29 Temmuz 2020 Çarşamba

21. Yüzyılda Mavi Vatan Nedir?

21. Yüzyılda Mavi Vatan Nedir?
Cem Gürdeniz
Denizlerle çevrili Anadolu’yu yurt edinmiş atalarımız, gelecek nesilleri böyle bir vatan seçmekle ödüllendirmiştir. Osmanlı üç kıtada bir imparatorluk kurmuş olmasına ve siyasi coğrafyasının gereksinimlerine rağmen, yaşamsal önem taşıyan deniz gücünü 16. yüzyıl dışında kuramsal anlamda bile kavrayamadı. Böylece sadece jeopolitik olarak denizlerden uzaklaşmadı, aynı zamanda denizcileşemedi.   Denizde ve denizcilikte geri kalışımızda, bilim ve teknolojide geri kalma kadar, en güçlü dönemde denizci ülkelere verilen kapitülasyonlar da önemli rol oynadı. Kapitülasyonları dayatanlar, okyanuslara yayılıp, yeni sömürgelerle zenginleşirken, bu yeni rekabet ortamına, başka oyuncuların çıkmasını engellediler. Türklerin denizcileşmesi ve denizde güçlenmesini önlemek için her şeyi yaptılar. Deniz tarihimiz denizci devletlerin Çeşme, Navarin, Sinop gibi kalleşçe baskınlarıyla doludur. Maalesef bu baskını yapanların çoğunluğu, bugün müttefikimizdir.  Benzer bir baskını 2008-2016 arasında FETÖ üzerinden uyguladılar. 

Donanmasızlık Vatan Kaybettirir. Denizlerdeki gerileme ve donanmasızlık, imparatorluğun duraksaması ve çökmesi ile ardı ardına toprak ve can kayıplarına ve sonunda Anadolu’nun işgali ile neredeyse Türklerin tarihte ilk kez vatansız kalması aşamasına gelmesine sebep olmuştur. Sevr geçekleşseydi kızgın çöllerde çobanlığa düşecek Türk milletini, Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki Kurtuluş Savaşı kurtardı.  Aslında bugün, 97. Yılını idrak ettiğimiz Lozan Barış Anlaşmasıyla yırtılıp çöpe atılan Sevr Haritası, emperyalizmin 18. Yüzyıldan itibaren Türklere biçtiği vizyonun bir yansımasıydı. Yunanistan’ın kurulması; 93 Harbi sonrası Kıbrıs’ın, Balkan Savaşlarında Ege Adalarının kaybı; İkinci Dünya Savaşı sonunda 12 Adaların Yunanistan’a bırakılması hepsi Türkiye’nin denizlerden koparılmasına yönelikti. Sevr haritası, açık deniz ve okyanuslardan koparılmış, her taraftan kuşatılmış, bir daha Avrupa’ya asla tehdit olamayacak şekilde Türkleri karaya gömen bir haritaydı. Bu haritaya Türkiye önce Kurtuluş Savaşı ve Lozan Anlaşması daha sonra Montreux Sözleşmesi ve Hatay’ın Anadolu’ya katılmasıyla gereken cevabını verdi. Ancak emperyalizm asla vaz geçmediğini Atatürk’ün vefatından sonra hatırlattı. Bugün de emperyalizmin inatçı tutarlılığını Suriye’den Libya’ya; Irak’tan Azerbaycan’a Karadeniz’den Ege ve Doğu Akdeniz’e her türlü kışkırtma ve tehdit ile yaşıyoruz. 

NATO ve Emperyalizm. Türkiye’nin 1946 sonrası Avrupa-Atlantik blokta yer alması ve 1952 sonrası NATO üyeliği Anadolu jeopolitiğini emperyalizm emrine sundu. Türkiye, kara cephesinde ucuza mal edilen askeriyle Sovyet tümenlerini durduracak; havada da gerekirse nükleer silahlar başta olmak üzere Washington planlarına göre verilen görevleri yerine getirecekti. Denizde Türkiye’nin görevi Karadeniz ile sınırlandırılmıştı. Emperyalizm, denizlerde ve okyanuslarda ilerde kendine rakip olabilecek yeni oyunculara tahammül etmez. Türk deniz gücü kıyılarda kalmalıydı. Bu durum içimizdeki karacı yönetici elitin de işine geldi. Örneğin, çevre denizlerde NATO sorumluluk sahaları tahsis edilirken, Ege ve Doğu Akdeniz’i Yunanistan’a bırakacak kadar aymazlık içinde kaldık. Eğer 1963 Kıbrıs krizi ortaya çıkmasaydı, NATO’nun ışıltısıyla büyülenmiş Türkiye yöneticileri, Akdeniz ve Ege’de deniz tatbikatı yapmayı bile düşünemeyecek duruma gelmişlerdi. Deniz Kuvvetlerinin uyanışı Kıbrıs’ta 1963 kanlı Noeli ile başladı ve 11 yıl sonra Türkiye, 20 Temmuz 1974 günü emperyalizm karşısında Kurtuluş Savaşından sonra ikinci zaferini elde etti. O gün emperyalizmin Türkiye’yi güneyden kuşatmasına son verildi. Artık Deniz Kuvvetleri için Ege ve Akdeniz’deki hayati hak ve çıkarların korunması ve geliştirilmesi gereken en önemli ve öncelikli değerlerdi. 

Açık Denizlere Doğru. Akan yıllar içinde ve özellikle soğuk savaş sonrasında Türkiye, sadece donanma alanında pek çok yönden deniz uygarlığına sahip ülkeler arasına girebilecek gelişme ve kazanımları elde etti. Bu dönem 1994 sonrası ‘’Açık Denizlere Doğru’’ doktrini ile donanmanın gelişimini her yönde tetikledi Bu başarı grafiği Cumhuriyet Donanmasının gerek Ege ve Akdeniz’de ganbot diplomasisi; Karadeniz’de ise donanma diplomasisi üzerinden etkin kullanımı ile kuantum sıçraması düzeyinde yükseldi. 2009 yılından itibaren donanmanın Hint Okyanusunda sürekli varlık göstermesi bu süreci hızlandırdı. 2011 yılında kendi dizaynımız olan TCG Heybeliada korvetini %70 ulusal katkı ile İstanbul Pendik Tersanesinde gerçekleştirmesi başarı grafiğine son noktayı koydu. Bu başarıların ödülü maalesef hükümet, parlamento, muhalefet ve yüksek komuta heyetinin gözleri önünde Ergenekon, Kafes, Poyrazköy, Balyoz, Askeri Casusluk gibi isimli tertip davalar ile alındı. Türk Deniz Kuvvetleri hizaya sokulmalıydı. Milletinin kuvvet ve komuta yapısı ile gurur duyabileceği bu üstün donanmanın en az gemileri kadar kıymetli 40 amiral ve 400 denizcisi sahte delil ve iftiralarla tasfiye edildi. Hapse atıldı. Türk deniz tarihinin bu en karanlık dönemi 2014 sonrası kapanma sürecine girdi. Hükümet, devlet yönetme ve ulusal çıkarları koruma sorumluluğunu hatırladı. 15 Temmuz 2016 FETÖ darbesi sonrası Türkiye’nin jeopolitik ve dolayısı ile ulusal çıkarlarını savunma refleksinde önemli değişim yaşandı. Bu değişimde zengin hidrokarbon kaynaklarına sahip Doğu Akdeniz’in deniz yetki alanları paylaşım mücadelesi en önemli rolü oynadı. Bu sürecin adı 2006 yılında tanımladığım Mavi Vatan sembolü ile öne çıktı. Türk halkı bu kavramı sevdi. Donanmaya olan ilgisi katlanarak arttı. Kumpas davalarda deniz kuvvetlerinin hedef alınması ve çok büyük yaralar almasına rağmen Ege ve Akdeniz’de üstün başarılar sağlaması; ulusal savunma sanayinin gelişiminde lokomotif rol oynaması bu süreci ivmelendirdi. Bu ivme, jeopolitik bir deniz çıkar kavgasının zamanın ruhuna sunduğu bir ortamda, sosyal medya başta olmak üzere bilginin çok hızla yayılmasının oluşturduğu koşullarda yükseldi. Mavi Vatan bu ilginin somut bir sembolü oldu. 
Nedir Mavi Vatan? Mavi Vatan bir kavram, bir sembol ve aynı zamanda doktrindir. 
Kavram olarak Türkiye’nin ilan edilmiş veya edilmemiş tüm deniz yetki alanları (iç sular, karasuları, kıta sahanlığı, Münhasır ekonomik Bölge) akarsu ve göllerini kapsamına alır. Mavi Vatan, tam anlamıyla, 26-45 Doğu Boylamları ve 36-42 Kuzey enlemleri arasındaki ana vatanımız üzerindeki stratejik egemenliğimizin denizler ve deniz diplerindeki uzantısıdır. Mavi Vatan, 25-45 Doğu Boylamları ve 33-43 Kuzey enlemleri arasında kalan tatlı ve tuzlu su kitlesi üzerindeki yetki ve ilgi alanlarımızın adıdır. 
Sembol olarak Türkiye’nin 21. Yüzyılda yüksek stratejik hedefi olması gereken devleti ve halkı ile denizcileşmesinin sembolüdür. Türkiye’de yüzyıllardır hâkim karacı devlet anlayışını denize ve denizciliğe yönlendirmeyi ve bu şekilde halkın denizcileşmesini sağlamayı sembolize etmektedir. 
Doktrin olarak Anadolu’yu çevreleyen denizlerle, Anadolu periferisindeki diğer okyanus ve denizlerdeki hak ve çıkarlarını korumaya ve geliştirmeye yönelik jeopolitik bir yol haritasıdır. Böylece kendine özgü özellikler taşıyan, denize ve denizciliğe ait ilke ve düşünceler, jeopolitik bir bütünlük içinde yol gösterici öğretiye dönüşerek, geleceğimizi jeopolitik etki alanları ve savunma eksenleri perspektifinden tarif edebilecektir. Tek kutuplu dünya düzeninden çok kutuplu düzene; Atlantik Çağından Asya Çağına geri dönülmez geçiş döneminin yaşandığı bugünkü küresel süreç içinde, Doğu Akdeniz, Ege, Karadeniz ve Boğazlar üzerinde Türkiye’nin jeopolitik kontrolünü güçlendiren yeni fırsatlar sunabilecektir. Türkiye’nin küresel, kıtasal ve bölgesel ilişkiler manzumesinde yepyeni fırsat ve değişim pencereleri açabilecektir. Doğal olarak bu doktrin, Türkiye’nin uluslararası hukuktan meşruiyetini alan deniz yetki alanlarına hakimiyet ile bu alanları jeopolitik, siyasi, diplomatik, askeri ve ekonomik boyutlarda etkileyecek karadaki ve havadaki oluşumları tetikleyecek yetenek ve irade sahipliğini gerekli kılar. 
Mavi Vatan siyaset üstüdürMavi Vatan, Büyük Stratejiyi (Grand Strategy) ilgilendirirBağımsız dış ve güvenlik politikasını savunur. AB ve ABD’nin saldırgan realist siyasetine karşı, savunmacı realist bir çerçeve sunar.  Kalıcı ittifak ve bloklaşmalara uzaktır. Ancak ‘’devletlerin sürekli düşmanı ve dostu yok, çıkarları vardır’’ prensibinden hareketle deniz hak ve çıkarlarımızın korunmasına yönelik konjonktürel geçici ittifaklara ve iş birliğine açıktır. Atatürk çizgisindeki iç ve dış barışın tesis ve idamesini esas alır. Çevrecidir. Bu nedenle deniz-okyanus ekolojisinin gezegendeki doğal döngünün ana belirleyicisi olduğu hakikatine sadıktır. Tartışmalı alanlarda gücünü uluslararası hukuk, hak ve nısfetten alan adil ve hakça paylaşımı savunur. Ancak karşısına çıkarılan Seville Haritası gibi maksimalist haritaları tüm gücü ile reddeder.
Denizdeki Sevr’i Reddeder. Mavi Vatan, Türkiye’de hangi iktidar yönetimde olursa olsun uygulanması gereken bir paradigmadır. Gerçekte Mustafa Kemal Atatürk ile başlayan bir sürecin de tanımıdır. Atatürk’ün Montreux Sözleşmesi ile Türk Boğazlarının tam egemenliğini geri alması bu sürecin ilk adımıdır. 1974 Kıbrıs Barış Harekâtı, Ege Kıta Sahanlığı, Karasuları ve Kardak krizlerinin yönetimi bugüne kadar uygulanan başarılı aşamalardır. Diğer yandan bugün karşımızda yakıcı bir gerçeklik vardır. Ege ve Doğu Akdeniz’de GKRY ve Yunanistan üzerinden emperyalizm, Mavi Vatandan kabaca 200 bin km kareye yakın bir alan (50 bin km. kare Ege, 150 bin km. kare Akdeniz) çalmaya yeltenebilmektedir. Bu nedenle söz konusu süreç için İkinci Sevr tanımlamasını yapmaktayız. Bu süreçte öncelikle söz konusu tehdidin ve Jeopolitik farkındalığın sağlanması esastır. Deniz Yetki alanlarımızın oluşturduğu kabaca 462 bin km karelik bir alan bize sadece ekonomik zenginlik potansiyeli sunmuyor, aynı zamanda savunmasının denizden başladığı yarımada devletimize derinliğine savunma ve jeopolitik manevra alanı sağlıyor. Unutulmamalıdır ki, Mavi Vatan kavramı, bugün Ege ve Doğu Akdeniz’de karşı karşıya kaldığımız bir konjonktürde karadaki Misak-ı Millînin denizdeki karşılığıdır. Mavi Vatan, Atatürk’ün 1 Eylül 1922 sabahı ordularına verdiği ‘’İlk Hedefiniz Akdeniz’dir’’direktifinin ikinci cephesidir. 21. yüzyılda Denizcileşmesi kaçınılmaz olan Türkiye’nin vatan kavramını yeniden tarifi, coğrafi egemenliğimizin denizdeki uzantısıdır. 
Mavi Vatan Üzerinden İkinci Sevr’i Yırtmak. 1920’lerde yenilmiş ve işgale uğramış bir imparatorluk kalıntısı üzerinde anavatanını koruma ve Sevr’i yırtıp atma güdüsü ile kısa süre içinde Kurtuluş ve Kuruluşu başaran Türk ulusu, 21. yüzyılda Ege ve Doğu Akdeniz’deki mavi vatan işgal teşebbüsünü def etmelidir. Bu ancak partiler üstü milli bir konsensüs ile gerçekleşebilir. Bugün Mavi Vatan bir doktrin olarak hazırdır. Ancak hükümet muhalefet ve parlamento marifetiyle askeri, diplomatik ve ekonomik alt stratejilerle desteklenmesi ve tüm bunların uzun erimli bir siyasa belgesi ile sonuçlandırılması gerekir. Mavi Vatan doktrini günlük kararlar üzerinden değil, milli güvenlik siyaset belgesi gücünde kurumsal bir rehber ile uygulanmalıdır. 100 yıl sonra denizde karşı karşıya kaldığımız ikinci Sevr belası ancak toplumsal mutabakat, birlik ve beraberlikle yırtıp atılabilir. 

BİR ÖNERİ: Mavi Vatanı temsilen Karadeniz, Marmara Denizi, Ege ve Akdeniz deniz sularını taşıyan 4 temsili kap, Anıtkabir’de anavatanımızın vilayetleri ve KKTC’yi temsil eden toprak kapların yanında yerini almalıdır. 
metin, harita içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
TÜRKİYE’NİN MAVİ VATANI



metin, harita içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu
YUNANİSTANIN HAYALİNDEKİ AB/ABD TARAFINDAN DESTEKLENEN SÖZDE DENİZ YETKİ ALANLARI





metin içeren bir resim

Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

SEVR’DEKİ 700 KM LİK KIYI HATTI 

KKTC’de Jeopolitik İntihara İzin Verilemez

KKTC’de Jeopolitik İntihara İzin Verilemez

Cem Gürdeniz

‘’Yenişehir, Kızılbaş, Küçük Kaymaklı Taarruzuna 20 yaşında gönüllü sivil mücahit olarak ben de katıldım. 20 Temmuz 1974 sabahı gemilerin kıyı yumuşatma için attığı top mermilerinin gürültüsünü duyunca müdahalenin başladığını anlamıştım. Paraşütçüler atılıyordu. Ovalara koşup onlara yardım ettik, su götürdük, rehberlik yaptık. Sonra kaldığım ablamın Göçmen köydeki evinden en yakın bölük olan Yıldırım bölüğüne sivil kıyafetle gönüllü intikal ettim…Yaklaşık 200 mücahittik. Gece silah geldi, bize birer piyade tüfeği ve 90 mermi verildi. Sabaha kadar oradan gurup gurup 77. Bölük savunma mevzilerine dağıtıldık…Karşımızda uçaksavar ve keskin nişancı vardı. Mazgaldan geçirdiği kurşunlarla mevzideki mükellef Mücahidi omuzundan ve çenesinden vurdu. Onu sur içindeki hastaneye götürmek için bir aracı aldık. Kurşun yağmuru içinde giderken şehitler abidesi önünde aracın motoru ve lastikleri kurşun yedi, motor infilak etti. Kan kaybeden yaralı mücahidi şehitler abidesinden hastaneye kadar sırtımızda taşıdık. Üstümüz başımız kan içinde kalmıştı. Yaralı ve şehitler hastane dışında yol ve kaldırımlarda yatıyordu…Sabaha yemek dağıtılmıştı. 5 zeytin, çeyrek ekmek. Daha sonra Kızılbaş'ta ilk kez Türk paraşütçüleri ile karşılaştık. Sarıldık ağladık…Taarruz devam etti, okullar yolunu temizleyerek Küçük Kaymaklı'ya şimdiki hatta geldik. Büyük Kaymaklı karşısında mevzilendik. O geceyi 1963'de 9 yaşımda iken terk ettiğimiz ve yağmalandıktan sonra yakılıp yıkılan kilise karşısındaki evimizin kalıntıları içinde geçirdim. Terk etmek zorunda kaldığımız, işgal edilen köyümüzü ve evimizi 11 yıl sonra 20 yaşında eli silahlı bir Mücahit olarak savaşarak, Mehmetçiğin yardımı ile geri almıştık. O gece 11 yıl önce yakılıp yıkılan evimizin kalıntıları arasında en mutlu anlarımı yaşadım. Üzerimdeki elbiselerdeki yaralı mücahidin kanı kurumuştu.’’

KKTC Tarihi Kanla Yazılmıştır. Bu sözler Kıbrıslı Mücahit, bugünün gazetecisi ve fikir adamı Sabahattin İsmail’e ait. 20 yaşındaki bir gencin hayatının en mutlu, en güzel olması gereken günlerinde savaşın, ölümün, yok oluşun eşiğinden zafer, onur, kıvanç ve kurtuluşa giden yolda yaşadıklarından çarpıcı bir kesit sunuyor. Onun gibi binlercesi bugün KKTC’de sağ ve mutlu şekilde yaşamına devam ediyor. Ancak bazıları toprak altında.  Pek çok ailede erkekler başta olmak üzere büyük kayıplar var. Kıbrıs Türk halkı çok acılar çekti. Ekonomik ambargolara, ablukalara, yağmalamalara, zoraki yer değiştirmelere, her geçen gün artan şiddet eylemlerine, baskınlara ve en sonunda etnik temizlik düzeyinde toplu katliamlara maruz kaldı. 1955’te başlayan şiddet olayları 20 Temmuz 1974 öğle saatlerine kadar devam etti. 19 yıllık bir bekleyişti bu. O gün Türk deniz piyadeleri Girne Yavuz plajında kıyı başını tutmuş olmasaydı bugün Türk nüfusun büyük bölümü ya Türkiye’de ya da diasporada ya da toprak altındaydı. Zira Türklerle Rumların bir arada yaşayamayacağı gerçeği 1955 yılından itibaren filizlenmeye başlamış, 1963 Kanlı Noel’i ve 1964 Erenköy baskını ile asıl mesajını vermişti. Ne acıdır ki, Türkiye ancak bu katliamlar yaşandıktan sonra amfibi gücünü oluşturmaya yönelmiş, Atlantik baskısını kırarak ilk kez NATO planlaması dışında milli askeri strateji oluşturmaya başlamıştı. Halbuki karşı taraf çok bilinçli ve kararlıydı. 9 Eylül 1964 günü Apoyevmatini Gazetesine demeç veren Kıbrıs Cumhurbaşkanı Makarios şöyle söylüyordu: ‘’Yüce gayem Enosis’tir...Enosis’tir ve Enosis olarak kalacaktır…Eğer tek gayem varsa, o da ismimin Kıbrıs’ın Yunanistan ile birleşmesiyle ve Yunanistan’ın sınırlarının Kuzey Afrika sahillerine kadar uzanmasıyla münasebeti olmasıdır.’’


İngiltere, iki egemen üs karşılığında adanın bağımsızlığını tanıyınca İngilizlere karşı örgütlenen EOKA’cılar tüm enerjilerini Türklerden kurtulmaya verdi. Artık onlar için Türkler adadan sürülmesi gereken düşmandı. Etnik temizlik kaçınılmazdı. 15 Temmuz 1974 sabahı bir darbe ile Yunanistan’daki cuntayla iş birliği içinde Enosis’e kalkışan EOKA ‘nın azılı teröristi Nikos Sampson hatıratında şunu yazmıştı: ‘’Dedim ya biz insan öldürmedik. Düşman öldürdük…’’ Evet, son katliamlarını Kıbrıs Barış Harekâtı devam ederken yaptılar. Atlılar, Sandallar, Muratağa, Taşkent Köylerinde yaşayan Türkler ne acıdır ki, Türk tankları ve piyadeleri güneye ilerlerken katledildiler. Rumlar kesin yenilgiye uğrayacaklarını bildikleri halde bu katliamları yaptılar. Silahsız, masum sivilleri katlettiler. Sampson’un dediği gibi onlar insan öldürmedi, Düşman öldürdü.

Hayal Dünyasında Yaşayanlar. Aradan geçen 46 yıl sonra KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı 25 Haziran 2020 tarihinde yaptığı bir konuşmada ne diyor? ‘’Rumlar Kardeşimizdir.’’ Evet, tarihten ders almıyoruz ve hatalarımızı usanmadan tekrar ediyoruz. 2004 yılında yaşanan Annan Planı referandum felaketinden sonra hayaleti Crans Montana’da 5’li görüşme konferansında yeniden karşımıza çıkıyor. Yine ders almıyoruz. İşte böyle bir konjonktürde KKTC Ekim ayında seçimlere gidiyor. Mavi Vatan mücadelesinde Akdeniz sathında cepheleşmenin son noktaya geldiği; emperyalizmin Kıbrıs Rumlarını Türkiye ve KKTC karşıtlığı cephede her türlü fesat ve düşmanlık için kullandığı bir dönemde Kıbrıslı soydaşlarımıza yeni tuzaklar kuruluyor. Tuzağın adı federal çözüm. Akıncı’ya Rumlar kardeşimizdir dedirten ruh halinin omurgası bu hedefe yönelik. 

3 yıl geriye dönelim. 7 Temmuz 2017 tarihinde başarısızlıkla sonuçlanan Crans Montana 5’li Konferansı sonrası Mustafa Akıncı’nın oteldeki basın toplantısında verdiğini görebiliyoruz. Söz konusu basın konferansında Akıncı şunları söylemiş: ‘’Guterres (BM Genel Sekreteri), Kıbrıs müzakerelerinin en kritik maddelerinden "Güvenlik ve Garantiler " konusunda her iki tarafı da tatmin edecek yaklaşımların söz konusu olabileceğini söyledi…Bu anlamda 'Güvenlik ve Garantiler’ konusunda yeni mekanizmaların da devreye konulabileceğini ve bu yeni sisteme adaptasyonun yapılabileceğini ifade etti…Kısacası mevcut '’Güvenlik ve Garantiler" sisteminin yerine yenisinin getirilebileceği düşüncelerini paylaştı…’’ Konferansta, Rumların başından itibaren adada "sıfır asker, sıfır garanti" söyleminden vazgeçmediğini vurgulayan Akıncı, konferansın Rumların aynı söylemiyle bittiğini kaydederek devam etmiş: "Bu çerçevede şunun altını çizmemde yarar var: 'Türkiye bu konuda hiç yardımcı olmadı, hiç bu konularda adım atmadı, hiç açılım yapmadı', bu nereden çıkarsa çıksın doğru bir haber ve doğru bir yaklaşım değildir. Doğrusu, Türkiye bu konularda istekli davrandı. Bu konularda adım atmaya hazır olduğunu ve daha da fazlasını yapabileceğinin sinyallerini Genel Sekreter'e de verdi. Dün akşamki toplantıda da bunlar gündeme geldi. Bunun ötesinde askerde ciddi bir indirimin olacağı zaten öteden beri biliniyordu." 

Gerçekler SabırsızdırBasın toplantısından tam bir hafta sonra 10 Temmuz 2017 günü, Akıncıya yakın Gazete 360’ın Aysu Basri Akter isimli yazarının ‘’İşte Crans Montana’daki Gerçekler’’ başlıklı haberi gündeme düştü.  Bu gazeteci Akıncı’yı teyit ediyordu. Habere göre Türkiye, konferansın ilk günü, anlaşmanın ertesi günü adadan önemli miktarda asker çekebileceğini, çözüm sürecinin izlenmesiyle birlikte, tercihen iki dönem bir Kıbrıslı Türk’ün başkan olmasının ardından, her şey yolunda giderse, sadece sembolik düzeyde asker bırakabileceğini söylemişti.  Gazeteci devam ediyor: ‘’Bu rakamın daha sonra 650 Türk askerine karşılık 950 Yunan askeri formülü olduğunu öğrendik. Bununla birlikte Türkiye, garanti anlaşmasının günün koşullarına göre, yeniden değerlendirilebileceğini, gerekirse adının değiştirilerek, dostluk paktı gibi farklı yapılanmalarla isimlendirileceğini’’ söylemiş. 
Üç yıl sonra hatırlatmak istedim. Son derece vahim ve gerçekleşse geri dönüşü neredeyse imkânsız bir sürece yönelik çok ciddi tekliflerden bahsediyorum. 

Hatalar ve Duygular. Basın toplantısında Akıncı, Crans Montana’nın başarısız olmasına pek üzüldüğünü söylemiş. Ben de bu satırları yazarken çok üzgünüm. 2017 yazında Doğu Akdeniz’de Mavi Vatan Savaşının büyük boyutlara erişeceğinin belli olduğu, Türkiye’ye Seville Haritasının dayatıldığı, hemen hemen her ay Türkiye karşıtı bir tatbikatın icra edildiği konjonktürde, Türkiye’nin adadan asker çekme seçeneğini masaya getirmesi anlaşılır gibi değil. Hem Akıncı’nın hem gazetecinin bu konudaki beyanlarının gerçeği yansıtmamış olmasını çok arzu ederdim. Dışişleri bürokratlarının böylesine kritik bir süreçte Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de ikinci donanması sayılan KKTC’deki askeri varlığımızı gündeme getirmiş olmasını anlamak mümkün değildir. Annan Planının referandum sürecinde Türk Dış Politikası tarihine ‘Yes Be Annem’ sloganıyla geçen birleşmeye destek kararından sonra Crans Montana sürecinde asker çekme konusunda son derece ciddi tavizler vermeye hazır olunması, çok ama çok düşündürücü ve gelecek açısından kaygı vericidir. Bunu Akıncı ve ekibi gündeme getirse normal bir vaka olarak görebilirdik. Ancak iddia edildiği gibi Türkiye tarafından masaya getirilmişse uykularımızın kaçması gerekir. Bu haberin 3 yıl aradan sonra Gazi Mücahit Gazeteci Sabahattin İsmail tarafından tekrar gündeme getirilmesi aslında seçim arifesinde son derece uyarıcı oldu. Türkiye’deki FETÖ darbe girişiminden neredeyse tam bir yıl sonra yapılan Crans Montana konferansında güvenlik konularında verilmesi düşünülen tavizlerin büyüklüğüne bakınca hem KKTC hem Türkiye hem Mavi Vatan adına endişeye kapılmamak mümkün değil. Crans Montana’dan yaklaşık bir yıl önce, FETÖ darbe girişiminden kısa süre sonra GKRY eski (DİSİ) Milletvekili Hristos Rotsas, “Türkiye’deki darbe gecesi büyük bir fırsat kaçırıldı. Esir Kıbrıs 42 yıl eli-ayağı bağlı pasif oturmasaydı, dün gece belki de Kıbrıs’ın gecesi olacaktı... Attila’ya Saldırabilirdik. Büyük fırsat kaçırdık” demişti. 

Rumların Türkleri Kurtarması Kader mi? GKRY’de terhis olan her askerin evine giderken makineli piyade tüfeği ve yüzlerce mermi istihkakı ile gittiğini siyaset plancılarımız ve Dışişleri Bürokratları bilmez mi? Yüksek siyasette ve dışişlerinde jeopolitik vizyonu olmayanlar, Doğu Akdeniz’deki büyük hesaplaşmanın; büyük kutuplaşmanın ve Türkiye aleyhindeki silahlanmanın farkında değil mi? Mustafa Akıncı Rumlara kardeşimiz diyor. Peki Hristos Rotsas Türklere kardeşimiz diyor mu? Crans Montana’dan 3 yıl sonra bugün yaşananlara bir bakın. Jeopolitik çıkarlarını savunmayan bir devlet olabilir mi? Doğu Akdeniz enerji jeopolitiğinde donanmamız ile KKTC ve adadaki askeri varlığımızın en büyük güvencemiz olduğunu bilmeyen bir siyaset ve bürokrasi olabilir mi? Her zaman olduğu gibi Tanrı Crans Montana’da yine Türklere yardım etmiş. Çok şükür ki, arsız Rumlar daha çok istemiş ve konferans dağılmış. Yani Annan Planında olduğu gibi bizi tekrar Rumlar kurtarmış. 

Jeopolitik Kayıplar Telafi Edilemez. Jeopolitik kayıpların hesabını gelecek kuşaklara hiçbirimiz veremeyiz. Jeopolitik körlük, hiçbir şekilde mazeret olamaz. KKTC’nin ve KKTC’deki askeri varlığımızın kaybı doğrudan Mavi Vatanın kaybıdır. Düşünebiliyor musunuz, 1950 yılında Türk Dışişleri Bakanı ‘’Türkiye’nin Kıbrıs sorunu yoktur ‘’ diyebilecek kadar jeopolitik körlük içindeydi. Bu sözlerden beş yıl sonra Türklere saldırılar başladı. 14 yıl sonra Erenköy Katliamı oldu. Hiçbir şey yapamadık. Rumlar ‘’Bekledim de Gelmedin’’ şarkısıyla Türkiye ile resmen dalga geçti. Barış Harekatının kısa sürede sağlanan askeri başarısı 1983 yılında kurulan KKTC ile kısmen siyasi başarıya tahvil edildiyse de Türkiye’nin sığ politikaları ve Avrupa Atlantik merkezlerin federal çözüm baskıları ile kesin sonuçlu ve kalıcı bir konuma sokulamadı. Savrulduk durduk. Savrulma halen devam ediyor. Gerek Annan Planı gerekse Crans Montana’da Türkiye’nin intihar seviyesinde taviz vermesi başka nasıl izah edilebilir. Karşı tarafta adanın AB üzerinden Yunanistan ile birleştirildiğini ve Enosis’in gerçekleştirildiğini iddia eden; asıl amaçlarının Türklerin adadan uzaklaştırılması ya da azınlık statüsünde eritilmesi olduğunu gizlemeyen bir zihniyet varken GKRY’nin politikasına hizmet edecek çözümler üretmek son derece tehlikelidir. GKRY’den öğrenmemiz gerekenler var. Onlar hedefe kitlenmiş ilerlerken bizim ‘’bütün seçenekler masada’’tezi ile ortaya çıkmamız kadar riskli bir politika olamaz. Onlar şartlar ne olursa olsun Helenizm’in fantezi dünyasındaki hedeflerini siyaset üstü şekilde güncele taşıyabiliyor ve sımsıkı sarılıyorlar. Biz bunu yapamıyoruz. Mavi Vatan için hem Doğu Akdeniz sathında hem de Libya’da ciddi bir silahlı çatışma riskini, milyonlarca dolarlık yardım ve destek gayretlerini göze almışken, GKRY AB’nin PESCO kararları çerçevesinde her seviyede silahlanırken, 2017 yazında KKTC’den asker çekilmesinin Türkiye tarafından gündeme getirilmiş olması ve bu gerçeğin 2020 yazında tekrar hatırlatılması son derece önemlidir. KKTC’den asker çekmek jeopolitik intihardır. 

Yeni Dünya Düzeninde Kıbrıs. Artık yeni bir dünyaya giriyoruz. Avrupa Atlantik sistem çözülüyor. Türkiye dış politikada ve güvenlik politikalarında elini kolunu bağlayan zincirlerden kurtuluyor. Federasyon çözümünün görüşülmemesi ve KKTC’nin bir grup dost ülke tarafından topluca tanınması için çalışılması gerektiği günlere çoktan girdik. Artık, yüksek siyaset tarafından dile getirilen ‘’Bütün seçenekler masada’’ politikası asla ve asla gündeme getirilmemelidir. Benzer şekilde AB’nin adada garantör devlet gibi Annan Planı dönemindekine benzer konumda siyasi çözüm sürecine dahil edilmesi de son derece tehlikelidir. Libya ve Mavi Vatan mücadelesinde yaşananlar Türkiye’yi Doğu Akdeniz’de uzun yıllar meşgul edecektir. Böylesine önemli hak ve çıkar mücadelesinin yaşandığı bir ortamda KKTC’de AB üzerinden taviz vermek intiharla eş değerdir. Tek çözüm KKTC’nin Kıbrıs Türk Cumhuriyeti olarak bağımsız statüde yoluna devam etmesidir. Diğer yandan, yaşamsal bir mücadelenin verildiği Akdeniz’de Libya’da deniz üssü kurulmasını gündeme getirirken KKTC’de neden hala bir deniz üssü kuramadığımızı bilmek hakkımızdır. Fiziki olarak hazır olmasa bile, en azından siyasi düzeyde etki yaratacak bir üs anlaşmasının akdedilmesi neden düşünülmez?

Türk Olduğunu Unutmak. Ekim ayındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerinde Akıncı’nın yeniden seçilmesi Türkiye’nin Doğu Akdeniz deniz jeopolitiği için felaketle eş değerdir. Zira sonunda Beşparmak Dağlarından Türk bayrağı indirilir. O gün geldiğinde Anadolu’da huzurumuz kalmaz. Rumları kardeş, GKRY’ni ortak gören bir zihniyet, Doğu Akdeniz’i ve Türkiye’nin çıkarlarını asla düşünmez. Ancak onun Rum dostluğunun kıracağı fay hatlarının yaratacağı sonuçları gelecek kuşaklar çok ağır öder. 2004 ve 2017’de yapılan hatalar asla ve asla tekrar etmemelidir. Akıncı’nın ve türevlerinin temsil ettiği düşünce sahiplerine cevabı merhum Elçibey’in sözleri ile verelim: ‘’Sen Türk olduğunu unutsan da düşmanın asla unutmaz." 

Şehitlere, Gazilere Selam Olsun. Kıbrıs Barış Harekatının 46. Yıldönümünde Anadolu’da oluşan gücü Akdeniz Üzerinden Kıbrıs’ta zafere taşıyanlarla, yavru vatanın toprakları, denizleri ve semalarında TMT mücahitleri ile omuz omza savaşan kahramanlara buradan selam olsun. Şehitlerimize takdir, minnet ve vefa duygularımızla rahmet diliyor, gazilerimize şükranlarımızı sunuyoruz. 


16 Temmuz 2020 Perşembe

FETÖ’nün Vatan ve Devlet Düşmanlığı

FETÖ’nün Vatan ve Devlet Düşmanlığı 

Sadece Cumhuriyet tarihinin değil, Türk tarihinin unutamayacağı ve unutmaması gereken en büyük ihanet, Fethullah Gülen isimli din bezirganına CIA tarafından kurdurulan ve Türk devlet aygıtı içindeki mandacı kurum, kuruluş ve makam sahipleri tarafından desteklenmiş olan FETÖ ihanetidir. 
Radyoaktif Bir Örgüt: FETÖ Anadolu halkı 19’uncu yüzyıl ortalarından bu yana çok acılar çekti. Çok kayıplar verdi. İşgaller ve iç savaşlar gördü. Toplu göç ve katliamlara uğradı. Ancak 1919’da başlayan büyük bir ulusal kurtuluş savaşı ve onu takip eden devrimlerle 1923’te büyük bir cumhuriyet kurdu. Cumhuriyetin en büyük özelliği geçmişin dersleri ışığında hataları tekrar ettirmemek ve halkına bir daha ne toprak, ne can, ne de onur kaybı yaşatmamaktı. Ancak olmadı. 11 Kasım 1938 sonrası başlayan ve önce 1946, sonra da NATO’ya girişimiz ile zirve yapan mandacılık ve Avrupa Atlantik hayranlığının sağladığı karşı devrim gölgesi ve göstermelik, olgunlaşmamış demokrasi iklimi içinde FETÇ ve türevleri katlanarak büyüdüler. Radyoaktif kirlenme ile tarif edilecek en zehirli ve güçlü bir konumdayken devleti Avrupa Atlantik sistem adına tamamen ele geçirmek için, dört yıl önce bugün 15 Temmuz 2016’da düğmeye bastılar. Savaş zamanı bile yaşanabilmesi zor olan bir vahşeti yaşadık. Silahlı Çatışma Hukuku -diğer adıyla harp hukuku- bile düşman ülkedeki masum sivillerin savaş zamanı öldürülmesini yasaklar. Bunlar kendi halkını öldürdü. Ne acıdır ki, halkın vergileri ile alınan uçaklar, helikopterler, tanklar ve zırhlı araçlar halkın üzerine ateş açtı. Türk askeri tarihi bu kadar karanlık bir 14 saati hiçbir zaman yaşamadı. 
Mehmetçik Kavramına İhanet. Yıllar boyunca ve özellikle kumpas davalar süresince devlet kurumlarına başta adalet ve emniyet sistemi olmak üzere büyük zarar veren FETÖ’nün alçak darbesi 15 Temmuz’da en büyük hasarı Mehmetçik kavramına ve ordu millet bağının kopartılmasına verdi. Ancak başaramadılar.  Bu durumu gören CIA’nın gölge düşünce kuruluşu STRATFOR 18 Temmuz 2016’da yayınladığı bir değerlendirmede şunları yazıyordu ‘’Türk ordusu şimdi içine kapanarak darbenin zararlı sonuçları ve iktidar partisine yönelik tehdit ile uğraşacak. Ordunun toparlanması yıllar alacaktır. Ancak Türkiye bu yıllara sahip değildir. Bölgedeki istikrarsızlık her geçen gün derinleşiyor ve Türkiye’nin bu karmaşayı kontrol altına almaya ve durumunu güçlendirmeye ihtiyacı var’ diyordu.  Türkiye’de bir iç savaşı başlatmayı amaçlayan darbe teşebbüsünü kullanamadığı için hayıflananlar da vardı. Güney Kıbrıs Rum Kesiminde eski Demokratik Seferberlik Partisi (DİSİ) Milletvekili Hristos Rotsas, “Türkiye’deki darbe gecesi büyük bir fırsat kaçırıldı. Esir Kıbrıs 42 yıl eli-ayağı bağlı pasif oturmasaydı, dün gece belki de Kıbrıs’ın gecesi olacaktı... Attila’ya Saldırabilirdik. Büyük fırsat kaçırdık” demişti. 
Din Temelli Siyasetin Çıkmazı FETÖ Darbe teşebbüsü 30 yıllık bir kanserin terminal safhasıydı. Ancak cumhuriyetin bedeni bu ölümcül safhayı şimdilik atlatmıştır. Bu süreçte dinin ortak payda olamayacağı aksine emperyalizmin kullanışlı bir aracı olarak düşmanlık ve kutuplaşmayı artıracağı FETÖ’nün İslam referanslı iktidara saldırması ile ortaya çıkmıştır. Bu safhayı milletin direnci, TSK’da kumpas davalara rağmen ayakta kalabilen vatansever Atatürkçü kadroların ihanet sürecine katılmayı reddetmesi ve hükümetin çok önceden emniyette yaptığı büyük FETÖ temizliği sayesinde atlatabildik.
Eğer darbe başarılı olsaydı 16 Temmuz sabahı muzaffer bir FETÖ ile uyansaydık, bugün güneydoğudan Kıbrıs’a, Irak’tan Suriye’ye, Ege’den Karadeniz’e, Lozan’dan Montrö’ye her alanda Sevr ruhunun 21’inci yüzyıl hortlağı ile karşı karşıya kalıyor olacaktık. Darbeden bir hafta sonra 25 Temmuz 2016 günü Mavi Vatan köşesindeki yazımda şu değerlendirmeyi yapmış ve önerilerde bulunmuştum: 
’Güneydoğumuzdaki PKK terörü devam etmektedir. PKK’nın Suriye’deki kolu PYD Türkiye’nin düşmanı, ABD ve NATO’nun müttefikidir. İŞİD ile güneyimizde mücadele üzerinden Akdeniz’e erişen Kürt Koridorunun tesisi ve bağımsız Kürdistan’ın ilanı Türk jeopolitiğine büyük tehdit oluşturmaktadır. Benzer şeklide Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’deki hak ve çıkarlarımız mevcut askeri politik konjonktür paralelinde ciddi tehlike altındadır.  Montrö Sözleşmesinin varlığına rağmen 8-9 Temmuz 2016 NATO zirvesi sonuç bildirgesinde Karadeniz’de NATO deniz varlığının artırılması çağrısının yapılması Karadeniz’de NATO’nun yeni macera arayışına somut delildir…Ege’de işgal altındaki Kardak benzeri ada, adacık ve kayalıklarda Yunanistan’ın devlet uygulamaları devam etmektedir...Yunanistan’ın devlet uygulamaları önümüzdeki dönemde artacaktır.  Doğu Akdeniz’de bize dayatılan münhasır ekonomik bölge sınırlarında değişiklik söz konusu değildir. Kısacası Türkiye bir ateş çemberi içindedir. İçerdeki ihanet çemberi kırılmıştır. Ancak kısa sürede ordunun iç temizliği sağlanıp, eski caydırıcılığı ve harbe hazırlık sağlanmaz ise devletin karşılaşacağı jeopolitik tehditler katlanarak artacaktır. Bu durumun önüne geçmek için en kısa sürede FETÖ temizliğinin yapılarak silahlı kuvvetlerde karşılıklı güven ve saygı ortamının yeniden tesisi; planlı eğitim ve tatbikat programlarına geri dönülmesi, planlı keşif karakol seyir ve uçuşlarının başlatılması gerekmektedir. Ancak bu tedbirler kadar önemli olan planlı bakım ve onarım süreçlerinin aksatılmamasıdır.’’ 
Hükümet Türk halkının olağanüstü durumlarda bir araya gelme özelliği öne çıkınca bu değerlendirmede aciliyet ve hayati önem içeren alanlarda tedbirleri alabilmiş; denize çıkışı olan kukla Kürt devletçiğinin önlenmesi için gerekli Suriye ve Irak topaklarında kara harekatı başlatılmış; Mavi Vatanımızdaki hak ve çıkarlarımızı savunmaya yönelik ganbot, sismik ve sondaj diplomasileri uygulanabilmiş; Libya ile deniz sınırlandırma anlaşması akdedilebilmiş, siyasi istikrar ve toprak bütünlüğünü koruyabilmesi için askeri destek başarıyla sağlanabilmiştir. Bunların yanısıra iktidarın Kanal İstanbul ve Karadeniz’deki NATO politikası ile Suriye politikası gibi alanlarda eksik ve yanlış uygulamaları da olmuştur. Askeri hastaneler ve liselerin kapatılmasını da yanlışlar hanesine ekleyebiliriz. 
Muharebe Kazanıldı. Ya Harp?  Ülkemizde bir kesim 15 Temmuz sonrasını İkinci Kurtuluş Savaşı olarak adlandırıyor. Bu kısmen doğru bir tespittir. Türkiye, 16 Temmuz 2016 sabahı yendiğimiz emperyalizm tarafından her taraftan kuşatma altına alınmaya çalışılmaktadır. Şartlar 100 yıl öncesine benziyor. O zaman da Çanakkale’de hem denizde hem karada emperyalizmi yenmiş ve savaşın bir yıl uzamasına ve dolaylı olarak Sovyet devriminin gerçekleşmesine neden olmuştuk. Ancak ait olduğumuz ittifak sistemi çökünce 30 Ekim 1918’de Mondros Ateşkesini kabul edip işgalin yolunu açmıştık. Bugün de benzer durum söz konusudur. 15 Temmuz 2016 gecesi muharebeyi kazanmış olabiliriz. Ancak harbi kazandık mı? Günümüz koşullarında, Yunanistan ve GKRY batı ve Güneyden kuşatma araçları olarak görev başındalar. Türkiye, Doğu Akdeniz ve Libya’da askeri gücü sayesinde başarı elde edebilmiş ancak bu gücün elde ettiği katma değer kalıcı siyasi sonuca henüz tahvil edilememiştir. Çok taraflı, çok boyutlu dengeye dayalı dış politika, geleneksel Türk düşmanlığının da sonucu Türkiye’ye konjonktürel de olsa dost yaratamamıştır. Bugün Libya’daki UMH dışında Doğu Akdeniz stratejik cephesinde kıyıdaşlar arasında dostumuz yoktur. İtalya çıkarlarının örtüştüğü Libya’da dostluk eksenindeyken, Doğu Akdeniz deniz yetki alanları sorununda karşı cephededir. KKTC’de bile iktidarın yakın çevresindekilerle Cumhurbaşkanı Akıncı’nın kayıtsız şartsız Türkiye dostluğundan bahsedemeyiz. Bu sonuca varmada sadece emperyalist iklimin ve siyasetin rol oynadığını söylemek zordur. Özellikle Türkiye karşıtlığında ABD ve AB liderliğinde Filistin’in bile dahil olduğu 7 ayrı blok yaratılmışken, Türkiye’nin Rusya ile ilişkilerinde özellikle Karadeniz, Libya ve Suriye’de zig zaglar çizmesi; FETÖ lideri hala topraklarında korunup, PKK/PYD/YPG’ye askeri destek sağlanırken ve Yunanistan ile GKRY’ye her türlü Türk-karşıtlığı desteği verilirken ABD’ye stratejik ortak gibi davranılmaya devam edilmesinin de rolü vardır.  Hegemonyanın el değiştirdiği bir dönemi yaşıyoruz. ABD, bu karmaşık süreç içinde Rusya ve Çin’i çevreleyecek kenar kuşağı; İsrail’in güvenliğini, Akdeniz deniz dibindeki doğal gaz rezervlerinin kontrolünü bırakmak istemiyor ve offshore balancing (yerel dengeleme) ile bölge ülkelerini birbirine düşman ediyor. Bunu devam ettirecektir. Ermenistan’ın Azerbaycan’a saldırması başka nasıl izah edilebilir. 
FETÖ Saldırmaya Devam Ediyor. Soğuk Savaş sonrası yeni jeopolitik yöneliş arayışlarına giren Türkiye’nin önü, devlet ve halk düşmanı FETÖ tarafından düzenlenen suikastlar (Hablemitoğlu, Dink, Santoro, Yazıcıoğlu, Zirve Yayınevi) ve kumpas davalar ile (Ergenekon, Amirallere Suikast, Poyrazköy, Kafes, Kozmik Oda, OdaTv, Balyoz, Fuhuş ve Casusluk) kesilmeye çalışıldı. Bu süreç 15 Temmuz’da askeri darbe girişimi ile zirve yaptı. Emperyalizm o gece yenildi. Ancak vaz geçmedi. Bu kez farklı strateji ile boyun eğdirmek isteniyor. Avrupa Atlantik sistemin yönlendirmesi, devşirmesi, bilinçlendirmesi sonucu yaşadığımız bu kuşatmadan ancak birlik halinde çıkabiliriz. Devleti yıllarca sarmış FETÖ kanserinden kurtulmak öncelik olmalıdır. Siyasi ayak mutlaka ortaya çıkarılmalıdır. FETÖMETRE algoritması devlet kurumlarında uygulanmalıdır. FETÖ ve ardılları ile kriptoların siber alanda etkin oldukları sosyal medyaya hakimiyetlerinden anlaşılmaktadır. Twitter ve Youtube’da alçak iftiraları ve algı operasyonları devam etmektedir. İktidara yakın Yeni Şafak gazetesi 13 Temmuz 2020 günü bu ihanet girişimlerini gazeteye taşımıştı. Akademi dünyasındaki etkinlikleri bilinmektedir. Saf ve temiz Atatürkçüleri iktidar karşıtlığını kullanarak pek güzel kendi saflarına çekebilmektedirler. Ana muhalefet partisinin kurucu ideolojiden uzaklaşmış politikasından her alanda ve her boyutta yararlanarak mevzi kazanmaktadırlar. ABD’nin gerek Rand gerekse CCIS gibi düşünce kuruluşlarının Türkiye raporları hegemonyanın FETÖ ve iltisaklı unsurları yeni saldırılarda ve kumpaslarda kullanabileceğinin ip uçları verilmektedir. 
Mustafa Kemal Atatürk Duvarı. Bu karanlık tabloda Türk halkının sırtını dayayabileceği tek duvar vardır. O duvar Mustafa Kemal Atatürk duvarıdır. 15 Temmuz darbe girişiminden iki hafta sonra yazdığım bir başka makalede iktidara, bir vatandaş olarak tüm kesimleri kucaklayacak liyakat, bilim ve aklı öne çıkaran yeni bir siyasi sistemin önünü açması tavsiyesini yapmış, bu zor dönemde Laiklik ve Mustafa Kemal Atatürk’ün çimento olarak kitleleri birleştirici özelliğinin kullanılmasını önermiştim. Artık Türkiye’de sağcı-solcu, dinci-laik, Türk-Kürt ayrışması yapılmadan, her kesimin milli düşünmesi ve gayri milli emperyal cepheye tavır almasının önemini vurgulamıştım. Bugün de aynı önerimi yapıyorum.  15 Temmuz suikastı sonrası, kabaca %30 bandında oy alan iktidar partisini kendisine oy vermeyen milyonlarla asgari müşterekte birleştirecek tek unsur, millici uyanışla devleti koruma refleksi ve Atatürk olmalıdır. Zira dönemin koşulları Atatürk’ün emperyalizmle savaştığı koşullara benzemektedir. Türkiye tarihsel tecrübesini kullanmalıdır. Bu çerçevede 10 Temmuz 2020 Danıştay kararı üzerine Aya Sofya’nın statüsünün değiştirilme sürecinin, sözler ve semboller üzerinden Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığına dönüştürülmesi ve bu sürece sessiz kalınması son derece üzücüdür. Unutulmaması gereken 85 milyonun çok büyük çoğunluğunun derin saygı ve sevgi duyduğu Mustafa Kemal Atatürk’ün eylem ve fikirlerini temsil eden ruhu, her zor durumda devletin yanında olmaya sonsuza dek devam edecektir. Önümüzdeki dönemde Türkiye’de Covid 19’a bağlı ekonomik sıkıntıların artışından faydalanacak küresel güçlerin kışkırtmalarına karşı tek aşı, Atatürk olacaktır. O, 6 Ekim 1922 sabahı sadece İstanbul’u kurtarmakla kalmadı, 500 km kıyı şeridi ile bugünkü Mavi Vatanımızdan tamamen koparılmış, Karadeniz’e sıkıştırılmış Sevr Devletçiğini yırtıp atan kutsal kurtuluş savaşını kazandı.  Sakarya ve Dumlupınar olmasaydı şu anda hiçbirimiz yoktuk. 15 Temmuz 2016 gecesi aynı ruhla FETÖ darbesi ile mücadeleyi kazanamasaydık, bugün ABD’nin 51. Eyaleti olurduk. Dilerim 15 Temmuz 2016 gecesini cumhuriyetimiz bir daha yaşamaz.  Dilerim emperyalizme içimizdeki mandacı akıl ile yeminli Atatürk düşmanları yeni zafer tattırmaz. Belçikalı aydın Daniel Dumoulin 'in şu sözü ile yazımızı tamamlayalım: ‘’Türkiye, Atatürk'ü Tanrı 'ya borçlusun, geri kalan her şeyi de Atatürk 'e ...’’




            





Yunanistan, Ege, Akdeniz, Kıbrıs, Libya

Yunanistan, Ege, Akdeniz, Kıbrıs, Libya



’Türkiye yerel (bölgesel anlamında) bir süper güçtür. ABD’den sonra NATO’nun en güçlü silahlı kuvvetlerine sahip. Jeostratejik önemi çok büyük. Mülteciler konusunda da musluk Türkiye’nin elinde…Yunan halkı, Ege’nin tümünün Yunan denizi olduğuna inanıyor, zannediyor. Dolayısıyla bir Türk savaş gemisi bir adaya 6.5 mil yaklaştı mı ‘Burada ne işi var’ diyor. Yunan dış ve savunma politikalarındaki yanlışların önemli bir bölümü ise bilgisizlikten kaynaklanıyor...Türkiye ile müzakere yapmalıyız. Ancak, Türkiye ile eşit şartlarda müzakere masasına oturacağımızı zannediyorsak hiçbir şey başaramayız. Müzakere masasında tüm istediklerimizi kazanacağımıza inanıyorsak yanılıyoruz...’’

Emekli Amiral Antonis Antoniadis. Bu sözler, 2003-2005 yılları arasında Yunanistan Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevinde bulunan E. Koramiral Antonis Antoniadis’in 10 Şubat 2020 tarihinde Yunan haber sitesi militaire.org’a verdiği mülakattan alındı. Amiral Antoniadis 2020 Temmuz ayı başında bir Yunan televizyon kanalına verdiği mülakatta da aynı fikirleri savunmaya devam etti. Gergin bir ortamda, program yapımcıları ile moderatör beklentilerini karşılamayan Amiral, karşısındaki fanatik ve Türkleri küçük gören yorumlara aldırış etmeden pek soğuk kanlı bir şekilde özetle şunları söyledi. ‘Sorunuzu (Girit güneyine Türk sondaj gemisi gönderilirse ne olur?) anlayamadım, gemiyi batıracağınızı söylüyorsunuz, ama bizim o bölgeye sahip olduğumuzu belirttiğimiz bir münhasır ekonomik bölgemiz yok, ne hakla gemilerini batıracağız…Türkiye çıkarlarına bakıyor ve gerçekten de çok iyi gidiyor. Uluslararası hukuk çerçevesinde yapmak zorunda olduğu şeyi mutlaka yapıyor…Uluslararası hukukun bir amacı ve bir faydası vardır, en güçlü yasalara karşı bir set gibidir…Biz Makedonlardan güçlüyüz ve isim davasında onlara bizim yasalarımızı kabul ettirdik. Ve şimdi ise bize bunu Türkiye yapıyor. Tüm uluslararası anlaşmalar ve yasalar sadece dolgu, ayrıca uluslararası hukukun icra yöntemleri yoktur, kimseyi buna zorlayamazsınız. Uluslararası hukukun uygulanması için zorlayıcı bir mekanizma yok…”

Akil bir Amiral. Emekli Koramiral Antonis Antoniadis ile 2005 yılı başında şahsen tanıştım. 20. Deniz Kuvvetleri Komutanı (Merhum) Oramiral Özden Örnek’in resmi davetlisi olarak Türkiye’ye gelmişti. O dönemde Tuğamiral rütbesinde Deniz Kuvvetleri Strateji Daire Başkanı idim.  24-28 Ocak 2005 tarihleri arasında gerçekleşen bu ziyarette kendisine Ankara, Gölcük ve İstanbul programı boyunca eşlik etmiş, beş gün boyunca fikirlerini dinleme ve yakın tanıma fırsatım olmuştu. Ziyaret, Amiral Örnek’in 2004 Ağustos’unda gerçekleşen Atina ziyaretinin karşılığında gerçekleşmişti. İki akılcı ve bilge komutanın tarihin o döneminde bir araya gelmeleri büyük bir şanstı. Ege’de mevcut son derece yakıcı sorunlara rağmen iki Amiral diyalog yolunu açık tutabilmişti. Amiral Antoniadis, son derece samimi, centilmen, evrensel kültüre hâkim ve aynı zamanda çok birikimli bir şahsiyetti. Babası da emekli bir Amiraldi. Ailesinin bir bölümü İtalyan asıllı olan Amiral, açık ve yenilikçi fikirlere sahipti. Özellikle kendi ülkesinde tabu sayılabilecek başta din, yani Ortodoks Hıristiyanlık kurumu ve Türk Yunan ilişkileri olmak üzere pek çok hassas konu hakkında cesurca fikirlerini söylüyordu. Laik bir dünya görüşü vardı. Bizans, Pan Helenizm, megali idea gibi hayalperest kavramların çok uzağında bir devlet adamıydı. Bu nedenle yıllar sonra emekliliğini takiben kilise tarafından kınandığını öğrendiğimde hiç şaşırmamıştım. Yunanistan’da ruhban sınıfının iç politika ve toplum sosyolojisi üzerindeki etkilerine yönelik eleştirel fikirleri çok öğretici idi. Bireyler bazında gayet iyi işleyen Türk-Yunan ilişkilerinin, devletler ve hükümetler arasında da zamanla düzeleceğine ve normal seyrine gireceğine inanıyordu. Gerek Militaire sitesi gerekse geçen hafta televizyon kanalında dile getirdiği fikirleri Türkiye ziyareti sırasında tartışma fırsatı bulmuştum. Her iki mülakatta bu fikirlerinin değişmediğini gördüm. Türkler ve Yunanlıların pek çok ortak özelliklere sahip olduklarını; Akdenizliliğin ve birlikte 400 yıldan fazla yaşamış olmanın onları yakınlaştırdığına inanan biriydi. Yanında 700 kelimeden oluşan küçük bir sözlük getirmişti. Amiral Örnek ve bana bunu verdiğinde, söz konusu 700 kelimenin günlük Yunan dilinde kullanılan Türkçe kökenli kelimeler olduğunu söylemişti.

Profesör Hristos Rozakis. Amiral Antoniadis gibi gerçekleri konuşmaktan çekinmeyen bir diğer Yunan şahsiyet Hukuk Profesörü Hristos Rozakis’tir. Bu ayın başında uzaktan katıldığı bir röportajda sunucu ile aralarında şu tartışma geçiyor. Sunucu: ‘’Yani şu an 12 mile genişletme yanlış mı olur?’’ Rozakis: ‘’Yunanistan’ın şu an 12 mil karasuyu ilan edecek kapasiteye sahip olmadığını anlamanız lazım.’’ Meis ile ilgili bir soru üzerine Rozakis: ‘’Sanırım sen Meis’e kafayı takmışsın. Türkiye’nin kıyıları uzun ve daha geniş kıta sahanlığı çizme hakkı var.  Ayrıca Meis Türk sahillerine daha yakın.’’ Profesör bu sözlerinden 2 gün sonra hükümete bağlı Yüksek Bilim Konseyinden ihraç edildi ve medyada aleyhinde linç kampanyası başlatıldı. Fazla söze gerek yok herhalde. 

Profesör Dimitri Kitsikis. Akiller arasında 1960’tan beri, Türk-Yunan Konfederasyonu fikrinin teorisyeni Ünlü Yunan Türkolog Ordinaryüs Profesör Dimitri Kitsikis’i de anmadan geçmeyelim. O da 2019 yılında verdiği bir TV mülakatında şunları söylemişti: ’Türkiye söz konusu olduğunda büyük bir hata yaptığımızı anlamadıkça sorunlarımızın çözüm şansı yok. Aslında biz değil, batılılar 1821’de bu küçük devleti kurmak için bizi tuzağa düşürdüler...1923’te biz 7 milyon nüfusa sahipken Türklerin 11 milyon nüfusu vardı. Bugün bizim 11 milyon olduğumuzu ve Türkiye’nin 81 milyon olduğunu milyonlarca kez söyledim. Yani ne olmasını bekliyorsunuz? İşe yaramaz, tamamen çökmüş durumdayız geri savaşabilecek durumda mıyız?

Umut Verici Sözler. Yukarıda örneklendiği üzere komşumuzda akil insanların varlığının bilinmesi gelecek açısından umut vericidir. Gerçekte Yunan medyası mevcut siyasetin ruhunu çok güzel yansıtıyor. Her üç programda da spikerler Pan-Helenist şartlanmayı temsil ediyor. Yani hayal dünyasını. Ancak gerek amiral ve gerekse iki profesör gerçek dünyayı da biliyor, Pan Helenist şartlanmayı da. Ancak gerçekler acı da olsa bunu savunmaktan çekinmiyorlar. Avrupa’nın Galileo ve Bruno sicilleri göz önüne alınırsa dilerim bu ikazlardan sonra gerçekçiler, Rozakis’in başına geldiği gibi medyada linç edilmezler. Dilerim bu ikazlardan Yunan devlet mekanizması ders çıkarabilir. 

Yüzleşme Zamanı. Yunanistan’ın 21’inci yüzyıl Türkiye dinamikleri ve gerçekler ile yüzleşmesi gerekir. Türkiye ile müzakere masasına oturmayı kabul etmelidirler. Haksız bir şekilde her şeyi istediklerinden kaybedeceklerini bilmelerine rağmen, bu gerçeği kabul etmeleri gerekir.  Eğer bu yüzleşmeyi yapmazlarsa, Ege ve Doğu Akdeniz’deki barış ortamını bozma sorumluluğu onlara ait olacaktır. Hem uluslararası hukuka vurgu yapıp hem Türkiye’nin deniz çıkarlarını yok sayacak oldu bittilere izin vermemizi beklememeleri gerekir. 1577 km güney kıyı uzunluğuna sahip Anadolu’nun kıta sahanlığı karşısına 20 km. kıyıya sahip Meis Adasını çıkaramazsınız. Ege Denizinin açık deniz alanlarını ve kıta sahanlığını karasularınızı genişleterek Türkiye aleyhine küçültemezsiniz.  Denizciliği sadece Yunanistan’a ait bir ayrıcalık olarak gösteremezsiniz. EGAYDAAK statüsündeki 152 ada adacık ve kayalığı ilelebet sahiplenemezsiniz. Güney Kıbrıs Rumlarının boyundan çok büyük emrivakilerini kabullenmemizi bekleyemezsiniz. Mavi Vatanımızdan 150 bin km kare alanı gasp etmenizi onaylamamızı bekleyemezsiniz. 

Yerel Dengeleme Siyaseti. Hegemonyanın el değiştirme sancılarının başladığı; Tek kutuplu düzenin çok kutuplu yeni dünya düzenine evrildiği günleri yaşıyoruz. ABD-Çin rekabetinin geldiği noktayı 1945 sonrası tarihte ilk kez 3 Amerikan uçak gemisinin batı Pasifik bölgesinde konuşlanmış olmasıyla gösterebiliriz. ABD’nin Hindistan’ı Çin aleyhinde kışkırttığı, sınır çatışmalarının yaşanmış olduğu şu günlerde Çin’in dikkatini Güney ve Doğu Çin Denizinden, Hindistan’a çekmenin gerileyen bir hegemon için dengeleme siyaseti (Offshore Balancing) olduğunu söyleyebiliriz. (Kendi gücünü kuvvet çarpanı olarak kullanıp bölgesel güçleri birbirine düşürmek.) Benzer uygulamayı Karadeniz, Ege ve Doğu Akdeniz’de de yapmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Doğu Akdeniz Deniz Yetki alanları krizi ve kukla Kürt Devleti oluşum sürecinde -Atlantik çizgisinden çıkan- Türkiye üzerine Yunanistan, GKRY, İsrail ve Mısır ile bölge dışından Fransa’nın sürülmesi; Emperyalizmin jeopolitik ve enerji vizyonunda Libya’da yeri olmayan Türkiye’yi destekler görünerek Fransa ve Rusya’yı dengelemek için sahada kullanmak; Türkler sınırı aşarsa Mısır, BAE ve Fransa gibi devletleri üzerine sürmek. Bölgesel aktörlükten, bölgesel güç aşamasına geçen Türkiye’nin bu tuzaklara düşmeden siyasi, askeri, ekonomik ve diplomatik gücünü akılcı şekilde kullanması gerekir. 

Ağırlık Merkezi Ne Olmalı? Türkiye, bölgesel güç olarak Doğu Akdeniz’de hegemonyanın kurgusuna karşı çıkmaktadır. Bu stratejik süreçte dolaylı tutum stratejisi esas olmalıdır. 21. Yüzyıl jeopolitiğimizin şekillendiği süreçte deniz gücünün kullanımında ağırlık merkezi Doğu Akdeniz olmalıdır. Ege Denizinde Lozan dengesinin korunması, bu çerçevede karasuları, hava sahası, kıta sahanlığı ve benzeri sorunlar ile EGAYDAAK statüsündeki ada adacık ve kayalıklar sorununun müzakere yolu ile çözümü için her yol denenmelidir.  Bu kapsamda silahsızlandırılma koşulu ile egemenliği Yunanistan’a devredilen adaların durumu BM Güvenlik Konseyi nezdinde gündeme getirilmeli; Türkiye ise, EGAYDAAK statüsünde gördüğü ada adacık ve kayalıkları dünyaya resmen deklare etmelidir.   Diğer taraftan Libya’da Türkiye’nin Ulusal Mutabakat Hükümetine verdiği destek sadece Doğu Akdeniz’deki deniz yetki alanlarımızın korunmasına değil, Türkiye’nin Akdeniz’deki yeni jeopolitik konumlanmasına da hizmet edecektir. Libya üzerinden sağlanacak bu konumlanma Kuzey Afrika ve genelde Afrika ile ilişkilerin gelişmesine katkı sağlarken Türkiye ile İtalya’nın yakınlaşmasına da hizmet edecektir. Türkiye, toplu katliamlar yapan Hafter güçlerinin Trablusgarp’ı işgalini önleyerek en azından İtalya’ya yönelik yeni bir göç dalgasının da önüne geçmiştir. Şüphesiz Libya üzerinde Türk İtalyan iş birliğinin sağlam temeller üzerinden gelişmesi, Doğu Akdeniz’de Türkiye’ye karşı artan Fransız ve Mısır düşmanlığını dengeleyecektir. Son tahlilde Libya’da Rusya ile ilişkilerin Astana sürecine benzer bir formata oturtulması da aynı derecede önemlidir. Türkiye ve Rusya birbirlerine rağmen ne Suriye’de ne Libya’da kesin sonuca varamazlar. Aralarındaki çelişki ABD tarafından kolayca dengeleme (offshore balancing) amacıyla kullanılır. Hindistan’ın Çin ile olan ilişkilerinde düştüğü tuzağın benzerinin, Akdeniz’de Türkiye ve Rusya arasında yaratılmasına izin verilmemelidir. Bu kapsamda içinde bulunduğumuz bu karmaşık ve son derece tehlikeli konjonktürde Ayasofya'da ibadet konusunun gündeme getirilmesini yanlış olduğunu belirtelim.
Yazımızı bitirmeden KKTC’ye de dikkat çekmemiz gerekir. KKTC’nin Ekim ayında yapılacak yeni Cumhurbaşkanlığı seçimlerine maalesef ulusal çıkarları savunan cephenin dağınık şekilde hazırlandığını görüyoruz. Diğer taraftan Türkiye karşıtı GKRY’e müzahir siyasi partiler, Akıncı ile seçime gidiyor. Oylar böyle giderse maalesef ulusal cephe oyları bölünecek. Eğer Akıncı tekrar seçilirse federal çözüm süreci tekrar gündeme gelecek ve Annan Planı felaketine benzer yolun taşları döşenecektir. Doğu Akdeniz’de KKTC’nin bağımsız varlığı olmadan atacağımız her adım boştur. Doğu Akdeniz’de mevcut durumu sürdürebilmek için en büyük jeopolitik güvencemizin, KKTC ve Cumhuriyet Donanması olduğu unutulmamalıdır. 














8 Temmuz 2020 Çarşamba

AMİRAL CEM ÇAKMAK ve CESARET

AMİRAL CEM ÇAKMAK ve CESARET 
Cem Gürdeniz
Cesaret, bir denizci ve asker için o kadar önemlidir ki, olmadığında ne ulusal ne de kişisel onur kalır. Cesaretin gri alanı yoktur. Ya vardır ya yoktur. Korku gibi cesaret de bulaşıcıdır. Cesur insanların liderliğinde başlangıçta korkak olanlar bile cesurların yanına geçebilir. Cesaretin temelinde karakter ve kişilik kadar bilgi ve tecrübenin de rolü vardır. Bilen ve tecrübe sahibi olanlar, zor anlarda ve özellikle tarihin ve talihin onları hazırladığı yer ve zamanda gerekeni, güzünü kırpmadan yapabilecek cesareti eşitlerinden daha kolay gösterirler. 
Cesaretin Gücü. Bir ordu veya donanmanın asıl gücü cesurlarının varlığı ile ölçülür. Bedensel refah ve keyfi ruhsal mutluluk ve onurun coşkusuna tercih edenler belki anlık yaşamın tüm ödüllerini toplayabilirler ancak yapmaları gerekeni yapmamış olmanın suçluluğunu ve onursuzluğunu ölene kadar yaşarlar.  19’ncu yüzyılda Osmanlı Bahriyesinde müşavirlik yapan İngiliz Amiral Sir Adelphus Slade, Kırım Harbi sırasında sadece donanmada değil, 17’nci yüzyılda başlayan ordudaki gerileme hakkında şunları söylüyordu:
Türk Ordusu kendisini 16 ve 17’nci yüzyıllarda çoğu zaman batılılara karşı muzaffer kılan, kendilerine özgü örgütlenmeye artık sahip değildi ve modern Avrupa ordularının çekirdeğinden de henüz yoksundu. Yani yüksek tabakadan yetişmiş, disiplinli, namus ve şeref düşünceleri içinde büyümüş, utanç içinde yaşamaktansa ölmeyi yeğleyen bir subaylar sınıfı.
Amiral Slade, Kurtuluş Savaşını görecek kadar yaşasaydı, son cümlesinde geçen ‘’yüksek tabakadan yetişmiş’’tanımlamasını gözden geçirirdi. Sakarya meydan savaşının kazanılmasından 6 gün sonra Gazi Mustafa Kemal Paşa, mecliste yaptığı konuşmada, Türk’ün var olma savaşını "subaylar savaşı" olarak tanımlıyor ve şöyle devam ediyordu:
“Subaylarımızın kahraman atikliği, cesaretleri, ölüme meydan okuyan asil karakterleri hakkında söz bulamıyorum. Ama doğru ifade etmeye çalışayım, bu savaş bir subaylar savaşıdır. Ön safta savaşan genç subaylarımızın yüzde 80, erlerimizin yüzde 60’ı şehit düştü, yaralandı.”
Bu savaşa katılan 42. Alayın bütün rütbeli subayları şehit düşmüştü. Çarpışmalarda bir tümen, üç alay, 5 tabur komutanı şehit düştü. Sadece 8’inci tümenin süngü savaşında toplam 82 subay kaybedildi. Türk subayı belki kendi toplumunda mevcut olmayan-Avrupa’daki aristokrasi ya da yüksek burjuvazi benzeri- sosyal sınıflardan gelmiyordu.  Ancak halkın bağrından çıkan bu subaylar üstün liderlik ve cesaret altında esarete başkaldıran, dünyanın en asil savaşçısı olabiliyor, bedel ödüyor, gerekirse ölüyor ve mucizeler yaratıyorlardı.
Cesaretin Bittiği Yerde Esaret BaşlarAncak toplumu ve orduyu birleştirici liderlik ortadan kalktığında önce cesaret ortadan kalkıyor ve kısa sürede ihanet başlıyordu. Kırım Harbinden 70 yıl sonra kurtuluş ve kuruluşu başaran Mustafa Kemal’in çocukları 15 yıllık bir altın çağ sonrasında, 11 Kasım 1938 sabahından itibaren karşı devrimi ve ihaneti başlatan sürece nasıl izin verdi? Devrimin sürekliliğini nasıl reddetti?  Amerikan ve Avrupa mandacılığına nasıl teslim oldu? Büyük devrimi halka nasıl unutturdu? Kemalizm’in içini nasıl boşalttı? Dünyanın önünde saygı ile eğildiği üniter ve laik cumhuriyeti, mandacı zihniyetin talep ettiği kutuplaşmış cahil bırakılmış, üretimden uzaklaştırılmış ve siyasetin emrindeki dinle afyonlanmış, göstermelik bir demokrasiye nasıl dönüştürdü? Kendi ordusuna ve devletine kumpas kuracak seviyede ihanet içinde olan kitleleri, örgütleri nasıl yarattı? Balyoz ve benzeri kumpas davalara nasıl izin verdi?
Kilit Kavram: Cesaret    Şüphesiz bu sorulara verilecek cevapların kitleneceği ve ileriye gidemeyeceği bir nokta olacaktır. O noktada karşımıza temel kilit kavram olarak Cesaret çıkacaktır. Mustafa Kemal’e sadık kalabilme ve gerekirse bedel ödeme cesareti. Gerçeği arama cesareti. Gerçeği bulup haykırabilme cesareti. Devletin çıkarlarını koruyabilme cesareti. Emperyalizme meydan okuyabilme cesareti. Yere düşse bile düşmandan aman dilemeden ayağa kalkma ve tekrar meydan okuma cesareti. 
Cesareti olmayanlar güce tapar. İnanmış bir insanın inancına sadık kalmasına inat, korkaklar derhal terk ederler. Güçleri güçlerinin yettiği yere kadardır. Yere düşerler ve aman dilerler. Sürekli rota değiştirirler. İdealleri, prensipleri, ilkeleri ve inançları yoktur. Birinci adam olma istekleri vatan sevgisinden değil egolarındandır. En kötüsü doğrudan ve ideallerden sapmayı, siyasetin gereği görüp kendi güçleri olarak pazarlarlar. Bu tiplerin karşısında her kurumda cesaretin onurunu baş tacı etmiş yüksek ruhlu kişiler çıkar. Onlar cesur liderlerdir. 
Cesur bir Adam: Cem Çakmak. 3 Temmuz 2015 tarihinde sonsuzluğa yolcu ettiğimiz Amiral Cem Çakmak işte bu cesur liderlerden biriydi.  Bahriye tarihimizde bir cesaret abidesi olarak yerini aldı. Onun cesareti Balyoz Kumpasının en karanlık günlerinden, kanserle mücadelesinde, son nefesini verdiği ana kadar en ufak bir kırılım göstermedi. Kumpas davalar sırasında bırakalım sözde aydınları en yakın dost ve arkadaşlarımızın; yüksek komuta sorumluluğu olan şahsiyetlerin bile korkuyu, cesarete tercih ettiğini, kısa ve orta vadede şahsi refah ve bedensel mutlulukları için, neredeyse yarım asırlık silah arkadaşlığını unuttuklarını, çocuklarının ve torunlarının özgürlük ve yaşam tarzlarının çalınmasına duyarsız kalabildiklerini gördük. Bu acı tabloyu en derinden yaşayan Cem Çakmak idi. Zira Balyoz kumpasının çok öncesinde, yarbay rütbesindeyken, 2001 yılında Komutanlığını yaptığı TCG Gemlik firkateyninde de sözde bir usulsüzlük süreci üzerinden FETÖ militanlarının tuzağına düşürülmüştü. Büyük bir durumsal farkındalık zafiyeti içinde, neredeyse imzasız her mektuba işlem yaparak bu tuzağa atlayan ve günümüzün pek yaygın ‘’Aldatıldık’’klişesine sığınan dönemin rozet Atatürkçüleri, Cem’e ilk kurumsal ihanet acısını tattırmıştı. 
İkinci ihaneti birlikte yaşadık.  22 Şubat 2010 tarihinde Deniz Kuvvetleri Plan Prensipler Başkanı idim. Ankara’da ofisimde çalışırken, saat 10.00 sularında televizyonda emekli Orgeneral Çetin Doğan ve İbrahim Fırtına ile emekli Oramiral Özden Örnek’in sözde Balyoz planı gerekçesi ile gözaltına alındığı haberleri alt yazı ile geçmeye başlamıştı. Saat 11.00’da Deniz Kuvvetleri Komutanı beni ve Harekât Eğitim Daire Başkanı Tuğamiral Cem Çakmak’ı makamına çağırttı. Orada her ikimize Cumhuriyet Savcısının gözaltı emrini göstererek kendisinin Genelkurmay Başkanlığına gideceğini ve beklememizi söyledi. ABD desteği ile kurgulanan Balyoz komedisi gerçeğe dönüşerek kurbanlarını avlamaya başlamıştı. Önce “Poyrazköy”, sonra “Amirallere Suikast” daha sonra “Kafes” kurgularında evlatlarını sırayla Beşiktaş Adliyesine “hukuka saygılıyız” sihri altında emanet eden Komuta katı en sonunda Amirallerini teslim etme aşamasına gelmişti.  Saat 17.00’da Kuvvet Komutanı Genelkurmay Başkanlığından döndü. Genelkurmay Başkanlığı zaten Kozmik Oda davasında sergilendiği üzere kurumsal olarak hukuka pek saygılıydı. Bir önceki Genelkurmay Başkanı da 1 Temmuz 2008 tarihinde Ergenekon kumpasında önce teğmenlerini sonra Emekli Orgenerallerini gözünü kırpmadan Amerikan tuzağına teslim etmiş, daha sonra şeref tribününde futbol maçı izlemeye gidebilmişti. Neticede Beşiktaş’a gitmemiz emredildi.
 Vatanımızda Esir Düşmek. 23 Şubat 2010 günü Cem Çakmak ile birlikte FETÖ savcılarına ifade verdik. Aynı saatlerde Amerikalı Adalet Bakanlığı temsilcileri İstanbul’da sözde Türk Adaleti temsilcileri tarafından ağırlanıyordu. Beşiktaş kurgusu daha sonra saat gibi işledi Cem ve bizimle birlikte çoğu emekli yaklaşık 40 kişiyi bugün FETÖ’den tutuklu Ali Efendi Peksak isimli hâkim, gece yarısı 02.30‘da dakikalar içinde cezaevine yolladı. 04.30’da Cem ile beraber Hasdal’a geldik. Cem, soğukkanlı, cesaretinden ve dik duruşundan bir milim sapma göstermeden vakar içinde asil bir davranış sergiliyordu. Onunla böyle büyük bir krizde yan yana olduğum için çok mutluydum. Korkak, dönek, ürkek ve vefasız biriyle bu zorlu süreç yürümezdi. Cumhuriyet tarihinde ilk kez hayali bir darbe planı üzerinden suçlanarak Cezaevine giren ilk muvazzaf Amiraller olarak tarihe geçtik. Tarihinde ilk kez Amiraller ile tanışan Hasdal’da Cem ile bana 2 ranzalı küçük bir hücre verdiler. Bu durum pek çok insana zor gelebilir ama iki denizciye zor gelmedi. İkimiz de kaya gibiydik. 24 saat sonra aramıza iki kıymetli Amiral daha katıldı. Donanma Kurmay Başkanı Tümamiral Semih Çetin ve İskenderun Üs Komutanı Tuğamiral Turgay Erdağ. Sürekli durum değerlendirmesi yapıyorduk.
2009 Nisan ayından bu yana olanlara rağmen Genelkurmay Başkanlığı bu sahte davaların nereye varacağını nasıl olur da göremezdi; Büyük bir tasfiye ve Türkiye’yi şekillendirme operasyonu için muhalefet dahil, siyasi otoriteler ile kurgulanmış bir oyun oynanıyordu. Dünyanın hiçbir devletinde imzasız, objektif hukukun reddedemeyeceği deliller olmadan kimse tutuklanamazdı. Ortada ne bir ses ne bir görüntü kaydı ne bir ıslak imzalı belge, hiçbir şey yok. Sadece dijital belgeler; daha sonra FETÖ den kaçak olacak karacı bir kurmay binbaşı müsveddesine hazırlatılmış bilirkişi raporu ile TÜBİTAK’tan alınmış bize gösterilmeyen rezil bir rapor vardı. Tutuklanmamıza neden olan dijital belgelerin hiçbiri Ceza Kanunu hükümlerine göre temin edilmemişti. Tam bir hukuk skandalı yaşanıyor ve bu durum Genelkurmay Başkanlığı tarafından da biliniyordu. 2009 AB Türkiye ilerleme raporunda Tük Deniz Kuvvetlerinin şikâyet edilmesinden 4 ay sonra, denizcilerin hapse atılması tesadüfle izah edilemezdi. Aslında üst akıl kurgusu, içimizdeki işbirlikçi çetenin aklının eremeyeceği büyük bir oyuna girmişti. Türk Deniz Kuvvetleri son 20 yılda almış başını gidiyordu. Karadeniz’de ulusal çıkarlara en uygun ortamı şekillendirmiş, Ege ve Akdeniz’de Yunanistan ve GKRY’ye karşı etkin ganbot diplomasisi uygulamış, Hint Okyanusu’nda sürekli varlık göstermeye başlamış ve daha da öte gelecekte Donanmasının dış pazarlara bağımlılığını ortadan kaldıracak hamlenin başlangıcı olarak GENESİS sistemini başarmış ve TCG Heybeliada korvetini denize indirmişti. Bahreyn/Manama’daki ABD Deniz Kuvvetleri Beşinci Donanma bağlısı CMFC (Birleşik Deniz Kuvvetleri) Komutanı, Koramiral S. Gortny 2008 yılının Kasım ayı içinde, bir toplantıda heyet başkanı Tuğamiral Cem Çakmak’a ne diyordu: “Artık Türk Deniz Kuvvetleri, Amerikan Donanmasına bir rakip haline gelmiştir.”
Türk denizciyi Türk’e Kırdırmak. Bu denizcilere öyle bir mesaj verilmeliydi ki, Türk Deniz Kuvvetleri silkinip kendine gelsin, korku aklın önüne geçsin ve bundan böyle ulusal çıkar refleksiyle hareket edecek Amiral ve subayların üzerinde Beşiktaş hukuku Demokles’in kılıcı gibi sallansın.  Hedef, iyi denizcileri Türklere yok ettirmekti.  
      Hasdal’da bir ay kalıp çıktık. Bir yıl sonra 11 Şubat 2011’de bu kez 3,5 yıl sürecek büyük Balyoz dalgası ile tekrar tutuklandık. Hasdal’da yine Cem ile ranzalarımızı yan yanaydı. 2012 Eylül’ünde bu kez iki oramiralin de imzası olan 2012 YAŞ kararları ile tasfiye edildik, üniformalarımızdan TCB ve TCG‘mizden zorla koparıldık.  Silivri’ye gönderildik. Başarmışlardı. Denizcileri denizcilere kırdırmışlardı. YAŞ kararlarında muhalefet şerhi bile yoktu Amirallerin.
      Cesaretin Gerçekleşen ÖngörüsüSilivri’ye gitmemizden 3 hafta önce 21 Ağustos 2011’de davanın 40. Duruşmasında emperyalizmin uşağı, Cumhuriyet, devlet ve Mustafa Kemal Atatürk düşmanı FETÖ hâkim ve savcılarının oluşturduğu heyete Cem tarihe geçen manifestosu ile şöyle haykırmıştı: ‘´Sahte dijital verilere dayalı bu dava bence çökmüştür. Bizleri bir süre daha çöken bu sahte davanın enkazında tutabilirsiniz. Ancak asıl soru, bu davanın sonunda enkazın altında kimlerin kalacağıdır. Hainlik ve ihanetin odağı olan, dış mihraklara uşaklık eden şerefsizlere sesleniyorum. Bu salondaki koltuklara oturacaksınız ve vatana ihanet ile yargılanacaksınız. Bundan kaçışınız asla mümkün değildir. Tanrı Cumhuriyeti ve donanmasını korusun.’´ 
Cesur kardeşim. Dediklerin çıktı. O hainler 15 Temmuz 2016 akşamı millet ve devlete karşı tetiği çektiler. Millet direndi. Onlar o dediğin koltuklarda yargılandılar. Ağır cezalar aldılar. Utanç içinde yaşıyorlar. Ancak tehlike henüz devam ediyor. Emperyalizm vaz geçmiyor. Hainlerin siyasi ve stratejik ayağı duruyor. Ancak gerçekler inatçıdır. Senin sözlerin bu mücadelede geleceğe rehber olmaya devam ediyor. Bu topraklarda Mustafa Kemallerin yenilmeyeceğini, Türk siyasetini her cephede kene gibi saran emperyalizm uşakları ve çıkarcı işbirlikçileri öğrenene kadar mücadele devam edecek. 
Son cümlene gelince Tanrı, Cumhuriyeti ve donanmayı korumaya devam ediyor. Yetiştirdiğin binlerce Mustafa Kemal bahriyelisi Mavi Vatan vardiyasında harikalar yaratıyor. Torunun Poyraz ve Aksel’in temsil ettiği gelecek nesillerin denizlerdeki hak ve çıkarlarını korumak için sana ve hayatını bu vatan, bu cumhuriyet ve donanmaya adamış ruhlara sadakatle Doğu Akdeniz’den Kızıldeniz’e; Karadeniz’den Adriyatik Denizine büyük fedakarlıklarla sürekli bayrak dolaştırıyor. 
Rahat uyu. Seni göksel okyanuslara uğurlamamızın 5. Yılında takdir, minnet, vefa ve sonsuz özlemle anıyoruz. Hatıran önünde seni çimariva ile ve tüm donanma ile selamlıyoruz.