31 Mart 2020 Salı

algın, Bölgesel Jeopolitik ve İstanbul Kanalı

Description: IMG_0131 




Salgın, Bölgesel Jeopolitik ve İstanbul Kanalı
Covid19 salgını sadece fay hatlarını kıran bir deprem değil, dünyayı her yönü ile değiştirecek tsunamiler, artçı depremler ve artçı şoklar yaratan; yaratmaya devam eden ve uzun süre yaratacak bir devrimin ta kendisi oldu.  Halen yaşananları ve kısa sürede yarattığı sonuçları barutsuz bir dünya savaşına benzetebiliriz. Savaşlar devletlerin milli güçlerinin er meydanıdır. Halkın savaş azim iradesi ile beslenen milli güç faktörleri savaşın sonucunu belirler. Alman Şansölyesi ne diyor? ‘’İkinci Dünya Savaşından bu yana gördüğümüz en büyük meydan okuma!’’ Evet bu meydan okuma, doğa ile insan arasında. Şu an için kazananı doğa. Ancak bu savaş, diğer yandan salgını kontrol altına alma ve salgının sonuçları ile her boyutta mücadele konusunda devletlerin yetenek ve olanak envanterini; halkın disiplinini; devletin örgütleme ve müdahale becerisini; seçilmiş alanlarda yaratıcılık ve üretim kapasitesini kısacası gerçek bir savaş ortamına yakın şartlarda her devletin milli gücünü test etti.
Virüs Doğayı Koruyan Durumda. İnsanoğlunu evinden çıkarmayan bir virüs, erişim ve yerleşimde sınır tanımadan kendini doğanın koruyucusu ilan etti. Küresel, bölgesel ve neredeyse ülkesel ulaşım yarı yarıya azaldı. Karbondioksit salınımı ile başta plastikler olmak üzere katı ve sıvı atıklar azaldı. İnsan hareketlerini durma noktasına getirirken, tüketim çılgınlığına son verdi. Serveti olanlar için bu gücün bir anlamı olmadığını ispat etti. Herkesi eşitledi.
Değişim Kaçınılmaz. Artık insan hayatını ve faaliyetini ilgilendiren ve akla gelen hemen hemen her alanda alışılagelmiş paradigmalar, doktrin ve kavramlar yeniden gözden geçirilecek. Eski kalıplara, düşünce pratiklerine, stratejik şablonlara sadık kalanlar yeni dönemin yakıcı sorunlarına cevap vermekte zorlanacak. Zira yeni dönemin belirleyici parametrelerine tarihin ve doğanın durdurulmaz akışı karar veriyor. İnsanoğlu teknolojide ne kadar ileri gitse de doğanın yaratıcı ve yıkıcı gücü karşısında durmak zorunda kalıyor.
Denge Mutlaka Sağlanacak. Ancak tarihin gösterdiği gerçek de ortada. İnsanlık yıllarca da sürse savaş ve salgınları her koşulda, büyük bedellerle de olsa  atlatmış.  Daha doğrusu homeostasis yani denge her koşulda sağlanmış. Şüphesiz Covid19 krizi de aşılacaktır. Devletler bu aşamada sadece Covid19 krizini yönetmeye değil aynı zamanda Covid19 sonrası dönemin jeopolitik, ekonomik, teknolojik, sosyolojik, kültürel ve demografik  yeni şekillendirmelerine de hazırlık yapıyorlar. Bu zaten devlet olmanın gereğidir. Tüm devletlerin şu an için birinci önceliği hastalığın yayılmasını önlerken, ölüm sayısını asgariye çekmektir. Diğer yandan sosyal patlamaları önleyecek ve mevcut rejimlerini sürdürecek  şekilde ekonomik çarkları eski ayarına oturtmak aynı derecede önemlidir. Burada aynen bir savaşta olduğu gibi gıda, su ve enerji güvenliği ile emekçi kitlelerin finansal güvenliği şüphesiz öncelik alacaktır.
Jeopolitik Mücadele Durmaz. Ancak tüm bunlar yaşanırken jeopolitik mücadele de devam edecektir. Hiç bir ülke salgın var diye başta egemenlik sorunları olmak üzere  jeopolitik çekim alanlarından uzaklaşmayacaktır. Dünyada güç ve çıkar mücadelesi bitmeyeceğine göre, devletler bugün yaşanan salgın hastalık ya da biyolojik savaş örneğini jeopolitik alanda mücadele yeteneklerini geliştirme maksadıyla kullanacaktır. Örneğin salgının gündeme oturduğu; devletin çöken hizmet sektörü nedeniyle piyasaya 2 trilyon dolar sürmeye giriştiği; Başkanın Milli Muhafızları görevlendirme yetkisini kullandığı; 1929 krizinden daha büyük bir krizle karşılaşıldığı bir ortamda ABD yönetimi Arap Denizinde bulunan iki uçak gemisi grubu ile İran’a baskı yapmaya devam ediyor. Avrupa’nın güvenliği için var edilmiş NATO, Avrupa’nın her yönü ile iflas ettiği bugünkü konjonktürün her türlü olumsuzluk ve salgının büyüme riskine; pek çok Avrupa ülkesinde sokağa çıkma yasağı ilan edilmiş olmasına rağmen Defender EUROPE 20 Tatbikatından vaz geçmiyor. Demek ki, jeopolitik öncelikler rota değiştirmiyor.

Bölgesel Jeopolitik. Covid19’un gündemimize girdiği Aralık 2019 sonrası yaşananlar yeni jeopolitik dönemin ip uçlarını şimdiden ortaya çıkarıyor. Çok kutuplu, Asya yüzyılının öne çıktığı bir dönemde Pandeminin başta Çin, Güney Kore, Japonya gibi Asya ülkelerinde en az hasarla atlatılmış olmasından ABD, AB ve Türkiye’nin dersler çıkarması gerekiyor. Halkçı ve sosyal devletlerin, dijital teknolojiyi bir kuvvet çarpanı olarak kullandığı bir savaştan bahsediyoruz. Bu savaşın galipleri küresel ve bölgesel jeopolitiğin pek çok parametresini etkileyecek potansiyele sahiptir.
Kemalizm Yeniden. Şüphesiz neoliberal ekonomik politika uygulayan ülkeler en azından sağlık sektöründe Keynesyan politikalar uygulayan devletler yanında sınıfta kaldılar. Tarihi boyunca her dönemde çok büyük çaplı salgınlardan çok çekmiş, bedel ödemiş olan Çin’in devlet politikası en çok Türkiye’nin ders alması gereken örnekler sunuyor. Zamanında Hıfzıssıhhayı kurmuş, başta tüberküloz, trahoma, frengi ile baş etmiş, milli olanaklarla aşı üretmiş ve zor anlarında aşı göndererek Çin’e yardım etmiş Türkiye, şimdi de Çin’den gelen tıbbi destek ve tavsiyeler ile rota çiziyor. Çin’i başarılı kılan temel devletçi, halkçı ve sosyal devlet prensiplerini karma ekonomi modeli ile uygulayan Çin’in aslında Kemalizm’i uyguladığını söylememiz yanlış olmaz. O zaman Türkiye’nin bu başarılı politikaya geri dönmesi yeni dönemin en acil gereksinimidir.  Kamucu, üretici, tüketimde minimalist, laik, halkçı, sosyal, demokratik bir hukuk devleti olarak cumhuriyeti daha yükseğe taşımamız aydınlık geleceğin yegane reçetesidir. Muhafazakar demokrasi söylemiyle 2002’den bu yana iktidarda kalan siyasi parti ile neoliberal Atlantikçi politikaları takip eden ana muhalefet partisinin, yani her ikisinin de  Kemalizm’e yani kurucu ideolojiye dönme ve dışarıdan ithal politikaları terk etme zamanı gelmiştir. Dış Politika ve güvenlik politikalarına gelince.
Türkiye AB İlişkileri. AB yaşamının en önemli var oluş krizi ile karşı karşıyadır. En ciddi ve yaşamsal bir krizde başta İtalya ve İspanya olmak üzere birlik üyelerine eşgüdüm ve işbirliği içinde yardım edememiştir. Ortak AB hayalinin simgesi olan Şengen fiiliyatta bitmiştir. Türkiye çökme aşamasına gelen bu Birlik ile Covid19 sonrası dönem ilişkilerinde, başta Gümrük Birliği’ni masaya yatırarak, devam edip etmeme konusunda karar vermelidir.
Türkiye – Yunanistan İlişkileri. AB’nin çatırdadığı, varoluş nedenini sorgulamaya başladığı; karşılıklı yardım ve dayanışmanın ortadan kalktığı bir konjonktürde Yunanistan’ın geleceğe yönelik yeni bir durum muhakemesi yapması gerekiyor. Şartlar 1922 Eylül’ünden farklı değildir. Yunanistan, Türkiye’nin bölgesel gücü ve üstünlüğünü kabul ederek 1923-1955 arasında yaşanan Türk - Yunan işbirliği ve karşılıklı uyum dönemini yeniden başlatabilir. Arkasında güvenebileceği AB’nin en azından önümüzdeki 3 yıl birlik olarak hareket edemeyeceğini kabul etmek ve Türkiye ile yeni bir başlangıç yapmak zorunda kalacağını düşünmek zorundadır. Pan Helenist, Enosis’ci, Megali İdea soslu hayalperest politikalardan ve sosyo politik iklimden vaz geçme zamanı çoktan gelmiştir. Covid19 sonrası dönemde kuruluş dönemi ayarlarına geri dönmekten başka seçeneği kalmayan  Türkiye ile bölgesel işbirliğine gitmesi ve özellikle Ege ve D. Akdeniz’de Türk mavi vatanına yönelik egemenlik iddialarından vaz geçmesi gelecek nesillere barış ve huzur getirecektir. Bu rota dışında Türkiye ile güç mücadelesine girerek, mevcut sorunları kriz potansiyeline taşımak, Yunanistan’ın hem kalkınmasını hem refahını, hem de huzurunu olumsuz etkileyecektir.
Türkiye – Kıbrıs Jeopolitiği Covid19 ada devletlerinin her açıdan stratejik kırılganlık potansiyelini ispat etti. KKTC halkı umarım, Kıbrıs Cumhuriyeti adı altında birleşik federal bir devle çatısı altındayken böylesi bir pandemi ile karşılaşmış olsaydı,  kıt tıbbi olanaklar paralelinde kendilerine Rum çoğunluğun hastanelerinde yer bulup bulamayacaklarını sorgulama fırsatı bulmuştur. Yeni dönemde KKTC, Kıbrıs Devletinden tamamen boşanmalı ve Kıbrıs Türk Cumhuriyetini kuracak süreci başlatmalıdır. O nedenle BM  çatısı altında yapılacak görüşmeler bu boşanmanın şartlarına yönelik olmalıdır.
Doğu Akdeniz Politikası. Türkiye en kısa zamanda Suriye’de sınır güvenliği, terörle mücadele ve Kukla sözde bir Kürt Devletinin kurulmamasına yönelik asgari şartları sağlayacak askeri hedefleri sağlamalı ve bu süreci Astana ve Soçi süreçleri üzerinden Rusya Federasyonu; Adana Mutabakatı üzerinden Suriye Devleti ile yürütmelidir. Covid19 sonrası Türkiye’nin İdlib karadeliğinde harcayacak ne fazladan enerjisi ne de önceliği olacaktır. Bu şekilde Suriyeli mültecilerin vatanlarına dönme süreci de hızlandırılabilecektir. Doğu Akdeniz deniz yetki alanlarımızda, Yunanistan, GKRY, İsrail ve Mısır Türkiye aleyhindeki siyasi ve askeri uygulamalarını terk edene  kadar mevcut sismik ve sondaj faaliyetlerimiz kuvvet ve gayret ekonomisi göz önünde tutularak devam ettirilmelidir. Libya’daki kuvvetlerimizin acil bir durum karşısında desteklenmesi; gerektiğinde tıbbi tahliye dahil geri çekilmeleri için Batı Akdeniz’de her türlü müdahaleye hazır deniz gücümüzün varlığı devam ettirilmelidir. Bu kapsamda Donanmamızın Covid19 krizine en uzak şekilde dinamik, diri ve her an harekata hazır güç olarak tutulması ve desteklenmesi devletin en üst seviye öncelikleri arasında olmalıdır.
Karadeniz Politikası. Montreux Sözleşmesinin koruyuculuğu altında Karadeniz’deki deniz güvenliğinin devamı asli politikamız olmalıdır. Bu çerçevede Rusya ile ilişkilerde İdlib tuzağına benzer tuzaklara bir daha düşmeden, dengeli ve karşılıklı işbirliğine dayalı dış politikamız devam ettirilmelidir. Covid19 sonrası komşularla yakın ilişkiler ve sınır ötesi yakın ticaret önemini artıracaktır. Karadeniz sahildarlarımız ile bu kapsamda ilişkilerin güçlendirilmesi, Kars Bakü Tiflis demiryolu hattı  ve kısa mesafe deniz ulaştırması ile geniş Karadeniz bölgesinde ticaretin geliştirilmesi hedeflenmelidir.
İstanbul Kanalı. ABD ve AB’nin Covid19’a karşı en üst seviyede ekonomik tedbirleri, neredeyse askeri tedbirlerle desteklenen acil durum uygulamaları ile desteklediği; dünyanın son yüzyılda gördüğü en ciddi pandeminin ülkemizde can alıcı şekilde yaşandığı bir dönemde, kamuoyunun önemli bölümünün başından bu yana karşı çıktığı İstanbul Kanal projesinde geçen hafta içinde ihaleye çıkıldı. Ulusal birlik ve beraberliğe en üst seviyede ihtiyaç duyulan bir konjonktürde, söz konusu ihale süreci çok ciddi kırılma yaratmıştır. Bu uygulama, tıbbi ve ekonomik cephelerde ciddi bir savaşın devam ettiği ortamda gerek devlet ciddiyeti, gerekse toplumsal mutabakat ideali ile örtüşmemiştir. Olay salt devlet bürokrasisi gereği olarak görülmemelidir. Birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyulan bir dönemde bu karar son derece yanlış olmuştur. Hatadan derhal dönülmesi, devlet itibarı ve inandırıcılığı için elzemdir.




26 Mart 2020 Perşembe

Covid-19 ile Washington Oydaşmasına Veda

Description: IMG_0131 



Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
Covid-19 ile Washington Oydaşmasına Veda
Küresel liderlikler veya hegemonya 100-150 yılda bir el değiştirir. Değiştiğinde küresel sistemin omurgası da değişir. 1648 Westphalia Antlaşması, Fransız Devrimi gibi önemli dönüm noktaları 17. ve 18. Yüzyılda yaşanan değişim örnekleridir. 19. Yüzyılda, Napolyon Savaşları sonrası Viyana Konferansı (1815) ile Avrupa’nın kurtarıcısı olarak Büyük Britanya ortaya çıkmıştı. Futboldan, İngiliz kumaşına, İngilizceden denizciliğe her alanda dünyayı etkileyen yeni küresel lider onlar olmuştu.
20. Yüzyılda ABD Liderliği. Birinci Dünya Savaşını İngilizler ABD’den borçlanarak yürütmüş, sonunda galip çıksa da ekonomisi çökmüştü. Bu savaştan sonra imparatorluklar dönemi kapanmış, Rusya’da sosyalizm Türkiye’de Kemalizm dönemi başlamıştı. Mazlum uluslar uyanıyordu. Britanya öncülüğünde kurulan Milletler Cemiyeti İkinci Dünya Savaşını önleyememiş ama bu savaştan da galip çıkmışlardı. Ancak artık ABD’nin küresel liderliğini tanımak zorundaydılar. Neticede her şey ekonomik güce dayanıyordu. 1890 yılında Britanya’yı üretimde geçen ABD, İkinci Dünya Savaşından ekonomik bir dev olarak çıktı ve Britanya’ya son darbeyi 1956 Süveyş Krizinde vurdu. Artık Amerikan hegemonyası başlamıştı. Onu engelleyebilecek yegane denge ve kontrol unsuru Sovyetler Birliği ve nükleer güç idi. O nedenle dünya, nükleer silahların karşılıklı garantilenmiş yok olma (MAD) tehdidi altında her iki dünya savaşında yaşanan milyonlarca insanın ölümünü görmeden, soğuk savaş altında Berlin duvarının yıkıldığı 1989 yılına kadar görece bir istikrar dönemi yaşadı. Nüfus ve refah arttı. 1970’lerde 3,5 milyar olan nüfus 21. yüzyıl başında 7,5 milyar oldu. 1971’de ABD, bir oldu bitti ile doların uluslararası ticaretteki konumunu pekiştirdi. 1970’lerde neo-liberal ekonomik sistem vites büyülttü. Hijyen, tıp, gıda sektörü, haberleşme ve ulaştırma öyle gelişti ki, 70’lerden sonra Atlantikçi küresel ekonomik sistem, artan dünya nüfusunu sömürülecek tüketici kitle olarak görmeye başladı.
Soğuk Savaş Sonrası Dönem. 1989 sonrası SSCB yıkıldı ve ABD hegemonyası zafer sarhoşluğu içinde neo-liberal kapitalizmi küreselleşme adı altında bütün dünyaya dayattı. Tek kutuplu kontrolsüz dünyada haritalar değiştirildi, hükümetler devrildi. Devletler küçülürken, özelleştirmeler ve dev firmalar altın çağını yaşadı. Bu arada finans/kapital sektörü tarihinde olmadığı kadar büyüdü. Paradan para kazanma dönemi ile finans, üretimin; tüketim tasarrufun; maddi haz, manevi/ahlaki hazzın önüne geçti. Sömürülmesi ve kullanılması gereken kitleler jeopolitik teorilerin izin verdiği ölçüde dönüştürüldü. SSCB yıkıldıktan sonra Rusya kapitalist oldu. 70’lerin sonunda Çin zaten karma ekonomik modele geçmişti.
Neoliberal Felaket. 21. yüzyıl başında neoliberal kapitalizm ve Atlantikçi demokrasi ile şekillendirilen sosyo psikolojik iklim, doğayı tahrip eden, ferdiyetçi, hazcı ve insani temel değerlerden uzaklaşmış, tüketen ama düşünmeyen, hedonist kitleler yarattı. Bu kitleler gerek enerji ile hammaddeye erişim, gerekse yeni pazarların yaratılması için Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de kanlı müdahalelere göz yumdu. En azından hükümetlerini sorgulamadı ve kendi devletlerinin yarattığı suni terör tehdidi ile korkutulmayı kabullendi. Zayıf devletler parçalanıp halkları kan banyosu yaparken, finans kapital dünyasının sınır tanımayan elitleri, borçlanarak tüketen orta sınıfı artırdı. Bir yandan da pazarlarını genişletmeyi hedefledi. Bir nesil öncesi fakir olan orta sınıfların refah patlaması ile artan talepleri devletleri jeopolitik ve ekonomik mücadelede acımasız yaptı. Sistem baştan yanlış kurulmuştu. Washington oydaşması liberal demokratik düzen içinde herkese bir Amerikalı gibi yaşama ideali sunuyordu. Sadece tüketim çerçevesinde değil, batı değerleri kavramıyla da oydaşmaya uymak neredeyse mecburi tutuluyordu. Bu değerlere karşı çıkanlar düşman kabul edilip cezalandırılıyordu. Tükenen Dünya. Ama gerçekler böyle değildi. Washington oydaşması ucuz emeği sömürmek için küreselleşmeyi teşvik etmiş; Küresel üretim entegrasyonunun karşılıklı bağımlılık içinde  sağladığı yeni iklim içinde  özellikle Asya - Pasifik kalkınmış; Çin ve Hindistan ekonomileri olağanüstü büyümüş, ticaret aksı doğuya dönmüştü. Son 25 yılda küresel ölçekte 2,6 milyar insanın orta sınıfa geçmesi büyük bir başarı olmuştu. Ancak silah ters tepti. Asya Pasifik, gücünü üretimden alırken, Amerikan sistemi tam aksine uzaklaşmış; tüketim modeli daha da büyümüştü. Bu aşamada artık doğanın tahribatı da kaçınılmaz olmuştu. Karbondioksit salınımından, tüketim maddelerinin arz ve talep dengesine kadar küresel sistem sürdürülebilir olmaktan uzaklaşmıştı. 1973 yılında denizler üzerinde taşınan ticaret yükleri 3,5 milyar tondu. Geçen sene 12 milyar ton oldu. Küreselleşme böyle devam etseydi, 2030 yılında 25 milyar ton olması bekleniyordu. Doğaya verilen tahribat küresel ısınmadan, hava kirliliğine; asidifikasyondan okyanuslarda oluşan çöp adalara kadar acımasızca devam etti. Bu durumun sürdürülemez olduğu her kesim tarafından dile getiriliyordu.
Kim Dur Diyecek? Birileri, arkasına Atlantik sistemin askeri gücünü alan finans/kapital dünyasına dur demeliydi. Birileri dünyaya azla yetinmeyi öğretmeliydi. Birileri küreselleşmenin tüketimi artırıp ulusalcı her engeli aşmasına izin vermemeliydi. Birileri devletlerin seçilmiş bir azınlığın mutluluk ve kazancı için değil, halkın huzur ve refahı için örgütlendiğini hatırlatmalıydı.
Covid19 İkazı. Bu virüs, dünyaya müthiş bir kendine gel ikazı çekti. Mikron çapında bir virüs küresel jeopolitik fay hatlarının kırılmasında ve paradigma değişikliğine gidilmesinde Westpahlia, Fransız Devrimi, ya da 1956 krizi kadar etkili oldu. Covid19 krizi belki bir silahlı çatışma yani savaş değildi, ancak yarattığı etki ancak dünya savaşı ile kıyaslanabilecek seviyede gerçekleşti. Pandeminin  oluşum nedenlerine değil de, yarattığı sonuçlara bakarsak karşımıza karmaşık bir tablo çıkıyor. Bazı çevrecilere göre dünya en azından bir kaç haftadır nefes alıyor. Kendine gelmeye çalışıyor. Örneğin Wuhan’da hava kirliliği kalmadı. Diğer taraftan Neo liberal, ABD dolarına bağımlı, küreselleşmeci sistem artık çöküyor. Reel ekonomi, terk ettiği cepheyi finans/kapital odaklardan geri almanın kapısını açıyor. 2008 finansal krizinde olduğu gibi faizlerle oynamak ya da piyasaya para sürmek, çalışmayan fabrikadan ekmek çıkarmaya yetmiyor.
Herkes Aslında Yalnız. Bu süreçte görüldü ki tüm devletler aslında yalnız. Bırakalım küreselleşmeyi, AB ve NATO gibi dev yapılar bile bu süreçte krizi göğüsleyemedi. Zorda kalanlara yardım edemedi. Sorun küresel. Tedavi ülkesel. Covid19, kar odaklı kapitalizmin sosyal ahlakı terk ettiği ve küresel reçetelerin olmadığı bir ortamda, sosyal devletin veya halkçılığın yaşamsal olduğunu tüm dünyaya hatırlattı. Bu kapsamda her ikisinin de  güçlü olduğu Çin, 21.yüzyılın örnek devlet modeli olarak ortaya çıktı. Küreselleşmecilik geri çekilirken, artık devletler kendi kendine yeterlilik seviyelerini yukarıya çekeceklerdir. Ekonomiler içe dönerken, bölgesel işbirlikleri ve sınır ticareti öne çıkacaktır. Tarım ve sanayinin payı hizmet sektörünün üzerine çıkacaktır. Özellikle tarımda, su kaynaklarında kendine yeterlilik  önem arz edecektir.
ABD Dönemi Kapanıyor. ABD’nin artık oyun kuramayacağı veya kurduğu hiç bir oyunu sonlandıramayacağı bir kez daha görüldü. ABD’nin, diğer ülkelere yardımı bir yana, kendine yardım edemiyor. IMF gibi ABD güdümündeki bir kurumun bu zor dönemde Venezuela’nın kredi talebini reddetmesi ya da tüm ulusların dayanışma içinde olması gereken bir ortamda, İran’a insani malzemeler dahil ABD kısıtlamalarının devamı, küresel Amerikan imajını yerle bir etti. Bu durum ABD Çin rekabetini daha da artıracak, Çin daha net şekilde mazlumların yanında yerini alacaktır.
Sosyo Ekonomik Tsunamiler. Covid 19, Dünyada ulusalcılığı  ve içe yönelişi tekrar etkin hale getirecektir. ABD, Fransa, Almanya gibi G7 devleri ülke liderlerinin bile bir savaştayız söylemi, her ne kadar Covid-19 ile savaş gibi görünse de, aslında yeni kurulacak küresel ekonomik sisteme geçişin hazırlığı olarak görülmelidir. Şüphe yok ki küresel sistem yeniyi kurarken büyük zorluklar çekilecektir. Covid19 atlatılsa da, artçı siyasi ve ekonomik depremleriyle, akışı bozulan, resesyon ikazları altında kaosa sürüklenen küresel ekonomik sistemin yaratacağı sosyo ekonomik tsunami kaçınılmaz olacaktır.  ABD’de son 3 ayda silah satışlarının yüzde 40 arttığını; ABD Başkanının savaş dönemi yetkileri istediğini hatırlatmak isterim. Artık tehdidinin dışardan değil içerden gelmesinin bekleneceği işsizlik ve arz talep dengesizliklerine bağlı sosyo ekonomik kriz dönemine giriliyor. Yeni ekonomik sistem yerleşene  kadar şüphesiz her ülke içerde ciddi sorunlarla karşılaşacaktır.
Çin Yükseliyor. Covid 19 sonrası görüldü ki böylesi bir felaket senaryosuna devlet ve halk katmanları ile en hazır devlet Çin. Şüphesiz bu kriz Çin’in yeni dünya liderliği yolundaki siciline büyük katkı sağlayacaktır. Zira çok ciddi ve ölümcül biyolojik bir tehdit ile mücadelede gerek teknoloji gerekse devletin tüm imkanları kullanılarak kısa sürede inanılmaz başarı elde edilebilmiştir. Bu süreci ABD askeri stratejistlerinin dikkatli değerlendireceklerine şüphe yoktur. Çin halkının değil  konvansiyonel, nükleer bir saldırıya bile aynı disiplinle cevap vereceğine artık şüphe yoktur. Yaşananlar biyolojik silah ve karşı tedbirlere yönelik yatırımları artıracaktır. Artık silah AR/GE yatırımları kadar savunma yatırımının pandemi ve benzeri biyolojik saldırılara karşı savunmaya ayrılacağını söyleyebiliriz.
Türkiye dersleri. Bu süreçten ülkemizin çıkaracağı en önemli ders şüphesiz Kemalizm’in 100 yıl önce öğrettikleri ile aynıdır. Bilim her şeydir. Gerçek sadece ve sadece bilimde saklıdır. İnanç, bilimin sunduğu gerçeği destekler. Covid19 bizlere bilimin en hakiki rehber olduğunu bir kez daha öğretti. Diğer yandan bu kriz gösterdi ki halkın sağlığı ve refahı siyasi beklentilerin çok önünde olmalıdır. Çin’in 15 milyonluk Wuhan şehrinde kısa sürede sokağa çıkma yasağı uygulaması buna güzel bir örnektir. Türkiye bir takım nedenlerle sokağa çıkma yasağını uygulamadı. Ayrıca yurt dışından gelenlere karantina uygulamasında istenen disiplin ve etkinliği sağlayamadı. Test uygulamasında (HIV testlerinde olduğu gibi) bilgi devlette kalacak şekilde daha yaygın bir uygulama yapılabilirdi. Bu kriz devlette üst seviyede Hıfzıssıhha Kurumunun varlığına büyük ihtiyaç duyulduğunu ispat etti. Halen Genel Müdürlük bile olmayan bu kurum tekrar hak ettiği olanak ve güce kavuşturulmalıdır.
Ekonomik Kırılganlık. 21. Yüzyılda üretim ekonomisini başarmak zorundayız. Bunu devletçi yönlendirme ile karma ekonomik bir model içinde başarılmalıyız. Tüketim ve hizmet sektörüne dayanan ekonomilerin kırılganlığı yüksektir. Türkiye 1980 sonrası bu tuzağa maalesef düşmüştür. Bu satırlar yazılırken Covid19 sürecinin ekonomimize getireceği ağır yük ve işsizlik gibi sosyal sorunlar gündeme gelmeye başlamıştı. Bu sorunları milli seferberlikle aşmamız gerekir. Başta Kanal İstanbul gibi topluma ve ekonomiye katma değer sağlamayacak hayali projelerden vaz geçilmelidir. İzmir İktisat Konferansının ruhu tekrar yakalanmalıdır. Atlantik makyajı ve yönlendirmeleri başta AB ile gümrük birliği olmak üzere gözden geçirilmelidir.

Emperyalizm Direnecektir. Sonuç olarak Washington oydaşması bu krizle son nefesini vermeye zorlanmıştır. Bu aşamadan sonra emperyalizmin Covid19 gibi hayatta kalabilmek için her şeyi yapacağını beklemek gerekir. Bu süreçte Türkiye kuruluş ayarlarına yani Kemalist devlete geri dönerek başta Rusya ve Çin olmak üzere Asya ile işbirliğini güçlendirmeli, kutsal kase olarak gördüğü AB’nin ve ABD’nin gerek insani değerler, gerekse kriz yönetiminde sergilediği başarısız süreçlerden ders çıkarmalıdır.  

19 Mart 2020 Perşembe

100 yıl Sonra Tekrar Ettirmeyiz...

Description: IMG_0131 




100 yıl Sonra Tekrar Ettirmeyiz...
Tam 100 yıl önce bugün, 15 Mart 1920’yi 16 Mart’a bağlayan gece yarısından sonra İngiliz ve Fransız kuvvetleri İstanbul’da Şehzadebaşı karakolunu bastı. 10. Kafkas Fırkası Mızıka Takım erlerinin bulunduğu koğuşta silahsız 4 er şehit edildi. İstanbul’un ikinci işgali başlamıştı. Birincisi 13 Kasım 1918 sabahı 55 parça savaş gemisi ve bu gemilerden çıkan 3500 üzerindeki silahlı asker ile sağlanmıştı. Stratejik noktalar işgal edilmişti. Bu kez, yani ikinci işgalde hedef idare idi. İşgalin pek çok nedeni vardı. Akbaş baskını ile Maraş savunması gibi askeri başarıların yanısıra en önemli neden, 28 Ocak 1920 tarihinde Osmanlı Meclisi Mebusan‘ında Misak ı Millinin kabul edilmesiydi. Bunu kabul eden ve ettiren de Mustafa Kemal’in Anadolu’da yaktığı kurtuluş ateşiydi. Öyle bir ateşti ki bu, önüne çıkan engelleri yakıyor, umutsuzlukları dağıtıyordu. Ümmeti, Türk milletine dönüştürüyor; bağımsızlık ve hürriyet duygularına cesaretle sarılanları bir araya getiriyor; Anayurdu ve milleti korumaktan aciz, teslimiyetçi saltanatı halkın gözünde her geçen gün küçültürken, Kuvayı Milliye’yi yüceltiyor ve büyütüyordu.
İlk fitili Mustafa Kemal’in ağzından çıkan 3 kelime ateşliyordu: 13 Kasım 1918 günü Kartal İstimbotu üzerinde Sarayburnu açıklarında ‘’Geldikleri gibi Giderler’’ diyen büyük önder, 4 yıl sonra 1 Eylül 1922 sabahı Dumlupınar’da ordularına bu kez dört kelime ile hedef gösteriyor ve son fitili ateşliyordu. ‘’Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir.’’ Askeri zafer Lozan Antlaşması ile taçlanıyor ve 1923 Temmuzunda Churchill hatıratında şunları yazmak zorunda kalıyordu. ’ Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri, müttefikler için en kötü aşağılanmadır… müttefiklerin zaferi hiçbir yerde Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. ‘’
Evet aşağılanan, güneşin hiç batmadığı sanayi devi Britanya İmparatorluğu ve müttefikleriydi. Mustafa Kemal o dönemin en büyük gücünü yenmiş, 850 yıldır anayurdumuz olan Anadolu’yu kısa bir işgal döneminden sonra Türk kanı ile kurtarmıştı. 10 milyonu zor bulan bir nüfusa, olmayan sanayiye, çiftçi köylü ağırlıklı geri kalmış bir tarım toplumunun varlığına rağmen eldeki imkanları son kerteye kadar kullanmış ve  anayurdu çiğnetmemişti. Sakarya Meydan Muharebesinde nüfusun ancak % 1’ni teşkil eden 100 bin kişilik orduyu hazırlamak için büyük çaba sarf edilmiş, zafer sonrası istilacı Yunanı tepelemek için büyük taarruza kadar ordunun mevcudu ancak bir yılda 200 bine çıkarılabilmişti. Savunma sanayi yoktu. İmalat-ı Harbiye pencere demirlerinden ve hurda raylardan  ancak kama, kılıç veya süngü yapıyordu. Mustafa Kemal, ‘’Gözüm Sakarya’da Kulağım İnebolu’da’’ diyecek kadar Karadeniz’den gelecek cephaneye bağımlıydı.  Sovyet Rusya’nın 1920 Eylül’ünden itibaren yolladığı 300 bin ton cephane her iki büyük savaşın kaderini belirlemişti. Kocatepe’de 26 Ağustos 1922 sabahı Türk saldırısı başladığında modern ve tam teçhizatlı Yunan ordusu karşısında sayıca az, üniforması bile olmayan, ama çelik yürekli  ve cesur Türk askeri vardı. 9 Eylül’de İzmir kurtarılmıştı.
Onun dehası ve liderliği yıllarca sömürülmüş, hor görülmüş, işgale uğramış çöken bir imparatorluğun enkazı altında kalmış Türk’e imkansızlıklar içinde büyük bir zafer sunmuş, boynu bükük, 19. yüzyıl ortasından bu yana sürekli yurdundan edilmiş, çöken bir imparatorluğun başı eğik insanlar topluluğunu, Britanya İmparatorluğunu yenerek bir Cumhuriyet kuran onurlu, başı dik, kahraman milletler arasına sokmuştu. Yepyeni bir ruhla Türk milletini yaratmıştı.  Hintli kurucu lider Gandi kadar kimse bu başarıyı özetleyemez. ‘’Mustafa Kemal İngilizleri yenene kadar, Tanrı'yı da İngiliz zannediyordum’’ demişti.
Gelelim bugüne. Şehzadebaşı Karakol baskınından tam tamına 100 yıl sonra, Anadolu Türk’ü yeni işgal tehlikeleri ile karşı karşıya. İşgal iki cepheli. İlki Mavi Vatan işgali; diğeri Zihinlerin İşgali. Türkiye’nin uluslararası hukuk, içtihatlar ve divan/hakem mahkeme kararları paralelinde hakkı olan Akdeniz ve Ege’deki Münhasır Ekonomik Bölge/Kıta Sahanlığı sınırlarının reddine yönelik girişimler devam ediyor. 21. Yüzyılda Türkiye jeopolitiğinin ana cephesi olması gereken bu alanda 150 bin km karelik deniz alan gaspı söz konusu. Kuzey Kıbrıs’taki Türk askeri varlığının sonlandırılması ve KKTC’nin federal çözüm aldatmacası altında eritilmesi bu işgal girişiminin önemli yan cephesi. Diğer bir yan cephe ise Suriye’de denize çıkışı olan kukla bir Kürt devletçiğinin kurulma gayretleri. İdlib krizi ile yan cephe olması gereken Suriye cephesinin Mavi Vatan savaşının enerjisini emecek kadar öne çıktığı bir dönemi geçen haftalarda maalesef yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. 5 Mart 2020 Moskova Antlaşması ile Türkiye ve Rusya son anda Atlantik sistemin tuzağına düşmeyi önledi. Bu tuzak önlenmeseydi, üzülerek söylüyorum Türkiye sadece sonucu olmayacak uzun bir yıpranma döneminin içine çekilmekle kalmayacak, demir ve kanını siyasi ve askeri hedefleri açık ve anlaşılır olmayan bir silahlı çatışma sürecinde heba edecekti. Enerjimizi emecek bu kara delikten en büyük payı Mavi Vatan alacaktı. İdlib tuzağı aynı zamanda Türkiye’de medyanın, akademi dünyasının ve en önemlisi iç siyasetin ne kadar kırılgan, istikrarsız ve aynı zamanda ulusal çıkar odaklı düşünmekten ne kadar uzak olduğunu gösterdi. 1952 sonrası dönüştürülen Türkiye’de Atlantik mandacılığının ne kadar güçlü olduğu ve bu gücün hamaset duygularını sömürerek Türkiye’yi neredeyse Rusya ile savaşa davet edecek kadar jeopolitik, strateji ve akılcı siyaset yoksunu olduğunu ispat etti. Türkiye’yi 15 Temmuz 2016 felaketine getiren mandacılığın İdlib tuzağı ile yeniden hortlamasının önlenmesinde devlet aklını öne çıkaran tüm kurum ve kuruluşların varlığı gelecek açısından son derece önemlidir. Bu süreçte Rus medyasının da dikkat çekici hatalar yaptığını söyleyebiliriz. Sputnik Ajansının İngilizce yayınında Hatay konusunu gündeme getirmesi ve bir Rus TV kanalının Türk devlet heyetinin Kremlin’de RF Devlet Başkanı Putin’in toplantı salonuna gelişini beklemelerini haber yapması örnekler arasında gösterilebilir. Nasıl ki Türkiye’de Türk Rus düşmanlığını körükleyen başta FETÖ militanları ve mandacı bir zihniyet varsa, Rusya’da da Türk - Rus yakınlaşmasından rahatsızlık duyan başta fanatik Ermeni gruplarla, finans kapital dünyaya yakın çevrelerin varlığı göz ardı edilemez.
Asıl Cephe Mavi Vatan’dır. Mavi Vatan mücadelesini kazanmak istiyorsak Doğu Akdeniz’in jeopolitik resmini bir bütün halinde görmek zorundayız. Asli cephe Doğu Akdeniz’dir. Akdeniz’de Rusya’yı karşı kampa alırsak Mavi Vatanı kaybederiz. Unutmayın Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarında Osmanlının denize çıkışını önlemek isteyen Avrupa emperyalizminin temsilcisi Romanov hanedanı başat rol almıştı. Rusya, bugün stratejist Alexandre Dugin’in de ifade ettiği üzere Akdeniz’de Atlantik sistemin Türkiye’yi denizlerden ve denizcileşmeden uzaklaştırmasının önlenmesinde Türkiye ile işbirliğine hazır. Yeter ki kışkırtmalara iki taraf da geçit vermesin. Bölünmeyi ve ayrışmayı o kadar seviyoruz ki, Türkiye’nin çıkarlarını akılcı ve bilimsel şekilde tartışmaktan zaman zaman uzaklaşabiliyoruz. Bu ayrışmayı FETÖ gibi ihanet şebekeleri kışkırtırken, aynı dozu fanatizm ve cehalet ile yıkanmış hamaset söylemlerine sahip kitlelerden de görebiliyoruz. Mavi Vatanı içi boş tartışmalar ve yanlış kararlar sonucu kaybettiğimizde çok geç kalmış olabileceğimizi bir kez daha hatırlatalım.
İkinci Cephe Türk iç siyasetindeki işgal Cephesidir. Bu cephenin işgali 11 Kasım 1938 sonrası Kemalizm’den ve Atatürk’ten uzaklaşma ile başlamıştır. NATO üyeliği sonrası tavan yapmış, 12 Mart ve 12 Eylül askeri darbeleri ile komünizm ile mücadele başlığı altında Atlantik soslu dincileşme ikamesine yol açılmıştır. 15 Temmuz 2016 FETÖ darbesi bu sürecin kreşendosu olmuş ve Atlantik sistem güdümündeki söz konusu ihanet şebekesi, kutsal dini değerleri kullanarak oluşturduğu birikimle Türk halkına ateş açarak ülkemizde bir iç savaşı tetiklemeyi denemiştir. Karşısında Türk milletini bulan bu şebeke başarısız olmuştur. Ancak FETÖ süreci, Türk siyasi hayatında yeni kimlikler ve transformasyonlarla devam etmektedir. Günümüzün Ali Kemalleri, Damat Feritleri, Sait Mollaları, Nemrut Mustafa Paşaları atalarını aratmıyorlar. Siyasi parti yelpazesinin her renginde yerlerini almış durumdalar. Sınır tanımıyorlar. Geçen hafta kurulan yeni siyasi partide kumpas davalar sürecinin adalet ve iç işleri bakanları, medya mensupları ve bürokratlarının olması halkın sadece geleceğe olan güven duygusunu değil, tuzaklardan ders almasını bilmeyen toplumlarda ortaya çıkan umut kaybına da neden oluyor. İdlib tuzağı süreci ve Moskova Antlaşması sonrasında 180 derece rota değiştirerek gerek eylem, gerek söylemleri ile halka asla güven vermeyen, gerek devlette gerekse medya ve akademi dünyasında yer alan şahsiyetlerin çokluğunun yanısıra, kumpas davalar döneminin ‘eski’ tüfeklerinin ‘yeni’ bir parti kurması Türkiye’de ders alınması gereken bir tablodur. Nitekim eskiden yeni olamayacağı gibi dertten de deva olmaz.  Ancak başta gençlik olmak üzere, Türkiye’nin aydınlık ve vatansever kitleleri bu tuzakları aşacak güce sahiptir. Bugünün karanlık tipleri ve tablolarına rağmen unutmayalım ki 15 Mart 1920 tarihindeki Şehzadebaşı baskını ve İstanbul işgali hegemonyaya başarı getirmedi. Bir olayın nasıl başladığı değil, nasıl bittiği önemlidir. Yüzde 1, 100 yıl önce yokluklar içinde Mustafa Kemal liderliğinde düşmanı tepelemeyi bildi. Bugün yüzde 1’den çok daha fazlayız. 100 yıl sonra endişe etmeyin. Hegemonya emrindeki mandacılar ve FETÖ artık bu topraklarda tutunamaz.