25 Ocak 2015 Pazar

NATO’nun Yeni Çevik Gücü

Description: IMG_0131 


Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
NATO’nun Yeni Çevik Gücü
NATO, her canlı sosyal organizma gibi hayatta kalabilmek için değişim ve dönüşüm süreçlerine giriyor. Tarihte NATO kadar sürekli olarak strateji, komuta yapısı ve kuvvet yapısı değiştiren bir silahlı güç olmadı. Soğuk Savaşta 16, bugün 28 üyesi olan NATO’nun özellikle 1990 sonrası değişim süreçlerinin temel nedeni, ABD vizyonu ve stratejilerine uyumlandırılma ihtiyacıdır. NATO, daima ABD Silahı Kuvvetlerindeki gelişmeleri izler. Önce konsept ve doktrinler, ABD Silahlı Kuvvetlerinde oluşturulur, daha sonra NATO’ya bu uygulamalar enjekte edilir. Örnekleri çoktur. 1991 yılında Birinci Körfez Savaşından sonra koalisyon savaşları çerçevesinde başarıyla denenen ‘birleşik (combined)’ harekat ile birlikte ‘müştereklik (jointness)’ ABD’de öne çıktı ve bir yıl sonra NATO’da yeni moda birleşik-müştereklik oldu. Yeni kurulan NATO acil müdahale görev kuvvetlerinin adı CJTF (Birlşeik-Müşterek Görev Kuvveti) oldu. Daha sonra ABD kontrolündeki 11 Eylül terör saldırıları ile küresel çapta savunmadan güvenliğe geçiş yaşandı ve bunu her alanda yönetebilmek için ‘dönüşüm-transformation’ kavramı ortaya çıkarıldı. NATO da derhal her alanda değişim ve dönüşümü gerçekleştirebilmek için 2004’te ABD-Norfolk’ta NATO Transformasyon Komutanlığını (SACT) kurdu.
NATO Varoluş Nedeni Arıyor. NATO bu gelişmeler kapsamında bir yandan da kendine yeni görevler aramaya devam etti. Zira eski “raison d’étre”  ortadan kalkmıştı. Kuruluş sebebi ortadan kalkan bir organizasyonun devamını, NATO ileri gelenleri, ‘zafer kazanmış, kar eden bir şirketi neden kapayalım’ mantığı ile savunuyordu. Şirketin kar etmesi için yeni müşterilere ve yeni pazarlara, yani yeni üyelerle yeni tehditlere ihtiyaç vardı. NATO önce Barış İçin Ortaklık (PfP) süreci ile küreselleşmeye payanda oldu. Daha sonra Yugoslavya Krizi sayesinde ilk kez NATO ateş gücü Kosova krizinde kullanıldı. Daha sonra 11 Eylül saldırıları sayesinde terörle mücadele altında ABD topraklarında bile NATO görevlendirmeleri başladı. Akdeniz’de Etkin Çaba Harekatı ile terörist aramaya başladılar. (Ancak bir tane bile bulanamadı.) Daha sonra Afganistan’daki kara harekatı ISAF imdada yetişti. Ancak Afganistan görevi tam bir fiyasko ile sonuçlandı.  1 Ocak 2015 itibariyle NATO, Afganistan’daki muharip harekattan tamamen çekildi. Tam NATO işsiz kalıyor denilirken, bir anda Kiev kışkırtması sonucu Rusya’nın Kırım hamlesi, NATO’nun imdadına yetişti.
NATO’nun Finans Sorunu. NATO, Rusya’nın Kırım ilhakı sonrası, şimdi de  Yüksek Süratli Müdahale Kuvveti (Ultra Rapid Reaction Force) kuruyor. Aslında NATO’nun mevcut kuvvet ve komuta yapısında acil müdahale güçleri var, ancak gerek hazırlık durumları gerekse kuvvet yapıları ile Kırım tipi bir müdahalenin NATO üyesi bir ülkeye yapılması halinde mevcutların yeterli olamayacağı değerlendirildiğinden yeni bir yapılanmaya gidiliyor. Ancak büyük bir sorun var. Kuvvetin finansı. Bu kuvveti kimler finanse edecek? Eylül ayında yapılan zirve sonrası, Rusya’ya karşı tehdit algılayan ülkelerde kullanılmak üzere kurulmasına karar verilen bu kuvvetin henüz bütçesi hazır değil.  NATO’nun yıllardır en büyük sorunu bütçe. ABD ekonomisi 2008 krizi sonrası borç yükü altında kırılganlaştığından bu yana ABD, Avrupalı müttefiklerin savunma bütçelerini artırma ve dolayısıyla NATO bütçesine pay aktarmada öne çıkma taleplerini artırdı. Ancak son yapılan zirvede,  Avrupalılar savunmaya ayrılan payda, milli gelirin yüzde 2’si hedefine ancak 10 yıl sonra erişebileceklerini ifade ettiler.
Ön bilgilere göre Norveç, Almanya ve Hollanda kara gücüne kuvvet sağlayacak ülkeler arasında görünüyor. Polonya da kuvvetin komuta ve kontrol unsurlarına ev sahipliği yapmayı planlıyor. NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg, bu kuvvet ve unsurlarını Soğuk Savaş sonrasında müşterek savunmaya yapılacak en büyük takviye olarak nitelendirdi. Görevinin başında henüz üçüncü ayını dolduran yeni Genel Sekretere göre, bu kuvveti oluşturmak NATO’nun birinci önceliği. Kırım sonrası yapılan açıklamalara göre NATO sadece ittifak üyelerinin güvenliğini değil aynı zamanda Avrupa’da istikrar ve dengenin de garantisi olmayı hedefliyor, ancak NATO’da kimse Kiev olaylarında yaşandığı  üzere bu istikrarı kimin bozduğunu sorgulamıyor.
NATO Kışkırtmaya Devam Ediyor. Diğer yandan, Rusya’nın faaliyetlerine karşı Obama ve diğer NATO üyesi devletlerin liderleri NATO Harbe Hazırlık Eylem Planını onayladı. Bu planla ittifak yetenekleri artırılırken, bu yeteneklerin somut ve gözle görülür olması ile Rusya’nın caydırılması planlanıyor. Ancak yeni müdahale kuvvetinin henüz hangi ülkede konuşlanacağı da belirlenmiş değil. Gözle görünen caydırma paketi kapsamında ayrıca Rusya’ya yakın ülkelerde NATO üyelerinin tahsis edeceği ve rotasyonla görevlendireceği deniz hava ve kara unsurlarının konuşlandırılması da planlanıyor. Örneğin 2004 yılında Baltık Cumhuriyetleri NATO üyesi olduğunda, bu ülkelerin hava sahasını Türk savaş uçaklarının da yer aldığı NATO güçleri korumuştu. Geçtiğimiz haftalarda da Estonya, Letonya ve Litvanya’nın hava sahasını Portekiz ve İtalyan savaş uçakları korudu. NATO plana göre aynı zamanda Rusya ile sınırdaş NATO ülkelerinde yakıt ve cephane stoklamasına başlayacak. Bu arada tatbikat sayısında da büyük artış yaşanıyor. 2014 yılında Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinde 200 civarında NATO tatbikatı yapıldı. Geçen ay içinde eski Sovyet Başkanı Gorbaçov NATO’nun genişlemesi ve Rusya sınırlarındaki bu çılgın gidişatı tehlikeli görmüş olmalı ki,  Alman Der Spiegel Dergisine verdiği bir röportajda Avrupa’da nükleer savaş tehlikesinden bahsetti. Bu makaleyi, geçen yılın 17 Mayıs 2014 tarihli Mavi Vatan yazısının son paragrafını tekrarlayarak bitireyim.
Rusya Kışkırtılmamalıdır. Kırım/Ukrayna krizinde yaşananlarla, 2008 Gürcistan krizinde yaşananlar arasında hiç fark yoktur. Batı önce halkları Rusya’ya karşı kışkırtıyor, sonra Rusya müdahale edince de “bak gördünüz mü” diyor. Şimdi, Ukrayna’dan sonra benzer kışkırtmaları Baltık Cumhuriyetlerinde yapacaklardır. İşaretleri vardır. NATO, kendine yeni tehdit yaratmak ve Afganistan’da bitirmek zorunda kaldıkları savaş sonrası, Baltık Cumhuriyetleri üzerinden Avrupa’da Soğuk Savaşı başlatmak için umalım ki yeni kışkırtmaları teşvik etmez. İsveç ve Finlandiya’yı NATO üyeliğine zorlamaz. Umalım ki, Rusya NATO üyesi olan ve NATO toprağı kabul edilen üç Baltık Cumhuriyetinde Kırım ve Gürcistan benzeri kışkırtmalara, aynı şekilde cevap vermez.






18 Ocak 2015 Pazar

Karadeniz’de Değişen Dengeler

Description: IMG_0131 


Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz

Karadeniz’de Değişen Dengeler
Tarihte, Osmanlı Rus savaşlarının jeopolitik perspektifteki temel ağırlığını, Ramonov’ların sıcak denizlere inme hedefi paralelinde, Türk Boğazlarına hakimiyet oluşturmuştur. 1770 yılında yaşanan Çeşme baskını sonrası Karadeniz’de 300 yıllık kesin Türk deniz egemenliğinin çözülme süreci başlamış, sonrasında Azak Denizi ve Kerç Boğazının kaybı Osmanlının Karadeniz egemenliğine indirilen ilk büyük darbe olmuştur. Karadeniz’in kıyılarında üs ve tersane kurarak, sert poyrazı arkasına alan Rus Donanması kısa sürede İstanbul Boğazı ağzına dayanacak jeostratejik bir avantaj elde etmiştir.
Osmanlı Denizgücü Gerilerken. Osmanlının kürekten, yani kadırgadan yelkene geçişte yaşadığı 100 yıllık gecikme,  Karadeniz’deki Rus denizgücü üstünlüğünü, her geçen gün daha da büyüttü. Rusya’nın Büyük Petro sayesinde orta çağ artığı,  geri kalmış çiftçi köylü bir toplumdan, denizci ve sanayileşmeye hazır bir topluma dönüşmesi, jeopolitik genişlemeyi de beraberinde getirdi. Ruslarla değişik zamanlarda 13 kez savaşıldı. Sanayi devrimine uzak kalan Osmanlı, 19 ve 20’nci yüzyıllarda Balkanlar ve Doğu sınırlarımızda üst üste Rus askeri gücü karşısında kayıplar verdi. Ne acıdır ki 93 harbinde (1877-78) Yeşilköy’e dayanan Rus ordularının payitahtı işgalini, II’nci Abdülhamit İngiliz Donanmasını yardıma çağırarak durdurabildi.
Devrim Sonrası Rus-Türk Yakınlaşması. Mustafa Kemal, 1917 Ekim devrimi sonrası dönüşen ve değişen anti emperyalist yeni Rusya ile karşılıklı çıkar ortaklığı çerçevesinde mükemmel ilişkiler kurdu. En yakın silah arkadaşı General Ali Fuat Cebesoy’u Moskova’ya Büyükelçi olarak atayarak, bu ülkeden deniz yolu üzerinden silah ve cephane teminini sağladı. Eğer bu tedarik ve destek olmasaydı Kurtuluş Savaşı olmazdı. Ancak Atatürk’ün ölümünden  sonra Stalin ve Dışişleri  Bakanı Molotov, Lenin-Atatürk döneminin jeopolitik yakınlaşmasını sürdürmedi. Bana göre söz konusu ikili,  geleceğin Avrasya birliğine en büyük darbeyi Türk Boğazları üzerinde hak iddiası ile vurdular. İkinci Dünya Savaşı başında yaşanan bu durum, İnönü yönetimini Lozan’dan 16 yıl sonra tekrar İngiltere ve Fransa’nın, yani eski cellatlarının kucağına itti. Bu durum 1945-46 Sovyet notaları ile daha da kötüleşti. Bu kez Türkiye ABD’nin kucağına savruldu. 1953 yılında iktidara gelen Kruşcev her ne kadar eski dönemin Türk Boğazları üzerindeki tüm taleplerini reddettiyse de çok geç kalınmıştı. ABD çıkan fırsatı  sonuna kadar kullandı. Bugün son 60 yılda Avrupa Atlantik yapı ve NATO’ya iliştirilen ülkemizin durumu ortadadır.
Soğuk Savaş Dönemi Dengeleri. Cumhuriyetin jeopolitik aklı, NATO üyeliğine ve ABD’nin dayatmalarına rağmen Sovyetler Birliğini Karadeniz’de hiç bir zaman kışkırtmadı. Aksine temkinli ve dengeli bir strateji izleyerek, Karadeniz’de NATO-Varşova Paktı arasında bir deniz silahlanma yarışını tetiklemedi. Türkiye, 1952-1989 arasında Karadeniz’de bir NATO tatbikatı yapılmasına dahi izin vermedi. Montreux Sözleşmesini ev sahibi devlet olarak titizlikle uyguladı ve güvenilir arabulucu statüsünü güçlendirdi. Sovyetler Birliği, gerek Montreux Sözleşmesinin Karadeniz’e savaş gemilerinin kontrolsüz bir şekilde çıkışını kısıtlayan hükümlerine güvenerek, gerekse Türkiye’nin NATO’yu frenleyen tutumunu da dikkate alarak Karadeniz’de bir karmaşa ve dengesizlik yaratacak kuvvet yapısı oluşturmadı. Ağırlığı Kuzey Denizi Filosu ile Pasifik Filosuna verdi. Öyle ki Karadeniz’de Sovyet Donanması soğuk savaşın sonlarına doğru bırakalım nükleer denizaltıları, çok az sayıda dizel elektrikli denizaltı (SSK) tuttu. Bunlar da araştırma geliştirme faaliyetlerinde kullanılan tipte denizaltılardı. Soğuk Savaş sonrası o kadar hızlı küçüldüler ki, Karadeniz Donanmasında 90’lı yılların sonuna doğru harbe hazır büyük tonajlı savaş gemisi sayısı dördü geçmiyordu.
Türk Deniz Kuvvetlerinin Öncü Rolü. Soğuk Savaş sonrası Karadeniz’de tüm sahildarların Deniz Kuvvetleri arasında Türk Donanması liderliğinde tam bir işbirliği ve karşılıklı dayanışma ortamı yaratıldı. 2000 yılından itibaren denizde güven ve güvenlik artırıcı işbirliği projeleri birbirini izledi. Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu (BLACKSEAFOR), Karadeniz Uyumu Harekatı (Blacksea Harmony), Karadeniz Sahil Güvenlik ve Sınır Güvenlik İşbirliği Forumu (BSCF), Karadeniz’de Deniz Kuvvetleri alanında Güven ve Güvenlik Artırıcı Önlemler (CSBM in the Naval Field) öne çıkan girişimler oldu. Bu girişimlerin Deniz Kuvvetlerindeki fikir babaları ve uygulayıcılarının hemen hemen hepsinin, hükümetin desteğinde, ABD güdümündeki F tipi örgüt tarafından kumpas davalar sonucu tasfiye edildiğini ve hapse atıldıklarını ekleyelim.
Rusya’nın Yeniden Silahlanması.  2008 yılında ABD’nin kışkırttığı Gürcistan’ın Güney Osetya hamlesine kadar Rusya Federasyonu Karadeniz’de deniz silahlanma dengesini bozacak ya da ciddi bir asimetri yaratacak girişimde bulunmadı. ABD’nin bu kışkırtması sonrası Rusya, bir adedi Karadeniz’de kullanılmak üzere Fransa’dan 4 adet Mistral sınıfı Doklu Çıkarma Gemisi (LPD) tedarik projesini başlattı. Bu proje Rusya’nın diğer bir ABD-AB kışkırtması olan Kiev olayları sonucunda Kırım’ı ilhak etmesi üzerine geçen sonbaharda iptal edildi. Kırım sonrası NATO’nun Rusya’yı düşman statüsüne alması ve düşmanca niyetten, düşmanca hareket seçeneklerine yönelmesi sonucunda Rusya askeri gücünü her alanda güçlendirme kararı aldı. Bu gelişmenin Türkiye’yi ilgilendiren en önemli veçhesi şüphesiz Karadeniz Donanmasının güçlendirilme kararıdır.
Avrupa-Atlantik Yapının Türkiye’ye Ödülü. Önümüzdeki 5 yılda Karadeniz Donanmasına 2,4 milyar dolar  bütçe ayıran Hükümet, donanmayı kısa dönemde  modern firkateynler (Amiral Grigrovich sınıfı) ve hepsinden önemlisi iki gelişmiş Kilo (Varshavyanka) sınıfı dizel elektrikli denizaltı ile takviye edecek. 4000 tonluk bu sınıf denizaltılara, dünyanın en sessizleri olmaları nedeniyle NATO, ‘kara delik’ ismini taktı. 2020 yılına kadar ayrıca iki karakol gemisi ve altı yardımcı destek gemisi Karadeniz Donanmasına katılacak. Kimsenin şüphesi olmasın, eğer Avrupa Atlantik yapının Osetya ve Ukrayna kışkırtmaları olmasaydı, Karadeniz’de Rus Donanmasının başta yeni denizaltılar olmak üzere yeni hamleleri söz konusu olmayacaktı. Bu gemiler muhtemelen, küresel jeopolitiğin yeni çekim merkezi Pasifik’te konuşlandırılacaktı. Şimdi değişen yeni kuvvet dengeleri nedeniyle Romanya ve Bulgaristan başta denizaltı savunma (DSH) sistemleri olmak üzere, yeni gemi ve silah tedariklerine başlayacak, Türk Deniz Kuvvetleri soğuk savaş döneminde bile karşı karşıya kalmadığı yeni silahlanma dalgasından şüphesiz etkilenecektir. Suriye ve Irak sınırlarından sonra ABD ve AB kışkırtmaları sonucu kuzeyimizde de yeni dengesizliklerin başlaması, şüphesiz NATO ittifakının ve ait olduğumuz Avrupa-Atlantik yapının bölgemize ve Türkiye’ye armağanıdır. Demeritokrasi ve cahiliyetin hüküm sürdüğü yeni Türkiye döneminde Tanrı  beterinden korusun.


11 Ocak 2015 Pazar

Denizcilik Gücü, Deniz Bilimleri ve Antarktika’da Üs

Description: IMG_0131 


Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz

Denizcilik Gücü,  Deniz Bilimleri ve Antarktika’da Üs
Deniz ve denizciliğin bilimsel tabanda yüzlerce alt disiplini vardır. Bu alt disiplinlerde önemli olan bilimsel faaliyetlerin denizcilik gücünün gelişimine doğrudan veya dolaylı bir katkısının olmasıdır. Bir devletin deniz bilimleri yani deniz ve okyanusları içindeki canlı ve cansız tüm unsurları ile inceleyen bilimsel  alanda yürüttüğü araştırmalar ile bunların toplum yararına sunduğu somut projeler, denizcilik gücünün önemli unsurlarından sayılabilir. Bu tip araştırmalar ülkelere sadece prestij getirmez, aynı zamanda refah ve güvenliğine katkı sağlar. Bu konuda eski ABD Başkanlarından John F. Kennedy’nin şu sözleri yol göstericidir:
           “Denizlerle ilgili bilimsel çabalarımızın nedeni merak değil; hayatta kalmamızın denizlere bağlı olduğuna inanmamızdandır.”
 Deniz ve okyanusların araştırılmasına yönelik deniz bilimlerinin (hidrobiyoloji, deniz jeofiziği, deniz jeolojisi, oşinografi ve hidrografi vb.) dışında, ayrıca seçilmiş alanlarda denizcilik gücünün gelişmesine katkı sağlayacak bilimsel araştırmaların yapılması, bu alanlarda bilgi depolanması ve gelecek kullanıcılar için hazır hale getirilmesi önem arz eder. Deniz teknolojileri,  deniz gücü, deniz stratejisi, deniz harekâtı, deniz taktiği, deniz tarihi, deniz hukuku, deniz ticaret hukuku, deniz lojistiği, deniz işletmeciliği, deniz sigortacılığı, su altı arkeolojisi, su altı hekimliği, su sporları, deniz turizminin alt disiplinlerinde icra edilen araştırmalar ve bilimsel ürünler denizcilik gücünün bilimsel faaliyetleri arasında gösterilebilir. Gerek kültürel ve gerekse bilimsel faaliyetler sonucunda bu alanlarda öne çıkan deniz bilimcileri, gemi inşacılar, makine mühendisleri, dizaynerler, deniz stratejistleri, deniz tarihçileri, deniz işletmecileri ve deniz hukukçuları ve benzeri uzmanların uluslararası ortamda aranan şahsiyetler arasına girmesi devletlere ayrıcalık sağlar. Bu şahsiyetlerin  uluslararası bilimsel kuruluşlar ile  denizcilik örgütlerinde önemli mevkileri işgal etmesi ise bu ayrıcalığı katlar. Böylelikle bilimsel çalışma/araştırmaları yapan ülkelere denizcilik alanının yönetiminde ve siyasa belirlenmesinde söz sahibi olma olanağı tanır. Bu kapsamda ülkede deniz bilimleri ve denizciliğe yönelik araştırma kurumları ile mükemmeliyet merkezlerinin varlığı da mavi gücün yani denizcilik gücünün önemli göstergeleri arasındadır.
Deniz Bilimlerinde Çok Geriyiz. Ülkemizde deniz bilimleri ve alt disiplinlerinde yani hidrobiyoloji, deniz jeofiziği, deniz jeolojisi, oşinografi,  hidrografi vb. alt disiplinlerinde uluslararası çapta öneme sahip araştırmacı ve araştırmalar son derece azdır. Marmara fayının incelenmesinden, Süveyş kanalı üzerinden denizlerimize giren yabancı deniz canlılarının varlığına yönelik araştırmaları bile günümüzde yabancılar yapıyor. Daha kötüsü, Türk Boğazlarının oşinografik ölçüm sistemleri bile yeterli değil. Boğazlarımızda, temel tuzluluk ve sıcaklık değişimlerini bile inceleyemeyen bir sistemin içindeyiz.
Çevre denizlerimiz başta olmak üzere, denizler ve okyanuslara yönelik ihtiyaç duyulan bilimsel verilerin elde edilmesi ile deniz ticareti, balıkçılık, deniz dibi madenciliği, tersanecilik gibi denizcilik alanında faaliyet gösteren sektörlerin gelişmesine esas teşkil edecek kapsamlı bilimsel araştırmalarla bu yöndeki gayretlerin eşgüdümünü sağlayacak merkezi bir mekanizmamız yok. Dolayısıyla bu araştırmalar gelişigüzel ve bütüncül bir planlama olmadan yapılıyor. Öncelikler saptanamıyor.
Antarktika Projesi Gerçeklerden Uzaklaştırıyor. Geçen hafta basında yer alan haberlere göre Türkiye, Antarktika kıtasına kuracağı bilim üssü için çalışmaları hızlandırdı. Bu projeyi geçmiş yazılarımda da eleştirmiştim. Türkiye, kendi çevre denizlerindeki balık stoklarını, deniz dip yapısını dahi tespit etmeden, Antarktika Kutup Bilimsel Araştırmalar Merkezini kurma girişimini başlattı. Bölgede  iki konteynerde kurulacak bilim üssünde farklı alanlarda bilimsel araştırmalar yapacak, farklı üniversitelerden biyoloji, jeofizik, astrofizik, veterinerlik, zooloji, botanik, fizik ve deniz bilimleri gibi alanlarda uzman isimler görev yapacakmış. Seçilmiş bilimsel araştırma alanları arasında kıtadaki bitkiler, hayvanlar ve diğer canlıların incelenecek,  penguen ve deniz aslanlarıyla yosun yapısı da mercek altına alınacakmış.
Öncelikle bu kıtanın hiç bir devlete ait olmadığını yani bir egemenlik hakkının söz konusu olmadığını hatırlatalım. Yani burada kurulacak bir bilim üssünün stratejik kazanç sağlamayıp, sadece bilimsel prestij getireceğini vurgulayalım. Diğer taraftan Türkiye’nin sadece Antarktika’da değil, Arktika yani Kuzey Buz Denizinde de varlık göstermesine inanlardanız. Ancak her şeyin bir sırası var. Örneğin Türkiye, kendi milli uçağını yapamazken, uzaya astronot gönderebilir mi? Halen kendi çevremizdeki denizleri ve hatta bir iç deniz olan Marmara Denizinde bile bilimsel durumsal farkındalığımız yok iken, Antarktika’da bilimsel üs projesinin kamuoyuna büyük bir bilimsel proje olarak sunulması ve halkın kendi evindeki gerçeklerden uzaklaştırılmasını anlamakta zorluk çekiyoruz. Türkiye’de doğanın vahşice katledildiği, Kanal İstanbul benzeri doğayı ve denizdeki tüm dengeleri yok edecek pek çok projenin hayata geçirilmeye çalışıldığı -ve bir avuç bilim insanı dışında kimsenin sesinin çıkmadığı- bir konjonktürde Antarktika’daki yosunların ve penguenlerin incelenmesine gayret ve bütçe ayrılmasını anlamakta zorlanıyoruz.
Tekrar edelim, denizlerimizin diplerini bilmiyoruz. Her üç çevre deniz ve Marmara’daki balık stoklarımızı bilmiyoruz. Türkiye denizlerinin 500 metreden derin sularındaki canlı hayatın varlığına yönelik bilimsel bir çalışma, bugüne kadar yapılmamıştır. Marmara Denizi gibi bir iç denizimizde bugüne kadar, 900 metreden örnek alabilmek için Japon, Fransız ya da İtalyan gemileri kullanıldı.
Deniz diplerinin altındaki doğal gaz ve petrol rezervlerimize yönelik potansiyelimizi bilmiyoruz. Bu iş için  gereken sismik sörveylerin sadece yüzde 1’ini tamamlayabildik.
Türkiye’de 1983 yılından sonra açılan su ürünleri fakülteleri 20 civarındadır. Ayrıca yine sayıları 20’yi bulan iki yıllık yüksek okullar vardır. Ancak öğretim üyelerinin yetersiz olduğu bu okulların, çoğunun araştırma gemisi olmadığı gibi, laboratuvarları bile yoktur. Lütfen biraz ciddiyet. Türkiye son 90 yılın en cahil dönemini yaşıyor olabilir, ancak bilim insanlarımızın bu dönemdeki savrulmaları anlaşılır gibi değil.






4 Ocak 2015 Pazar

Rusya’nın Yeni Askeri Doktrini


Description: IMG_0131 


Mavi Vatan

Amiral Cem Gürdeniz
Rusya’nın Yeni Askeri Doktrini
Berlin Duvarı 1989 Kasım’ında yıkıldığında Avrupa Atlantik yapı kesin zaferini ilan etmiş ve Sovyetler Birliğinden son 40 yılın intikamını emin adımlarla almaya başlamıştı. Sovyetler Birliğinin kurucusu ve ardılı Rusya Federasyonu, Yeltsin döneminde o kadar zayıf duruma düşürülmüştü ki, ülke dağılmanın eşiğinde, silahlı kuvvetlerde firar, rüşvet, yolsuzluk önlenemez duruma gelmişti. Ulusal gelir yarı yarıya düşmüş, merkezi hükümet bütçe yapamaz haldeydi. 1993 baharında Pasifik Donanması Komutanı, resmen iflas ettiklerini, maaşları bile ödeyemez duruma geldiklerini beyan etmişti.
NATO Rusya’yı Kuşatırken. Rusya 2000 yılında iktidara gelen Putin tarafından toparlandı. Bu arada NATO birinci dalga genişlemesini tamamlamış ve Rusya’yı da barış için ortaklık projesine paralel, NATO Rusya Konseyi oluşumu ile yanına çekmeye çalışmıştı. Genişleme dalgalar halinde devam etti. Verdikleri en büyük güvence Rusya’nın yakın çevresinin NATO üyeliğine davet edilmeyeceği ve Rusya sınırlarında NATO tatbikatı yapılmayacağı yönündeydi. Bu sözler tutulmadı. Ukrayna ve Gürcistan hariç Rusya’nın batı sınırındaki tüm ülkeler NATO üyesi yapıldı. Rusya’nın Baltık’taki Kaliningrad Oblast’ı, NATO üyesi ülkeleri arasında tek başına anavatanla irtibatı kesilmiş bir ‘anklav’ durumuna düşürüldü.
Nükleer Silahları İlk Kullanacak Taraf. Rusya düşürüldüğü bu jeopolitik kuşatmaya, 2008 Ağustosunda Güney Osetya, 2014 Martında Kırım manevraları ile cevap verdi. Ayrıca Çin ile 1960’lı yıllardan sonra bozulan ilişkilerini, 21nci yüzyıl jeopolitiğini alt üst edecek bir işbirliği ve dayanışmaya çevirdi. Jeopolitik meydan okumanın gereği Çin ile birlikte sadece ŞİÖ’nün kurucu üyesi olmadı, okyanuslarda ve denizlerde donanmasının harekat temposu ve çapını da artırdı.  Rusya bu süreçte askeri stratejisinin temelinde nükleer gücü konumlandırdı. Özellikle konvansiyonel kuvvetler alanında modernizasyon ve idame zorlukları nedeni ile Rusya’nın nükleer silahlara başvurma olasılığı, bugün için Soğuk Savaş döneminden daha yüksek görünmektedir. Bu konuda, 2010 yılında askeri doktrinlerinden “nükleer silahları ilk kullanan olmama” prensibini çıkarmış olmaları en ciddi göstergelerden birisidir. Şüphesiz bu durum,  8 Ağustos 2008 tarihindeki Gürcistan, 18 Mart 2014 Kırım  müdahalelerinde önemli rol oynadı. Diğer taraftan sahip olduğu, balistik füze nükleer denizaltıları (SSBN) ile sağlanan nükleer caydırıcılık, Rusya Federasyonu’na küresel bir güç olma yeteneğini kazandıran en önemli unsur olmaya devam etmektedir.
Yeni Doktrin. Rusya, geçen hafta yeni askeri doktrinini açıkladı. Bu doktrin 2000 sonrası Putin döneminin üçüncü sürüm dokümanını oluşturuyor. Kırım müdahalesi sonrasında, Rusya çevresinde NATO’nun askeri yığınaklanma yapmasına rağmen Putin, askeri doktrinlerinin savunmaya yönelik olacağını, ancak güvenliklerini ısrarla ve  dikkatle sağlayacaklarını  vurguladı. Doktrine göre Rusya için birinci tehdit NATO. Yeni doktrinde Rusya’nın deniz, kara ve hava nükleer caydırıcı yeteneklerinin geliştirileceği belirtiliyor. Aynı zamanda  uzun menzilli  konvansiyonel gezginci (cruise) füze yetenekleri ile diğer  hassas güdümlü mermi sistemlerinin geliştirileceği ve stratejik caydırıcılığın bir parçası olarak kullanılacağı doktrinde ilk kez yer alıyor. Bunu destekleyecek emareler, Kaliningrad Oblast’ta 550 km menzilli, karadan karaya çok hassas hedefleme özelliği olan İskender füzelerinin, bir tatbikat görüntüsü ile yerleştirilmesi ile geçtiğimiz aylarda yaşandı. Bu füzeler hem konvansiyonel, hem de nükleer başlık taşıyabiliyor.
Savaş Gemileri En Büyük Güvence. Sadece nükleer değil, bir konvansiyonel saldırı anında da nükleer silahları ilk kullanan taraf olacakları prensibi, yeni doktrinde de korunmuş durumda. Rusya, 2015 yılında stratejik nükleer kuvvetlerine 50 yeni füze ekleyecek. Bunların 38 adedi kıtalararası nükleer füze ve içlerinden 22 adedi denizaltılardan atılacak. Doktrinin açıklandığı günlerde Rusya, Borey sınıfı ikinci nükleer balistik füze  denizaltısını da (SSBN) hizmete soktu. Yapılan törende Başkan Yardımcısı Rogozin, “bu gemi gibi savaş gemileri,  güvenliğimiz, özgürlüğümüz ve yenilmezliğimizin  en büyük garantörüdür” dedi. Diğer yandan, stratejik hava gücünün bombardıman uçakları modernize edilirken, ayrıca Kuzey Buz Denizinde (Arktik Okyanusu) en azından dört yeni üs yapılacak. Doktrinde Arktik Okyanusuna yer verilmesi bu denizin gelecekte ciddi rekabet alanına dönüşeceğinin de bir işareti oluyor.
Jeopolitik Kazanımlar Bedel Gerektirir. Günümüzde jeopolitik kazanımları en açık ve hızlı sağlayan devletin Rusya olduğunu söyleyebiliriz. Kırım, Abhazya ve Güney Osetya’nın son 6 yılda Rus topraklarına ya da etki alanına dahil edilmesi bunun en iyi örnekleridir. Jeopolitik kazançlar yüzyıllar içindir. Karşılığında uygulanan ekonomik ambargolar ya da sıkıntılar geçicidir. Kıbrıs Barış Harekatı sonrası Türkiye’ye de ağır ambargolar uygulandı ancak Kuzey Kıbrıs’ta coğrafya hala değişmedi. Rusya petrol fiyatlarının düşmesi nedeniyle 90’lı yıllarda olduğu gibi ekonomik bir kriz ile karşı karşıya kalmasına rağmen, silahlanma programlarında ciddi bir kısıtlamaya gitmiyor. Aksine gerek ambargoların yoğunlaştığı, gerekse Fransa’ya ısmarlanan iki doklu çıkarma gemisinin (LPD) teslim edilmesinden vaz geçilerek, batının açık düşmanlığına maruz kalındığı bir dönemde, hem NATO’yu bir numaralı tehdit gösteren askeri doktrinini açıklıyor, hem de yeni bir nükleer denizaltıyı (SSBN) hizmete sokuyor. Bugün için Rus Devlet Başkanı yaşanan ekonomik sıkıntılara rağmen, popüler değerini kaybetmiş değil. Aksine Rusya’yı bölen değil, birleştiren ve güçlendiren bir başkan olarak tarihe geçiyor. Kırımın geri alınması onu milyonlarca Rus’un gözünde Büyük Petro ile aynı statüye taşıyor. Batının kışkırtmaları olmasaydı bugün Rusya, Kırım’da kiracı statüsüne devam ediyor olacaktı. NATO, Rusya çevresinde tehditlerini ve kışkırtmalarını artırdıkça, Rusya da askeri her alanda faaliyetlerini artırıyor. Bu geçmişte de aynıydı. Ukrayna, AB ve ABD tarafından karıştırılmasa, Rusya Kırım’a müdahale eder miydi? Etmezdi. Rusya ile Avrupa arasındaki Modus Vivendi, Avrupa ve ABD tarafından bozulmuştur. Rusya’nın Çin ile çok kutuplu yeni dünya düzeninde sağlayacağı dengeleme, yeni maceraları engelleyecektir.