22 Nisan 2019 Pazartesi

Anavatan, Yavru Vatan ve Mavi Vatan Bir Bütündür. Ayrılamaz.

Description: IMG_0131
Anavatan, Yavru Vatan ve Mavi Vatan Bir Bütündür. Ayrılamaz.
Akdeniz, okyanusların ve denizlerin yüzde 1'lik payıyla mavi gezegenin en küçük deniz alanıdır. Bununla birlikte, dünya deniz taşımacılığının neredeyse yüzde 30'unun yanı sıra dünya deniz üzeri petrol taşımacılığının yüzde 20'sini kontrol ediyor. Kıbrıs’ın, 19. Yüzyıl sonunda Süveyş Kanalı üzerinden Yeni Hindistan rotasının açılmasıyla jeopolitik değeri arttı. Bu değeri 20. Yüzyıl ortasında İsrail’in kuruluşu daha da yükseltti. 21. Yüzyıl başında Doğu Akdeniz’de deniz dibinde zengin hidrokarbon kaynaklarının bulunması bu değeri katladı.
Akdeniz’de Güç Mücadelesi. Bugün İsrail’in stratejik güvenliği; Çin (Bir Kuşak Bir Yol), İran ve Rusya’yı güneyden kuşatacak Sözde Kürdistan’ın kurulma gayretleri;  bölgesel güç haline gelen ve Atlantik sistemden kopmaya çalışan Türkiye’nin dizginlenmesi;  Doğu Akdeniz deniz dibi kaynaklarının emperyal irade çerçevesinde Türk Mavi Vatanından pay çalarak sömürülmesi gibi hedeflere erişim stratejilerinde AB, ABD ve bu bloğu güçlü görerek peşine takılan Filistin dahil neredeyse tüm sahildarlar için en kritik coğrafya şüphesiz Kıbrıs’tır. Devam etmekte olan Suriye krizi Kıbrıs Adasının önemini daha da artırmıştır. Bölgeye yönelik hegemonik dış müdahaleler, Türkiye ve KKTC için elverişsiz jeopolitik koşullar yaratmaya ve doğu Akdeniz’i Avrasya genelinde istikrarsızlığın ağırlık merkezlerinden birine dönüştürmeye devam etmektedir.
Türkiye’nin 21. Yüzyıl Geleceği Akdeniz’dedir. Bugün Türkiye’nin Akdeniz’deki jeopolitik geleceği, birbiriyle ilişkili üç boyutlu güvenlik tehdidi ile karşı karşıyadır. İlki Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarımızın gasp edilmesidir. Mavi Vatanı ilgilendirmektedir. İkincisi denize serbest çıkışı olan  bağımsız sözde bir Kürdistan’ın kurulma gayretleridir. Anavatanı ilgilendirmektedir. Üçüncüsü KKTC’nin yani yavru vatanımızın geleceğidir. Hem anavatanı hem Mavi Vatanı ilgilendirmektedir. Bu üç sorun alanı da iç içedir. Birbirinden ayırmak mümkün değildir. Birinci sorun alanı Seville Üniversitesinin 2000’li yılların başında yayınladığı gasp haritası ile başlamıştır. Bu sözde harita, 2004’de Güney Kıbrıs Rum Yönetiminin adeta deniz haydutluğu ile eş değerde ilan ettiği tek taraflı Münhasır ekonomik Bölge sınırlarına alt yapı temin etmiştir. Bu harita bugün ABD dahil tüm NATO müttefiklerimiz tarafından tanınmaktadır. Yani mavi vatanımızın bir parçasının NATO üyesi olmayan bir ülke tarafından gasp edilmiş olmasına NATO onay vermektedir. Onaydan öte Fransa, İngiltere ve İtalya devlet makamları Türkiye’yi bu alanı tanımaya ve uluslararası hukuka saygıya davet etmekte, bu kapsamda GKRY ve Yunanistan ev sahipliğinde yapılan tatbikatlarda Türkiye karşıtı düşmanca senaryoları fütursuzca uygulamaktadırlar. İkinci sorun yani Akdeniz çıkışlı sözde Kürdistan hedefidir. Bu hedef zaten  Sykes-Picot’dan bu yana 100 yıldır devam etmektedir. O dönem İngiltere ve Fransa iradesi vardı. Bugün onlara ABD ve İsrail iradeleri eklendi. Türkiye’ye rağmen böyle bir hedefe erişim kolay değil. Ancak mücadelemiz uzun ve zorludur. Diğer taraftan üçüncü sorun alanı olan, KKTC’nin geleceği, ilk iki sorun alanında en önemli kuvvet çarpanı olarak, oyun değiştirici etki yaratmaya devam edecektir. Zira Kuzey Kıbrıs’ın özellikle Karpas yarımadasının varlığı Türkiye’ye deniz boyutu ile eşsiz stratejik avantajlar sunuyor.
Federal Çözüm Dönemi Kapanmıştır. KKTC’nin siyasi ve jeopolitik varlığı Türkiye’nin ikili, üçlü, ve çoklu değişik  bloklarla (Yunan-GKRY-İsrail-Mısır-AB- ABD) güneyden çevrelendiği bugünkü konjonktürde hayatidir. O nedenle Kıbrıs sorununun federatif çözümü gibi 44 yıldır devam eden müzakere süreçleri artık Türk anavatanı ve mavi vatanının 21. Yüzyıl savunma ve güvenliği  için bir risk değil, tehdit içeriyor. Bu süreçte ısrar etmenin bir anlamı kalmamıştır. Belki bu süreç KKTC’deki bir avuç Türk-Rum dostluğuna safça inanan ve onlarla patron-hizmetkar ilişkisi içinde yaşamaya razı olanlar için anlam ifade edebilir, ancak Anadolu jeopolitiği ile 81 milyon Türk ve KKTC’ nin bağımsız yurtseverleri için değil. Birleşik Kıbrıs 1963 Aralık ayında sona ermiş, 1974’de Enosis hayali ile tamamen ortadan kaldırılmış, 2004‘de Güneyli Rumların AB üyeliği ile tabutuna son çivi çakılmıştır. GKRY, Afrodit sahasında  gaz buluşu sonrasında aşırı silahlanma, askeri ittifaklar kurma ve Türk karşıtlığı ile bırakalım federal yapı altında bir arada yaşamayı, KKTC ve Türkiye için artık ciddi bir güvenlik sorununa dönüşmüştür. Diğer taraftan emperyalizm çözüm süreci aldatmacası altında Rum tarafı ve KKTC’deki bir avuç federalist AB mahfili üzerinden tükenmek bilmeyen denemelerini sürdürmeye devam etmektedir. Asıl amaç bellidir. Adadaki Türk askeri varlığını sonlandırmak. Artık bu denemelere hayır demek ve KKTC’nin bağımsız kimliğini güçlendirmek zamanıdır. Zira başka seçenek kalmamıştır.
İkinci Sevr’de Yırtılacaktır. 20. Yüzyılın ilk çeyreğinde, anavatandaki Türk varlığını parçalamayı amaçlayan Sevr antlaşması ile karşı karşıya kaldık. Şimdi 21. Yüzyılın ilk çeyreğinde, mavi vatanımızı ve KKTC’deki Türk varlığını hedefleyen ikinci Sevr'le karşı karşıyayız. Bu yeni jeopolitik gerçeklik, Türkiye’nin 21. Yüzyıl dış, savunma ve güvenlik politikalarını şekillendirecektir. Taviz vermeyeceğiz. Bu mücadelede KKTC’nin varlığı ve adadaki Türk birlikleri yalnızca KKTC halkına güvenlik sağlamakla kalmayıp, aynı zamanda Türk ve KKTC mavi vatanına caydırıcılık sağladığı için vazgeçilmez önemdedir. Bu koşullar altında, KKTC ve Türk askeri varlığından vaz geçmek, Türk ve KKTC mavi vatanından vaz geçmek anlamına gelir. Şartlar ne olursa olsun vaz geçmeyeceğiz. Türkiye, Kıbrıs barış harekatından sonra silah ambargosu, ekonomik kriz ve Ermeni terörü üzerinden büyük acılar çekti. Ama vaz geçmedi. 21. Yüzyılda da vaz geçmeyeceğiz. Anavatan, mavi vatan ve KKTC’yi sarsılmaz bağlarla bütünleştirdiğimiz sürece biz kazanacağız.

(Kitap Tavsiyesi: Sorular ve Cevaplar ile Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Kavramı. Dr. Tümamiral Cihat Yaycı. Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Yayını-Nisan 2019)

17 Nisan 2019 Çarşamba

Bir Ada, İki Sınıf Arkadaşı, İki Denizaltı, İki Şehit

Description: IMG_0131
Bir Ada, İki Sınıf Arkadaşı,  İki Denizaltı, İki Şehit
Türk denizaltıcılığı köklü tarihi mirasa sahiptir.  Bu mirasın asıl sahibi şüphesiz Cumhuriyet dönemidir. İlk denizaltısını 1887 yılında kullanabilen ve su altında ilk torpido atışını gerçekleştiren Türk denizaltıcıları II. Abdülhamit’in korkularının esiri oldu ve Abdülhamit ve Abdülmecit denizaltıları ne 1897 Osmanlı Yunan  savaşı ne de daha sonra yaşanan İtalyan, Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarında kullanıldı. Halbuki Çanakkale Savaşları sırasında denizaltılarımız olsaydı mağrur İngiliz filosu Saros Körfezine yaklaşamazdı. Neticede Mustafa Kemal Atatürk cumhuriyeti kurana kadar suyun altına uzak kaldık.
Donanmanın Temeli Denizaltılarımız. 1925 yılında kurulan Bahriye Vekaletinin ilk işi Hollanda’dan I. ve II. İnönü denizaltılarını ısmarlamak oldu. Nasıl ki, I. İnönü ve II. İnönü zaferleri Kurtuluş Savaşının ilk iki zaferi ise, Cumhuriyet Donanmasının da ilk iki denizaltısının isimleri bunlar olmalı ve ilk iki zaferi çağrıştırmalıydı. Nitekim 30 Ağustos 1927 günü, Rotterdam'daki gemileri ziyaret eden Türkiye’nin Lahey Maslahatgüzarı Mahmut Esat (Bozkurt) Bey, TCG I.İnönü Denizaltısının şeref defterine şunları yazmıştı: “...Bu gemi bir ilim ve fen okuludur. Değerli denizcilerimiz, İnönülerde kazanılan savaşın hatırasını denizlerde de sürdürecekler ve Türk’ün yıkılmaz azmini denizaltıcılıkta da göstereceklerdir...” Her iki denizaltı 25 Temmuz 1928 tarihinde Alman Müşavir  Amiral Gagern’in sadece Türk personelle dalma girişimine karşı çıkmasına rağmen, ilk dalışını Moda açıklarında başarıyla gerçekleştirdi. O günden sonra denizaltıcılarımız dünyada emsali az görülecek bir başarı grafiği ile envantere alınan tüm denizaltıları büyük maharet ile kullandılar. Yıllar içinde farklılıklar içeren Alman, İtalyan, İspanyol, İngiliz ve Amerikan denizaltılarına kısa sürede uyum sağladılar. Sadece teknolojik uyum değil, taktik geliştirme ve cesaretle birleşen yaratıcılık sayesinde çok başarılı görevleri icra ettiler. Kıbrıs Barış Harekatı ve Kardak Krizi esnasında yarattıkları caydırıcılık karşı tarafta sadece kuvvet çarpanı etkisi değil oyun değiştirici etki yarattı. Denizaltıcılarımızı üstün kılan diğer olgu onların denizaltı sayısı ve harekat temposu yoğunluğu faktörleri karşısında dünyanın en az kaza yapan ve en az kayıp veren sayılı filoları arasında olmasıdır.
Atılay ve Dumlupınar. 132 yıllık geçmişi olan Türk denizaltıcılığın bugüne kadar iki gemi kaybı olmuştur. Bu büyük bir başarıdır. Bu kayıpların ilki 14 Temmuz 1942’de Çanakkale Boğazı Ege Yaklaşma sularında İkinci Dünya Savaşı sırasında dökülen mayınlara çarparak 39 personeli ile batan TCG Atılay; ikincisi 4 Nisan 1953 tarihinde Çanakkale Nara Burnunda İsveç Bandıralı Naboland Şilebi ile çarpışarak 81 personeli ile batan TCG Dumlupınar denizaltımız. TCG Atılay infilak ederek battığından kurtarma operasyonu zaten imkansıza yakındı. Ancak Dumlupınar farklıydı. Su alarak batmış, beş kişi kurtulmuş, 59 kişi ilk dakikalarda hayatını kaybetmiş ancak kıç torpido dairesinde ikisi astsubay 20’si er 22 kişi 85 metre derinlikte mahsur kalmıştı. 72 saat yetecek oksijenleri vardı. Ancak dünyanın en zor coğrafyasında batmışlardı. Çanakkale Boğazının en dar ve tehlikeli mevkii olan Nara Burnunda. Satıhtan 25 metre derinliğe kadar saatte 9 km güney/güneybatı yönüne; 25 metre ile 40 metre arasında kuzey/kuzeydoğuya 9 km şiddetinde su altı akıntısı mevcuttu. Türkiye, 22 kişiyi kurtarmak için adeta seferber oldu. İki yıl önce donanma envanterine giren TCG Kurtaran denizaltı kurtarma gemisi kazadan 10 saat sonra bölgedeydi.  Ancak şiddetli akıntı nedeni ile sürekli demir tarayan gemi, ancak iki muhribin akıntı üzerinde demirlemesiyle tutunabildi. Kurtaran 25 saat sonra denizaltı üzerinde mevkiini alabilmiş, personeli kurtarmak üzere denizaltıya kilitlenecek kurtarma çanını indirme işlemlerine  başlamıştı. Ancak akıntılı koşullarda o derinliğe derin su dalgıçları bile inmeyi başaramadı. 11 denemede sadece 1 kişi inebildi. Donanma derin su dalgıcı Astsubay Nurettin Ersoy, 85 metrede 20 ton basınca maruz kalarak dipte ancak bir kaç dakika kalabilmiş ve yarı komada satha alınmıştı. (85 metreye inebilmek için akıntı nedeniyle 180 metre hava hortumu kullanılmıştı.) Tüm denemeler sonuçsuz kalınca 7 Nisan 1953 saat 1415’de Dumlupınar’ı kurtarma operasyonuna son verildi. Dumlupınar  ile battı şamandırası üzerinden son konuşma, kazadan tam 8 saat sonra gerçekleşmişti. ‘’Vatan Sağ Olsun’’, 22 kişiyi temsilen Astsubay Çavuş Selami Özben’in son cümlesiydi.
Heybeliadalı İki Şehit Denizaltıcı Sınıf Arkadaşı. Dumlupınar’da bulunan Birinci Denizaltı Filotillası Komodoru Deniz Kurmay Albay Hakkı Burak ilk çarpışmada kaybedilenler arasındaydı. Zira kaldığı kamara 95 metre uzunluğundaki denizaltının baş tarafında yani çarpışmanın oluğu bölgedeydi. Gemi bir dakika içinde batmıştı. 11 yıl önce TCG Atılay da aynı hızda batmıştı. Kaderin cilvesi olsa gerek, Atılay’ın Başçarkçısı Yüzbaşı Ahmet Muhtar Törün ile Hakkı Burak Heybeliadalıydılar. Her ikisi de adadaki Bahriye Mektebinde sınıf arkadaşıydılar. 1929 yılında teğmen olmuşlar ve birlikte denizaltıcılık kursuna başlamışlardı. İki sınıf arkadaşından önce Yüzbaşı Ahmet Muhtar Törün 1942’de Atılay’da; 11 yıl sonra da Hakkı Burak 1953 yılında Dumlupınar’da şehit düştüler. Atılay, Boğazın girişinde; Dumlupınar, Boğazın tam ortası sayılacak Nara’da Mavi Vatanın sualtı karakoluna devam ediyorlar. Bu iki denizaltı şehidi Bahriye’nin 246 yıllık subay kaynağı ve  Türk aydınlanmasının en önemli cevherlerinden Bahriye Mektebine ev sahipliği yapan Heybeliada için büyük onurdur. Heybeliada bu iki kahramanının anısını yaşatmalı, Adanın Çanakkale’ye bakan en batı ucuna bu iki denizaltıcının heykelini dikmelidir. Bu heykelin altına ‘’Anavatan,  Mavi Vatanın denizler altındaki koruyucularına minnettardır’’ yazılmalıdır.


8 Nisan 2019 Pazartesi

Doğu Akdeniz’de İkinci Sevr ve Hayali Türk - Amerikan Deniz Savaşı

Description: IMG_0131 




Doğu Akdeniz’de İkinci Sevr ve  Hayali Türk - Amerikan Deniz Savaşı
Yazılarımı sürekli okuyanlar bilir. Denizde vekalet savaşı olmaz. Karada PKK ve İŞİD gibi devlet dışı aktörlerle savaşırsınız ancak denizde ulus devletler savaşır. Türk ordusu gerek Fırat Kalkanı gerekse Zeytin Dalı harekatında vekiller ile savaşıyor görünebilir ancak savaşın gerçek karşı tarafı topyekun Atlantik cephedir. Bu durumun hükümetler arası ilişkilerin diplomasi yolu ile yürütülmesine engel teşkil etmediğini söyleyebiliriz. Ancak denizde bu strateji uygulanamaz. Hele çıkar çatışma alanı Doğu Akdeniz ise.
Jeopolitik Ağırlık Merkezi: Doğu Akdeniz.   21’inci yüzyılda Türkiye’nin en ciddi jeopolitik sorun alanı Doğu Akdeniz’dir. Zira Atlantik cephe Türkiye’den neredeyse Mavi Vatanın dörtte birinden vaz geçmesini istemektedir. Bu nedenle yaşanan sürece İkinci Sevr dönemi diyebiliriz. 1919 sürümünde anavatanın, 2019 sürümünde Mavi Vatanın parçalanması hedeflenmektedir. Bu kapsamda Doğu Akdeniz’de yaşananlar ve yaşanacaklar Ege sorunlarını gölgede bırakmaktadır. Zira karşımızda dev enerji firmaları ve arkalarında emperyalizmin tarihsel temsilcisi devletler vardır. (Noble Energy ve Exxon-Mobil: ABD; Total: Fransa; ENI: İtalya gibi)  
İttifak Düşman Olur mu? Ancak durum görünenden çok daha karmaşıktır. Türkiye, mavi vatanını parçalamak isteyenlerle aynı askeri ittifak şemsiyesi altındadır. Paradokslar silsilesi yaşanmaktadır. Bu nedenle Türkiye’ye donanma üzerinden yapılacak baskı ve uyarılar önce çekirdek ikili (Güney Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan) ile onların ayrılmaz müttefikleri İsrail ve Mısır  aracılığı ile deneniyor. Sonra baskı cephesi büyütülüyor. Tatbikatlar, yeni silah alımları, denizde ve enerjide işbirliği açıklamaları, Türkiye karşıtı AB ilerleme raporları, ABD’nin çok sayıdaki düşünce kuruluşu ve kongre araştırma raporları, Atlantik cephede bazı siyasi kişiliklerin tehdit dolu beyanatları gibi faaliyetler Türk iradesini değiştirmeyi hedefliyor. Bu baskılara  ABD Başkanı Trump’ın 13 Ocak tweet’inde Türk ekonomisi için kullandığı devastate (mahvetmek) fiilini, ya da 20 Mart Kudüs Zirvesinde ABD Dışişleri Bakanının Türkiye için kullandığı malign (habis) tanımlamasını ve son olarak S-400  ve F-35 uçakları üzerinden yürütülen  baskı siyasetini de ekleyebiliriz.
Amerikan Senaryosundaki Düşman: Türkiye.  Fakat bu saydıklarımın hiç biri, Amerikan Silahlı Kuvvetleri ateş gücünün Türkiye’ye karşı kullanılmasını açık bir şekilde dile getirmiyordu. Türkiye’deki Amerikan çıkarlarını ve Atlantik Sistemin Türk dostlarını tamamen kaybetmemek için hassas bir dil kullanan ve dolaylı tutum stratejisi uygulayan ABD, bugüne kadar yaptığı Türkiye karşıtı faaliyetlerde (4 Temmuz 2003 Özel Kuvvetlere Çuval Geçirme hadisesi hariç) ya Türkiye’deki FETÖ benzeri işbirlikçi enstrümanları kullanarak kumpas/baskı  kurulmasını sağlıyor ya da gerek NATO, gerekse milli tatbikatlarında (Millenium Challenge 2000 gibi) jenerik bir coğrafya, uydurma isimler ya da semboller üzerinden Türkiye’ye mesaj vermeye çalışıyordu. Şimdi bu stratejinin değiştiğini ve ABD’nin vites yükselttiğini görüyoruz. Başkanlığını Yunan asıllı eski NATO Avrupa Müttefik Kuvvetler Komutanı (SACEUR), Emekli Oramiral James Stavridis’in yaptığı USNI-United States Naval Institute (ABD Deniz Kuvvetleri Enstitüsü) bağımsız, kar amacı gütmeyen bir düşünce kuruluşudur. Temel amacı, Amerikan deniz gücünün geliştirilmesine strateji, taktik ve fikirler üreterek katkı sağlamaktır. Aktif ve emekli, yerli ve yabancı binlerce üyesi vardır. Her sene onlarca yeni kitap USNI markasıyla çıkarılır. 1986 yılından bu yana çıkarılan ‘’Naval Operations and Fleet Tactics (Deniz Harekatı ve Donanma Taktikleri)’’ isimli referans kitabın  Temmuz  2018’de tamamlanan  üçüncü baskısının 15. Bölümü, Ege Muharebesi (The Battle of Aegean) adıyla yayınlandı. Bu bölümde ABD Donanması ile Türk Donanması savaştırılıyor. Birinci baskıda hayali Amerikan-Sovyet deniz savaşı suni bir harita ve  senaryo üzerinden; ikinci baskıda (1999) suni bir coğrafyada kıyı sularında deniz harbi  işlenirken, son baskıda gerçek haritalar ve gerçek olgular kullanılmış. USNI’nin yayınladığı referans bir kitapta, bir NATO üyesini açıkça düşman statüsünde görmesi ciddi bir sorundur. ABD’nin denizlerde ve okyanuslarda en  büyük rakiplerinden birisi olan Rusya’ya karşı uygulanacak harp oyunlarında bile suni savaş senaryosu kullanılırken, NATO müttefiki bir ülkenin senaryoda açık şekilde düşman statüsüne alınması Türkiye’ye ciddi bir mesaj ve diplomatik hakarettir. Zira kitabın önsözü ABD Deniz Kuvvetleri Komutanı tarafından yazılmış ve imzalanmıştır. NATO da bile tatbikat senaryolarında  hedef ülkenin kim olduğu uzmanlar tarafından bilinmesine rağmen, hiçbir zaman o ülkenin ismi doğrudan zikredilmez, suni bir isim kullanılırken, bir NATO ülkesine (Türkiye) karşı, bir başka NATO ülkesinin (Yunanistan) savaşını adeta kışkırtan, ve daha sonra, tüm askeri ve siyasi gücü ile o ülkenin yanda savaşa katılacağın açıklayan bir senaryo, bulunabilecek en hafif tabiri ile, skandaldır. İlk iki baskısı sadece duayen deniz taktik uzmanı Wayne Hughes tarafından yazılan kitabın 3. Baskısında yeni yazar olarak E. Amiral Grier yer almış. Bu baskıda yeni kavramların ve özellikle Türk Amerikan çatışmasının eklenmesinde 90 yaşına gelen Hughes’un rolünden çok, müktesebatı modern deniz taktikleri, bilgi harbi, asimetrik harp, suni zeka, insansız araçlar, mayın harbi ve denizaltı savunma harbi olan, uzun yıllar NATO’da ve ABD Deniz Akademisinde çalışan Amiral Grier’ın rolünün öne çıktığını söyleyebiliriz.
Dost Görünen Düşman: Türkiye. Senaryo, Kıbrıs’a Yunanistan’ın balistik füzeler yerleştirmesini Türkiye’nin bunu önlemesi ve fırsattan yararlanarak benzer silahların yerleştirileceği Limni, Midilli, Sakız, Sisam ve İstanköy adalarını işgal etme niyeti üzerine kurgulanmış. Başlangıçta senaryonun Türkiye’yi hedef almadığı, 1920 yılında Amerikan donanmasının İngiliz donanmasına karşı oynadığı harp oyunlarına benzetilerek kurgulanmış olduğu belirtilse de, metinde Türkiye için ‘’dost görünümlü güçlü bir düşman' ifadesi kullanılması bu  kabullenmeyi baştan çürütüyor. Türkiye’nin İslami değerlere sahip çıkan, ancak fanatik teokratik yaklaşıma sahip olmayan bir ülke olduğu belirtilen (her nedense laik - secular kelimesi kullanılmamış) senaryoda, Amerikan ateş gücünü Türk anavatanına yönlendirmenin ABD çıkarları için bir felaket olacağı vurgulanıyor. Senaryo gereği, Ege’de gerçekleştirilen  deniz kampanyasında silahlı çatışma alanı olarak sadece deniz tarafı kullanılmış. ABD 6. Filosu, başlangıçta Yunanistan’ın ve Güney Kıbrıs’ın toprak bütünlüğünü sağlamak ve Yunan Donanmasının yok oluşunu önlemek için Kıbrıs’a giden Türk amfibi konvoyuna ve filosuna karşı Aegis sınıfı kruvazörleri gönderiyor. Türkiye birini batırıyor. Onlar da adaya giden Türk tank çıkarma gemisini (LST) batırıyor. Gemiyle birlikte 700 kişi kaybediliyor. Daha sonra savaş Ege’ye yayılıyor, Türkiye Boğaz önü ve Doğu Ege adalarını işgale yöneliyor.
Türkiye’yi Tamamen Kaybetmemek. 6. Filonun hedefi amfibi gücü adalara varmadan diğer muharip unsurlarla birlikte  imha etmek. Bunun için de Türk savaş gemilerinin karşısına yem olarak 6 adet korvet tipi gemi çıkararak Türk unsurları açık denize çekmek. Bu gemiler Türkleri oyalarken senaryoda gelecekte sahip olunması gerektiği vurgulanan 8 adet Phantom ismi verilen ve her biri 10 tane taktik balistik füze taşıyan kıyı sular saldırı gemileri ile Türk donanmasının işini bitirmek hedefleniyor. Senaryoda çok güçlü düşman olarak gösterilen Türkiye’ye karşı Ege’deki Türk kıyılarından itibaren tam bir deniz kontrolünün tesisi amaçlanıyor. Kıyı sularda deniz savaşının değişik  taktik, doktrin ve muharebe sistemleri gerektirdiği ve yeni gemi tipleri ile silahlara olan ihtiyaç öne çıkarılıyor. Senaryoda amacın, savaşı karaya yaymadan sadece denizde kısıtlı ve emniyetli bir hareket yaparak riski azaltmak olduğu belirtiliyor. Böylece hem Türkiye’yi tamamen kaybetmemek ve aynı zamanda Amerikan gemi ve can kaybını artırmamak amaçlanıyor. Genelde bilgi harbi ve insansız sistemlerin kullanılmasına vurgu yapılan senaryoda 6. Filo süper kahraman olarak gösterilmiş ve sayısal olarak güçlü Türk donanmasının karşısına zaman kaybetmeden çıkarılmış. Senaryo bu meydan okumayı İkinci Dünya Savaşının Pasifik Cephesinde Japonya’ya karşı kazanılan Midway savaşına benzetiyor. Avrupa Amerikan Deniz Kuvvetleri Komutanının akış içinde ‘’barışı sağlamak için kan dökmenin gerekli olduğuna inanıyorum’’ sözü dikkat çekiyor. Senaryo Amerikan Başkanını tam bir Yunan hayranı yaparken, Amerikan Milli Güvenlik Kurulu Kıbrıs’a yönelik fiili bir harekatın ABD’ye yapılmış olacağı tehdidini ihmal etmiyor. Yunanistan’a da hiç bir adasının işgal edilmeyeceği garantisi veriliyor. Her nasılsa savaşı Türkiye, Amerikan kruvazörünü batırarak başlatıyor. Senaryoda dikkat çeken bir diğer önemli husus, Ege gibi kıyı sularda Amerikan donanmasının bu sahada tecrübeli Türk donanması karşısında büyük riskler alamayacağı  ve gemi kayıplarına tahammül edemeyeceğini belirtmesi. Bu nedenle Truman uçak gemisi, Türk Hava Kuvvetleri ve Türk gemilerinin füze menzili içine sokulmuyor. Diğer taraftan kıyı sularda Harpoon benzeri gemiye karşı güdümlü mermilerin de ana kara ve adaların  gölgesi nedeni ile güvenilir olmayacağı genellemesi yapılıyor. Senaryoda Ruslar da Türkleri ikna için aracı olarak kullanılmış. ‘’Türklere söyleyin. Adaları işgal etmesin.’’
Semboller ve Mesajlar. Amerikalı meslektaşlarımız semboller üzerinden mesaj vermeyi de ihmal etmemişler. Amerikalı Oramiralin İtalya’daki NATO görevinden ve Rhode Island/Newport’taki  Deniz Harp Akademisinden arkadaşı olan Türk Donanma Komutanının adı Oramiral Mehmet Abdül.  Yazar, Abdül’ün Birinci Dünya Savaşında İngilizlerin Türkleri medyada küçük gördüğü karikatür ve yazılarda kullandığı bir tabir olduğunu bilmediğimizi sanıyor olabilir. Diğer sembol isim açık olarak verilmiş ve izah edilmiş. Phantom filosunun iki komutanından birisinin adı Albay Stephanie Decatur. Bayan subaya verilen soyadı da 1804 yılında Cezayir Dayısını yenerek Berberi gambotunu ele geçiren Deniz Yüzbaşı Stephen Decatur’dan geliyor. Amerikan Donanmasının ilk deniz zaferi olarak kabul edilen olayı resmeden ve yere düşen Türk bayrağını da gösteren Dennis Malone ‘nun yağlı boya tablosu, Pentagon’da ABD Deniz Kuvvetleri Komutanı makam odası girişinde bulunuyor.
Güncel Navarin Tehdidi.  Söz konusu kitabın 15. Bölümü salt bir deniz taktik kitabının çok ötesindedir. Türkiye’nin Ege, Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’de çıkarlarını korumak için Yunan deniz gücü ile karşı karşıya kaldığında Amerikan gücünün kayıtsız şartsız Yunanistan’ın yanında olacağını ve bu uğurda gerekirse Türk donanmasını imha edebileceğinin açık mesajını veriyor. Durumu 1827 yılında Pilos’ta yaşanan Navarin Baskını şartlarına benzetebiliriz. Reel politik düzlem ile bu senaryo bir arada değerlendirildiğinde, Doğu Akdeniz'de, kontrolü giderek güçleşen askeri yığınaklanmanın devam ettiği; Türkiye ve KKTC'nin deniz yetki alanındaki meşru haklarına şirketleri üzerinden araştırma ve fiili delme, faaliyeti ile meydan okuyan; resmi açıklamada Türkiye'ye "habis"  diyebilen siyasi ittifakların  yer aldığı bir ortamda, ABD Deniz Enstitüsü tarafından yayınlanan bu senaryo,  düşmanca bir niyetin yansıması ve Türkiye’yi hala Bon Pour L’Orient olarak görme temayüllerinin bir sonucu olarak değerlendirilmelidir.
Dikkat Ege’ye Çekiliyor. Senaryonun ve taktiklerin Ege harekat alanı açısından eleştirisi için sayfalar yetmez. Ancak söylenmeden geçilemeyecek husus, senaryoda bir savaşta son sözü söyleyecek Türk denizaltılarından hiç bahsedilmemiş olmasıdır. Pek çok maddi hata ve yanlış bilgi ile bu senaryo ve hal tarzının, hiç bir yerinde Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin kıta sahanlığını koruma kararlılığı ve hidrokarbon kaynakları mücadelesine yönelik gönderme  yapılmaması da çok ilginçtir. Halbuki bugün için asıl mesele Ege’deki durumdan çok daha önemli olan Doğu Akdeniz enerji kaynakları mücadelesidir. Bir bakıma kurguda, Türkiye’yi Ege sorunlarına çekerek, Doğu Akdeniz yetki alanı paylaşım mücadelesini ikinci plana atmasını arzulayan bir mesaj verilmeye çalışılmıştır. Senaryoda Türkiye’nin Avrasya’ya ve özellikle Rusya’ya tamamen yönelmemesi için de tedbirler alındığını görüyoruz. Örneğin Türk Amfibi gücünü önlemek için çok fazla can kaybına neden olacağından denizaltıların kullanılması ya  da ana karaya hava saldırısı istenmiyor. Yani Türk kamuoyunu kazanmak için açık kapı bırakılıyor.
Yunanistan’a ve Rumlara Görev  Diğer yandan Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a bu senaryo ile aslında bir görev verilmektedir. "Türkiye'nin askeri gücü çok artmıştır, siz şimdi ön alırsanız, bizim de desteğimizle Türkiye'yi yener, karada ve denizde siyasi  hedeflerinize ulaşırsınız." Geçmişte emperyalizmin benzer teşvikleri ile kendi başlarına "Küçük Asya" felaketini getirmiş olanların, bu ucuz ve çok tehlikeli senaryoda yer alıp almayacaklarını bilemeyiz.
Bilge Devlet Adamları Nerede? Diğer taraftan bazı Amerikalıların İkinci Dünya Savaşının bilge amirallerinden ders alması gerekiyor. Mesela Amiral King ve Amiral Leahy  başta Başkan Truman olmak üzere karşı cephenin yoğun baskısına rağmen 1945 yılında Japonya’ya karşı nükleer silahların kullanılmasına açıkça karşı çıkmıştı. Bugün de ABD devlet sisteminde savaş çığırtkanlığı yapanları dizginleyecek akil devlet adamlarına ihtiyaç var. Sadece denizde kısıtlı kalacağını hayal ettikleri  Türk Amerikan savaşının söz konusu koşul sağlansa bile yaratacağı deprem ve kıracağı fay hatlarını Amerikalılar düşünemiyor mu? Türkler ve Türk Donanması, anavatan ve mavi vatanın bir karışını vermez. Bu uğurda güç kullanım tehdidi ve savaş ile caydırılamaz. Ege’de veya Doğu Akdeniz’de 1827 ve 1919 koşullarını geri getirmenin, mantık dışı senaryolarla  Türkiye’ye mesaj vermenin zamanı geçmiştir. Zaman, deniz dibi kaynaklarının ve deniz yetki alanlarının kıyıdaşlar arasında hakça paylaşılması için müzakere edilmesi; Ege’de başta karasuları genişliği sorunu olmak üzere Yunan oldu-bittilerinin Türkiye’nin hayat alanını nasıl kısıtlayacağının anlaşılması zamanıdır.   Zaman, Yunanistan ve Güney Kıbrıs’ın ulusal güçlerinin ötesinde hayaller ile Türk mavi vatanından hırsızlık yapma teşebbüslerine son vermeleri zamanıdır.
Churchill Dersleri. Diğer yandan yazarlara, Birinci Dünya savaşında Türkler için kullanılan Abdül’ün yerini Mehmetçiğin aldığını hatırlatalım. Beğenmedikleri Abdül, Çanakkale’de ve Kurtuluş Savaşında Mehmetçiğe dönüştü. Churchill’in Lozan sonrası hatıratındaki ifadesi ile: ‘’ Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri, müttefikler için en kötü aşağılanmadır… müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. ‘’ Amerikalı meslektaşlarımızı tarih okumaya davet ediyoruz. Unutulmamalıdır ki, karşılıklı saygı ve anlayış üzerine inşa edilecek Türk - Amerikan dostluğunun küresel barış ve istikrara katkısı, bu ucuz senaryoların yaratacağı karmaşa ve yıkımdan çok daha değerlidir.
Başta Dışişleri ve Savunma Bakanlıklarımız olmak üzere devletimizin sorumlu makamları kuşkusuz bu senaryoyu ciddi şekilde değerlendirecektir. Ancak, Türk ve KKTC kamuoyu, devlet  yönetiminde bulunanlardan, bu konuda yaptıkları/yapacakları resmi girişimler ve gösterdikleri kararlılıkla ilgili aydınlatıcı açıklamayı da beklemektedirler.






















2 Nisan 2019 Salı

Pax Sinica, Pax Romana Topraklarında

Description: IMG_0131 




Pax Sinica, Pax Romana Topraklarında
Pax Sinica (Çin Barışı) Han Hanedanı sırasında MÖ 200’den itibaren 400 yıl sürdü. Aynı dönemde Roma İmparatorluğu Avrupa, Afrika ve Ortadoğu’da Pax Romana (Roma Barışını) sürdürüyordu. Avrasya’nın doğusu ve batısında görece barış ortamı sağlanmış, uzun mesafeli ticaretle şehirler ve yerleşik düzen gelişirken, yaşam standardı yükselmişti. Dönemin her iki kıtasal gücü barış ortamını siyasi, askeri, ekonomik ve kültürel güçleri sayesinde  geliştirmişlerdi. Avrasya’nın her iki yakasını İpek Yolu bu dönemde birleştirmeye başladı. Avrasya’ya barış getiren her iki Pax dönemi, MS 200’lerde birlikte eridi. Roma ve Çin Barışları döneminin Avrasya coğrafyası içinde barış içinde birlikte yaşaması tarihin nadir dönemlerinden birisini oluşturuyor. 400 yıl sonra Tang Hanedanı (618 – 917) sırasında da ikinci Pax Sinica yaşandı. Bu sırada Avrupa, Orta Çağ karanlığını yaşıyordu.
Yükselen Çin. Günümüzde üçüncü Pax Sinica dönemine giriliyor. Bu dönem kendi iç ve dış dinamikleriyle son 75 yılın Pax Americana dönemini değiştiriyor. Ancak değişim çok sancılı oluyor. ABD, 1945 sonrası kazandığı itibarını 21’inci yüzyılda kaybetti. İkinci Dünya Savaşının sonunda Avrupa, Kuzey Afrika ve Asya’yı Hitler, Mussolini  ve Japon Faşizminden kurtaran ABD’ye bütün dünyada büyük hayranlık duyuluyordu. Söz konusu yıllarda dünyada üretilen her yüz malın kabaca 40’ını üreten ABD, Pax Americana ‘nın tesisi için 418 bin askerini ve sivil vatandaşını kaybetmiş ama devasa ekonomisi, tek bir bomba düşmeyen coğrafyası ve galibiyetin sağladığı şartlar altında yeni dünya düzenini kurma hakkını elde etmişti. Bu hakkı, Hiroşima ve Nagasaki’ye gereksiz yere atılan iki nükleer bomba ile  tartışmaya bile açmayacağını ilan etmişti. Diğer yandan Rusya ve Çin, bu savaşta  Alman ve Japon emperyalizmine kanla direnmiş ve toplamda 45 milyon asker ve sivilini kaybetmişti. Aradan geçen 75 yılda Çin oyunu kuralına göre oynadı. Ekonomide büyüdü. Aynen ABD’nin 1890 yılında İngiltere’yi üretimde geçtiği gibi 2010 yılında Çin de ABD’yi üretimde geçti.
Avrupa’da Bir İlk. Geçen hafta Kuşak ve Yol (KvY) Girişiminin Mimarı Çin Devlet Başkanı Xi Jinping, İtalya Monako ve Fransa’yı kapsayan Avrupa turunu tamamladı. Ziyaret büyük yankılar uyandırdı. Her üç ülkede 40 milyar dolarlık iş bağlantıları yapılan ziyarette, İtalya ile 30’a yakın anlaşma imzalandı. Bu süreçte İtalya’nın önemi, KvY’de ilk kez  G7 üyesi bir AB ülkesi olarak öne çıkıyor. Dünyanın en büyük 8. Ekonomisi İtalya, KvY girişimine mutabakat muhtırası ile taraf oldu. Doğal olarak hegemonyanın el değiştirme  sürecinin devam ettiği bir ortamda bu durum rekabeti ve çatışmayı şüphesiz hızlandıracaktır. Zira imzalar, Atlantik medyasının yazılı ve görsel her türlü olanağını Çin’in KvY girişimini itibarsızlaştırdığı bir döneme denk geldi. Dünyanın ABD inisiyatifi ile terörle mücadele döneminden büyük güçler mücadelesi dönemine geçtiği bir zaman diliminde NATO ve AB’nin A takımında yer alan İtalya’nın KvY’de yerini alması, Atlantik sisteme çok büyük bir darbedir. Bu darbenin yarattığı etki Türkiye’nin RF’den S-400   sistem alımı kadar menfi psikolojik etki yaratacaktır.  14 Mart 2019 tarihinde NATO Genel Sekreterinin bir basın toplantısında Çin’in Siber Güvenliğe yönelik yarattığı risklerin NATO olanakları ile izlenmesini ima eden konuşması dikkate alındığında, sadece büyük NATO komutanlıklarına değil, 5 ayrı ABD askeri üssüne ev sahipliği yanında Venedik, Cenova ve Trieste Limanlarını KvY girişimine açarak öne çıkan İtalya’nın  önümüzdeki dönemde baskı altında kalacağı kaçınılmazdır.
Pax Sinica Genişliyor. AB gerek siyasi, gerekse ekonomik alanda zor günler geçiriyor. İtalya, AB’de bir gelecek göremediği için kaçınılmaz şekilde Çin’e  yöneliyor.  Böylece Doğu ve Güney Avrupa devletleri kervanına katılıyor. 2012 yılında Çin ile yakınlaşma için kurulan CEE 16+1 platformu (Merkezi ve Doğu Avrupa Ülkeleri+ Çin) KvY girişiminde önemli ortaklıklar ve projeler geliştiriyor. ABD’nin baskısına rağmen Pax Sinica Avrupa topraklarında genişliyor. İtalya’nın 10 Nisan’da Brüksel’de yapılacak Çin-AB zirvesinden önce KvY mutabakat muhtırasını imzalamış olması, Çin diplomasisinin büyük başarısıdır.
Avrasya Atlantik Savaşı. Bu gelişmelere Almanya’nın Rusya ile Kuzey Akım II projesi; Çin ile Huawei 5G projesi üzerinden devam ettirdiği işbirliğinde direndiğini göz önüne alırsak küresel bazda başta terör olmak üzere yaşanan tüm olayların sebep sonuçlarını daha iyi anlarız. Yeni Zelanda’da yaşanan cami baskınını salt bir fanatiğin yabancı düşmanlığı veya İslamofobik çılgınlığı çerçevesinde göremeyiz. Hindistan ve Pakistan arasında Keşmir’deki terör nedeniyle başlayan ve neredeyse nükleer çatışmaya varan süreci de sadece terör kapsamında göremeyiz. Yaşanan, 4200 yıllık Konfüçyüs uygarlığıyla, 242 yıllık Amerikan uygarlığı arasındaki henüz derinde devam eden fay kırılmalarının dışarıda hissedilen şoklarıdır. Yaşanan, dengeyi savunan bir uygarlıkla yaratıcı kaosu savunan diğeri arasındaki çekişmenin sancılarıdır. Bu süreçte İtalya, çok tarihi bir karara imza atarak Pax Sinica ve Pax Romana döneminin 2000 yıl önce başardığı Avrasya Barışının kapısını Asya’ya açmıştır. İnsanlık için önemli bir adımdır.
Türkiye Dikkatli Olmalıdır. Türkiye, Hazar Geçişli Orta Koridor ve Deniz İpek Yolu üzerinden Pax Sinica’ya eklenme sürecini hızlandırmalıdır. Türkiye’de ABD kışkırtmaları ile hareket eden bazı çevrelerin, Türkiye-Rusya ve Türkiye-Çin ilişkilerinde Kırım ve Uygur sorunları üzerinden jeopolitik intihar risklerini tetikleme tehlikesine dikkat çekerek bu yazıyı tamamlayalım. Tekrar hatırlatalım; devletler duygularla değil yüksek jeopolitik ve ekonomik çıkarlara odaklanarak yönetilir.