsler zincirini daha da güçlendirdi.
Ancak dünyanın en büyük okyanusunda Pax Amerika’nın zayıf kaldığı bir nokta vardı: Çin. Soğuk savaş sonrası Rusya ile yakınlaşması ve dünyanın en büyük ekonomisi haline dönüşmesi, Çin’in Avrasya’nın doğusundaki en büyük fay hattına dönüşmesine neden oldu. Bazı Amerikan tarihçilerine göre 1949 yılında bağımsız Çin devletinin kurulması İkinci Dünya  Savaşının muzaffer devi ABD’ye en büyük darbe olmuştu. Daha da öte Kore Savaşı’nda Kore Yarımadası’nın bütünlüğünün sağlanamaması bu yarayı daha da büyütmüştü. O zaman korkulan komünizmin etki alanını genişletmesiydi.
Donanma ve Üsler zinciri. Ama Çin, asıl hamleyi neo liberal okulun en büyük ürünü küreselleşme üzerinden yaptı. Üretimin gücünün sermayeden üstün olduğunu ispatladı. Ekonomik gücü küresel boyuta erişince doğal olarak deniz ticaret yollarının emniyeti öne çıktı. Etki ve kontrol alanlarını genişletme refleksi oluştu. Çin bunu iki alanda gerçekleştiriyor. Soğuk savaş sonrası süratle deniz gücüne dönüşen Çin, Güney ve Doğu Çin Denizi’nde ABD’nin 20. yüzyılın başında yaptığını yapıyor. Mahanist  yaklaşımla etki alanları ve üsler zincirini güçlendirmesi Avrasya’daki hegemonya mücadelesinde ABD’nin darbe üstüne darbe almasına neden oluyor. Çin’in 320 savaş gemisi, 57 denizaltı ve 2500 mil menzile sahip gemiye karşı balistik füze sistemleri ile artık Batı Pasifik, ABD için kriz zamanı bir nevi girilemez bölgeye dönüştü. Güney Çin Denizi’nde Spratly, Mischief kayalıkları gibi yerlerde üs ve inşaatlar yapması, ABD’nin küresel deniz gücü olmaya başladığında uyguladığı politikanın aslında kopyasıdır. Çin’in bir kuşak bir yol projesi (OBOR/BRI) ile birlikte deniz gücüne üsler zinciri eklemesi paralel ilerliyor. Deniz İpek Yolu (MSR) üzerindeki inci taneleri olarak adlandırılan üsler zinciri, bölgedeki ABD liderliğini ciddi şekilde risk altına almaya devam ediyor. Bu zincir, Çin’i uzak denizlere taşıyor. Bu kapsamda Çin, Pasifik ve Hint Okyanusunda, Bangladeş, Myanmar, Sri Lanka, Şeyseller, Pakistan ve Cibuti’de temin ettiği lojistik üsler üzerinden donanmasının harekât çapını genişletiyor.
Fay Hattı Batı Pasifik ve Arktik’te Kırılıyor. Geçen ay sonunda ABD Güney Çin Denizinden USS Carl Winson uçak gemisini geçirdi ve 23 Mart’ta bu gemi Vietnam’a ziyarette bulundu.  Bu geçişten 3 gün  sonra Çin, Liaoning uçak gemisi eşliğinde 40 büyük savaş gemisi ile muazzam bir gövde gösterisi yaptı. Bu gösteriyi Putin’in 1 Mart parlamento konuşması ve Arktik’teki mutlak Rus üstünlüğü ile birleştirince Suriye üzerinde oynanan panayır gösterisinin nedenleri ortaya çıkar. ABD hegemonyası Avrasya Adası’nın doğu ve kuzey cephesinde büyük bir fayın içine düştü. Bu ticaret savaşları ya da Akdeniz’de sadece vekil savaşları ve Tomahawk taarruzları ile önlenemeyecek kadar büyük bir depremin  habercisidir.


8 Nisan 2018 Pazar

KKTC’de Acilen Türk Deniz ve Hava Üsleri Kurulmalıdır.


 

KKTC’de Acilen Türk Deniz ve Hava Üsleri Kurulmalıdır.
Avrupa Birliği’nin geçen ay Brüksel’de gerçekleşen zirvesinde PESCO (Avrupa Birliği Ortak Savunma Paktı) çerçevesinde yeni kararlar alındı. Bu kapsamda AB üyesi 28 devletin 23’ü arasında askeri güç, personel ve teçhizatın bir nevi serbest intikali öngörülerek yığınaklanmanın kolaylaştırılması hedefleniyor. Bu hedefe istinaden liman, kara yolu ve havaalanı gibi ulaşım altyapı yatırımlarının bir yıl  içerisinde tamamlanması amaçlanıyor. Toplantının 2017 sonunda açıklanan PESCO’nun  ilk toplantısı olduğunu vurgulamakta yarar var. Zirve kararında bu projelerin NATO ile işbirliği içinde geliştirilmesine dikkat çekiliyor. Zirveden kısa süre sonra Ulaştırmadan sorumlu Komisyon Başkanı Violeta Bulc, askeri ihtiyaçlarla, ulaştırma alt yapı ihtiyaçlarının birbirleri ile uyumlu yürütülmesi gerektiğini söyledi.
AB’nin Türkiye Aleyhtarlığı. PESCO kararları ABD’nin Rusya’ya karşı her alanda diplomatik, siyasi, ekonomik ve askeri alanlarda baskıyı artırdığı bir dönemde alındı. Putin’in askeri bir meydan okuma manifestosuna dönüşen 1 Mart 2018 Parlamento konuşmasından sonra kartların yeniden karıldığını söyleyebiliriz. Yeni soğuk savaşın tam yol ilerlediği ve Türkiye’nin de AB ve NATO tarafından dışlandığı bir dönemde Brüksel zirvesinde AB’nin Türkiye’yi ilgilendiren kararları gelecek açısından pek de iyimser bir tablo sergilemiyor. Zirve sonrası Türkiye’nin Doğu Akdeniz faaliyetleri yasadışı ilan edilirken, ülkemiz Doğu Akdeniz ve Ege’de uluslararası hukuka saygıya ve AB ile ilişkileri normalleştirmeye davet edilmişti. Ayrıca AB’nin Türk tehditlerine karşı Güney Kıbrıs ve Yunanistan’la tam bir dayanışma içinde olduğu ilan edilmişti.
Rumlar ve AB’nin Askeri Desteği. Savunma alanındaki Harbe hazırlık eğitim programları ve yeteneklerinin geliştirilmesine yönelik 17 adet PESCO projesinin karara bağlandığı zirvede, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 6 projeye dahil edildi. Aralık 2017 de belirlenen askeri projeler içinde yer alan ‘’Askeri Hareketlilik (Mobility)’’  ile deniz keşif ve gözetleme yeteneklerinin artırılması, Türkiye ve KKTC için önem arz ediyor. Güney Kıbrıs Rumları,  Avrupa Birliği’nin PESCO yapılanmasını arkasına alarak Kıbrıs’taki Türk askeri varlığına karşı yeni bir denge arayışı içine girecektir. Bu çerçevede Güney Kıbrıs Rum yönetiminin özellikle 2006 sonrası Fransa ile yaptığı üslenme anlaşmalarını göz önüne almalıyız. AB’nin Kıbrıs’taki askeri varlığı son 12 yılda  Fransa öncülüğünde Limasol ve Larnaka arasındaki Mari’deki Korgeneral Evangelos Florakis deniz üssü ile aynı bölgeye yakın Andreas Papandreu Hava Üssü ve Baf’taki hava alanında yoğunlaştı. Fransız Donanması Mari’deki deniz üssünü sadece 2016 yılında 40 kez kullandı. Ayrıca 2015 sonunda Suriye’de IŞID’e saldırı için görevlendirilen Fransız Hava Kuvvetlerine Akrotiri’deki İngiliz Üssünün de açıldığını ekleyelim. Bu üssün, NATO’ya bölgede en büyük elektronik ve sinyal istihbaratını sağladığını da belirtelim. GKRY, bir yandan İsrail ile askeri stratejik ilişkilerini geliştirirken, diğer yandan Fransa ve Yunanistan üzerinden AB ile geliştirilen ilişkiler üzerinden çift eksenli bir savunma stratejisini benimsenmiş oldu.  Bu işbirliğinin en somut manifestosu Ekim 2017’de icra edilen NEMESİS 2017 tatbikatı ile sergilendi. Bu seri tatbikatlar 2013 yılından itibaren icra ediliyordu. Fransa, İsrail, Yunanistan, İngiltere, AB Deniz Güvenlik Ajansı (EMSA) ve GKRY ile Rumların sözde Münhasır ekonomik Bölgesinde icra edilen bu tatbikat bir arama kurtarma tatbikatı olsa da asıl hedefin Türkiye olduğunu söylemek kehanet olmaz.
Ulusal Çıkarlarını Koruyan Yalnız bir Türkiye. Bu gelişmeler paralelinde, gerek denize çıkışı olan bağımsız bir Kürdistan’ın önlenmesi üzerinden İsrail’in güvenliği; gerekse 21’inci yüzyılın enerji mücadelesi penceresinden bakıldığında Türkiye’nin ulusal  çıkarları Doğu Akdeniz’de İsrail ve Atlantik sistem ile çatma rotasındadır. Bu süreçte Türkiye denizde yalnızdır.  O nedenle önceliklerini iyi tanımlamalıdır. Şu an öncelik Suriye’deki kara harekatı ile Doğu Akdeniz’deki hayati deniz çıkarlarımıza verilmelidir. Ege’deki Yunan kışkırtmalarına soğuk kanlılıkla yaklaşılmalıdır. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki enerji ve deniz yetki alanları paylaşım mücadelesinde en büyük kuvvet çarpanlarının Cumhuriyet Donanması ile  Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetindeki kolordumuz olduğunu söylemek yanlış olmaz.  Bu kuvvet çarpanlarını güçlendirmek gerekir. 

KKTC’de Deniz ve Hava Üssü Kurmalıyız. Yapılması gereken öncelikli hamle Gazi Magosa bölgesinde bir deniz üssünün zaman kaybedilmeden geliştirilmesidir. Magosa’daki sürekli Türk deniz varlığının idamesi sadece kolorduya güç katmayacak, aynı zamanda deniz yetki alanları paylaşım mücadelesinde çok kısa sürede reaksiyon yeteneği ve lojistik destek akışında donanmaya süreklilik sağlayacaktır. Aslında Türkiye, bu kararı Yunanistan ile  Kıbrıs Rum Yönetimi arasında 1998 yılında ilan edilen Ortak Savunma Doktrini üzerine çoktan almalıydı. Ancak almadı. Atlantik baskısı altında kalan Dışişleri Bakanlığımız, zamanında askeri bürokrasinin isteğine rağmen siyasi konjonktür ve çözüm süreci aldatmacaları altında bu girişimi başlatamadı. Güney Kıbrıs Rumları 1998 yılından itibaren Yunanistan’a; 2006 yılından beri Fransa’ya hem hava hem de deniz üs kolaylıkları verirken, Türkiye’nin adada kolordusu olduğu halde deniz ve hava üsleri  sahibi olmamasını anlamak mümkün değildir. Başından bu yana Türkiye, Magosa Deniz Komutanlığı adı altında çok küçük bir askeri varlığa razı olmuştur. Magosa kuzeyindeki Boğaz Bölgesi deniz üssü geliştirilmesi için son derece uygun bir alandır. Hava üssü geliştirilmesi için de bir alan seçilmelidir. Anadolu’da yaptığımız hatayı Kıbrıs’ta tekrar etmeyelim. Marmaris’teki Aksaz Deniz Üssünü geliştirmek için Cumhuriyet, 60 yıl bekledi. Bugün Aksaz deniz üssü, Ege’de her alanda başat deniz gücünün Türkiye olmasına büyük katkı sağlamıştır. Kıbrıs’ta üslerin tesisi için konjonktür bundan daha iyi olamaz. Bu fırsatı kaçırmayalım.
















4 Nisan 2018 Çarşamba

Plastik Adalar ve Büyüyen Çevre Tehlikesi


 




Plastik Adalar ve Büyüyen Çevre Tehlikesi
Günümüzde okyanuslara atılan çöp miktarı senede 2 milyar tonu buldu. Bu katı atıklar toplanıp bir alana yığılsaydı Türkiye’nin yarısına yakın (377 bin km2) bir alan 10 metrelik  çöp dağının altında kalırdı. Bilim insanları 2050 yılına kadar bir önlem alınmazsa söz konusu çöp dağına Yeni Zelanda ve İspanya’nın alanı kadar bir alanın katılacağını tahmin ediyorlar. Diğer yandan Pasifik Okyanusu’nda Hawaii Adalarının kabaca 1800 km kuzeydoğusunda Türkiye’den büyük bir alanda plastik atıklardan bir ada oluştu. Bu alanda 100 milyon ton plastik atık olduğu tahmin ediliyor. Düzenli akıntılar ile oluşan bu alana Pasifik Anaforu Çöp Yaması (Pacific Gyre Garbage Patch) adı verildi. Bu yama veya ada, 1997 yılında  yat yarışçısı Charles Moore tarafından tesadüfen keşfedildi. Çöp adasının diğer okyanuslarda ve Karayipler Denizi’nde de kardeşleri var. Bu alanlarda biriken atıkların % 90’ı plastik  ve naylon malzemelerden oluşuyor. BM Çevre Teşkilatının 2006 tahminlerine göre her bir mil karede 46,000 yüzen plastik atık olduğu tahmin ediliyor. Pasifik ve Karayiplerde sık olan deprem sonrası tsunamiler de okyanusa çok sayıda karasal malzeme ve atık taşınmasına neden oluyor.

Plastik: Doğaya Tehditlerin En Büyüğü. Plastik 1960 yılından itibaren hayatımıza girdi. Hayatımızı kolaylaştırdı. Naylon ile birlikte günlük hayatın her alanında çok yoğun kullanıldı. Bu kullanım artarak devam diyor. Ancak bu kolaylıklar sonuçta çöpe dönüşüyor.  Bu çöpler de geometrik dizi ile artarak dünyayı kirletiyor ve habitatı tehdit ediyor. Dünyada her sene 100 milyar ton plastik ve türevleri üretiliyor. Önemli bir kısmı çöp olarak denizle buluşuyor.Plastikte temel sorun suda biyolojik çözülmenin olmayışı. Örneğin her gün yüz milyonlarcası kullanılan plastik su şişelerinin suda çözülmesi için gereken zaman 450 yıl. Denizdeki plastik atıklar zamanla güneşin ısı enerjisi ile şekil değiştirip parçalanıyorlar ancak yok olmuyorlar. Aksine son tahlilde gıda zinciri içinde her tip okyanus canlısının yiyebileceği tırnak büyüklüğünde şekle dönüşüyor ve bu durum toplu kanserojen ortam şartlarını oluşturuyor. (PCB, DDT ve diğer toksikler) Bu yapıya bazı bilim adamları plastik çorba adını veriyor. Halen çöp adalarında bulundukları deniz alanında mevcut planktonların 6 katı plastik çorba bulunuyor. O bölgelerde yaşayan canlılar bu çorbayı kullanıyor. Bu durumda ya zehirlenerek ya da sindirim sisteminde engellenme sonucu ölüyorlar. Bilim insanları her sene 100 bin civarı deniz canlısının plastikler yüzünden öldüğünü tahmin ediyorlar. 2011 yılında yapılan bir çalışmaya göre Pasifik Okyanusundaki balıklar her sene ortalama 12-24 bin ton arası  plastik tüketiyor.

Ölü Deniz Bölgeleri. Günümüzde dünya çapında 450 adet ölü deniz alanı oluştu. Bu geniş alanlarda tek bir  canlı yaşamıyor. Oksijen yok. Hayat da yok. Algler ve planktonlar yok. Unutmayın soluduğumuz havadaki oksijenin % 60’ını fotosentez ile  deniz diplerindeki bu biyolojik varlıklar üretiyor. Plankton ve algler aynı zamanda pek çok deniz canlısının da ana besin kaynağı olduğundan yokluklarında doğanın besin zinciri bozuluyor ve zaten az olan balık stokları eriyor. Bu alanlar en çok ABD, Manş Denizi ve Japonya etrafında yoğunlaşmış durumda. Aynı zamanda plastik çorba tabakası güneş ışınlarının deniz derinliklerine gitmesine ve dolayısıyla plankton ve alglerin fotosentez yapamadan ölmesine de neden oluyor.

Nehirler Kirlenmenin Atardamarları. Dünya nüfusunun %60’ı kıyı bölgelerde yaşıyor ve bu durum plastik atıkların gerek nehirler, gerekse kontrolsüz kıyı atık rejimleri üzerinden okyanus ve  denizlere ulaşmasını kolaylaştırıyor. Günümüzde plastik atıkların kirletmediği kıyı alanları maalesef  kalmadı. Ganj, İndus, Yangtze, Amazon, Missisipi, Nil, Tuna gibi nehirlerin kıyılarında milyarlarca insan yaşıyor. Nimetlerini kullandıkları kadar kirletiyorlar. Zaten sorun burada başlıyor. İnsanoğlu geleceğinin varoluş nedenini ortadan kaldırıyor ve bunu normal kabul ediyor.
Balıklar Plastikle Besleniyor. Günümüzde okyanus ve denizlerin yüzlerce metre derinliğinde plastik atıklar dolaşıyor. Yaşamı boyunca plastik molekülleri ile tanışmayan balık ya da diğer su canlısı  kalmamış gibi. Son 30 yılda bu nedenle balıkların kimyası bozuldu. Bu durum,  küresel çapta zaten azalan balık stokları sorununa devasa yeni bir  endişe alanı yaratıyor. Plastik yiyen canlılara kuşları da eklemek lazım. Örneğin okyanusların en uzun menzilli uçuş yeteneğine sahip Albatros kuşlarının tespit edilen ölüm sayısı plastik çöp yemeleri nedeni ile tarihte görülmemiş derecede arttı.

Neler Yapılabilir? Plastikle okyanusları kirletme hakkını ne zaman kazandık ? Neden bu kirlenmeye karşı küresel ölçekte bir reaksiyon gösterilmiyor? Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi neden her geçen gün küresel boyutta yaşamsal tehdit sunan bu krize yönelik bir girişimde bulunmuyor?  Bunun cevabı basit. Bu alanlar açık deniz alanları. Yani sahipsiz. O nedenle kimse sorumluluk almıyor. O nedenle konu dünya gıda ve çevre güvenliği kapsamında değerlendirilmeli ve BM Güvenlik Konseyi gündemine alınmalıdır. Diğer yandan endüstriyel medeniyet son 150 yılda doğayı sömürerek kirletmeyi  sorgulamadı ve sorgulatmadı. Özellikle neoliberal ekonomik politikaların 1980’ler sonrası küreselleşme adı altında tüketimi teşvik etmesi, denizlerdeki kirlenmeyi ve balık tüketimini tarihte emsali görülmemiş boyutlara taşıdı. Gelişmiş ülkeler öncülüğünü yaptıkları plastik kirlenmenin çok geç kalarak son on yılda farkına vardılar. Gerek geri dönüşümü ödüllendirerek  gerekse plastik/naylon kullanımını azaltacak tedbirleri alarak doğaya verilen zararı en aşağıya çekmeye çalışıyorlar. Plastik Çorba denen tabakayı ortadan kaldırmak artık mümkün değil. Yapılacak tek şey kirlenmeyi en azından kontrol altında tutmak ve plastik çorba miktarının artışına izin vermemek.
Bunun yolu da plastik üretimi ve tüketimini dizginlemekten ya da suda çözülebilen plastik üretiminden geçiyor. Ayrıca az gelişmiş ülkelerde geri dönüşüm yatırımları ve olanakları çok az olduğundan plastik bazlı çöplerin yakılarak yok edilmesine de çözüm bulunmalıdır. Zira bu da küresel hava kirliliğine büyük katkı sağlıyor. Ülkemizde alınması gereken en önemli tedbir suda çözülmeyen naylon alışveriş poşetleri ile plastik su şişelerinin yasaklanarak alternatif suda çözülebilen ürünlere geçilmesidir. Yoksa çocuklarımız ve torunlarımız plastik çorba içmeye devam edecek ve biz her gün NEDEN KANSER VAKALARI BU KADAR ARTIYOR ?  diye sormaya devam edeceğiz.


(4 Nisan 1953 tarihinde elim bir deniz kazasında kaybettiğimiz Dumlupınar Denizaltısı şehitlerimizi rahmet, minnet ve vefa ile anıyorum.  Mavi Vatan Diplerinde Çanakkale Boğazında devam eden Vatan Nöbetlerinin kutsiyeti önünde tazimle eğiliyorum.)






.