26 Mayıs 2019 Pazar

Küresel Düzen Değişimi ve Büyük Savaş Tehdidi

Description: IMG_0131 




Küresel Düzen Değişimi ve Büyük Savaş Tehdidi
Küresel çaplı düzen değişiklikleri 17. Yüzyıldaki Westphalia’dan bu yana daima büyük savaşlar sonunda ve denizdeki güç dengesinin bozulması ile oldu. 21’inci yüzyılda küresel liderliğin Avrupa-Atlantik sistemden Asya-Pasifik düzene geçme sürecinde dünya, büyük bir savaşı bekliyor. Bunu hegemonyanın el değiştirme süreci teorileri ile izah etmeye çalışanlar geçmiş dönem tarihsel örneklemelerini kullanıyorlar.
Büyük Savaş Çıkma Olasılığı Düşük. Bu savaşın çıkma olasılığının düşük olduğunu değerlendiriyorum. Bunun nedeni son büyük savaşın nasıl noktalandığında saklıdır. ABD, Japonya’ya karşı nükleer silah  kullanmasa bu savaş mümkün denebilirdi. Bugün hem yükselen güç (Çin), hem düşen güç (ABD) nükleer silahlara sahip. Ayrıca Rusya ekonomik boyutta olmasa bile askeri boyutta düşen güç karşısında en önemli nükleer rakip olma özelliğini koruyor. Bugün dünya, doğayı defalarca yok edecek yıkım ve radyoaktif felaket, yani nükleer tehlike ile karşı karşıyadır. Çeşitli nedenlerle nükleer güçlerin başlatacakları bir savaşın nükleer silahların kullanılma aşamasına gelmeyeceğini garanti etmek imkansızdır. Böyle bir durumda kazananı olmayan ve zaten endüstriyel kirlenme nedeni ile can çekişen doğanın insanoğlunun sağlıklı yaşamına izin vermeyecek büyük boyutta ve on yıllarca sürecek radyoaktif kirlenmeye maruz kalacağı açıktır. Bu sebepledir ki 1946-1989 arasında yaşanan soğuk savaşta ABD ve SSCB nükleer silahların yarattığı karşılıklı garantilenmiş yıkıma (MAD) bağlı dehşet dengesi (balance of terror) içinde topyekun savaşa gitmediler.
ABD liderliği düşüşte. Çeşitli nedenleri var. Büyük güçler ancak yeterli kaynak ve ekonomik üstünlükle hakimiyet sağlayabilir. ABD bugün her iki alanda da Çin’in zorlaması ile karşı karşıya. Unutulmamalıdır ki aşırı askeri harcamalar tüm büyük güçlerin çöküşünde en büyük rolü oynadı. ABD’nin özellikle 11 Eylül sonrası  askeri ve finansal kaynaklarını jeopolitik hırs ve askeri maceralar peşinde kullanması söz konusu gerilemeyi hızlandırdı. Her kıtada ve neredeyse 70 ülkede 800  askeri üs varlığı ile artan askeri harcamaları ABD’ye neticede somut başarı getiremedi. ABD, 1999-2019 yılları arasında savunmaya kabaca 12 trilyon dolar harcadı. Alt yapının tamamen yok edildiği, milyonların öldüğü Afganistan, Irak, Libya, Yemen ve Suriye’de işgal ve rejim değişikliklerine rağmen istikrar sağlanamadı. ABD gücünün özellikle soğuk savaş sonrası yeni dönemde Ortadoğu coğrafyasında İsrail’in güvenliği ve geleceği için kullanılmasının yarattığı külfeti de bu sürece eklemek gerekir.  ABD vergi mükelleflerinin bu külfete ne  kadar daha tahammül edeceği ayrı bir sorudur. Bugün ABD, İsrail faktörü olmasa İran’a bu kadar kaynak ayırır mıydı?
El Değiştirme Sancılı Olacak. Diğer yandan düşen güç ABD, liderliğin el değiştirmesini geciktirecek her türlü önlemi alıyor ve alacaktır. Stratejist Hüseyin Vodinalı’nın ifadesi ile küresel basınç artıyor. (https://www.aydinlik.com.tr/kuresel-basinc-artiyor-huseyin-vodinali-kose-yazilari-mayis-2019) Peki bu basınç büyük nükleer bir dünya savaşını tetikler mi? Hayır. Ne dünya, ne doğa böyle bir savaşı kaldıramaz. Ayrıca Vietnam Savaşı sonrası 1973 yılından bu yana çok değerlenen Amerikan kanının bir anda ve büyük miktarda akmasına Amerikan kamuoyunun hazır olmadığı da bir gerçektir. Bu nedenle oluşan basınç, ekonomik yaptırımlar, ambargolar,  ticaret savaşları, vekalet savaşları, terör odaklı cezalandırma operasyonları, darbeler, turuncu devrimler, asimetrik konvansiyonel güç kullanımları, mevcut ittifak ve dostluk yapılarını bozmaya yönelik her türlü kumpas ve tertiplerle azaltılacaktır.  Bu sürece aslında Düşük Yoğunluklu Üçüncü Dünya Savaşı da denebilir. Bu faaliyetlerin sonucunda toplam fayda bilançosu 21’inci yüzyılın gelecek döneminde düşen gücün uygulanacak stratejilerini belirleyecektir. Bu süreçte vekalet savaşları ve doğrudan Amerikan veya Avrupalı (bu gruba Kanada, Japonya, Avustralya ve Yeni Zelanda da eklenebilir) kanının işgal odaklı kara savaşlarında kullanılmasını asgaride tutacak yöntemler öne çıkacaktır. Teknolojik nimetler, başta insansız hava araçları ile balistik ve gezginci füzeler çokça kullanılacaktır.  Bu kullanım Amerikan askeri endüstriyel yapısının da kontrol edilemez iştahını tatmin edecektir. Şüphe yok ki, ABD’deki bu yapının ve neo-conların İkinci Dünya Savaşında olduğu gibi ‘’GI Joe’’ kanının dökülmesinden asla rahatsızlık duymayacağını söyleyebiliriz. Ancak ABD’deki seçim sistemi ve her şeye rağmen kamuoyunda az da olsa akil bir muhalefetin yer alması bu sonucu engelliyor. (İlgi duyanların 2003 Irak müdahalesinin mimarı Dick Cheney’in Vice isimli Holywood filmini izlemesini öneririm)
Hegemonya Kendi Kanını Akıtır mı? Neticede hegemonyanın kendi askeri ile bedel ödemeye hazır olup olmadığı gerçeği ile karşı karşıyayız. Yani kendi kanını dökmeden vekalet savaşları üzerinden ABD’nin jeopolitik hedeflere  erişmesi artık çok zor. Bunu en iyi görenlerden biri Çin. 4 Ocak 2018 tarihinde Çin Devlet Başkanı Xi Jingpin yaptığı bir konuşmada ‘’silahlı kuvvetlerin harbe hazır olmasını ve askerlerin ölümden korkmamaları gerektiğini’’  söylemişti. Diğer taraftan, teknolojik gelişmeler artık ileri teknoloji silahların tekelini de düşen güç ABD’nin elinden aldı. Dünya üzerinde füzeler, toplar, roketler ve güdümlü mermilerin yayılması inanılmaz boyutlarda arttı. Bu durum, ulus devletlerin, batının kontrolü dışında silahlanmasını hızlandırdı. Artık dünya üzerinde pek çok ülkenin stratejik ve taktik sürpriz yaratabilecek uçakları, denizaltıları, modern torpidoları, mayınları, gemiye karşı güdümlü mermi sistemleri ve SAM füzeleri var. Amerikalı stratejist Andrew Krepinevich şunları söylüyor: “ABD, Afganistan ve Irak’ta hükümetleri kolay devirdi, ancak uzun soluklu istikrar operasyonlarını başaramadı. Bunlar hem çok masraflı oldu, hem de sonuçsuz kaldı… Artık yabancı bir ülke işgali çok daha zor. Bunun temel nedeni dünya üzerinde füzeler, toplar, havan topları ve güdümlü mermilerin yayılmasıdır.”
İran’da Tetiği Çekmek. Sonuç olarak bulunduğumuz bölgeye dönersek, Pompeo ve Bolton başta olmak üzere ABD halkının çıkarları yerine askeri endüstri, finans dünyası ve enerji devleri ile İsrail’in bölgesel çıkarlarını koruyan ciddi savaş yanlısı baskı gruplarına rağmen ABD’nin İran gibi bir ülkeyi doğrudan karşısına alması ve tetiği çekmesi son derece büyük riskleri içeriyor. Şartlar çok zor. 22 Eylül 1980 günü Irak’ın sürpriz saldırısı ile başlayan ve 8 yıl süren İran - Irak Savaşında 1 Milyona yakın İranlı hayatını kaybetti. Unutmayalım bu savaşta Irak’ın arkasında başta ABD olmak üzere batılı devletler vardı. Savaşın özü demir ve kandır. İran da bugün her ikisi de var. Ama en önemlisi İran halkı, Türkler, Ruslar ve Çinliler gibi vatanları için ölmesini biliyor. Bu karmaşık tabloda devletimiz her türlü kurum ve kuruluşu ile sürekli kriz ve çatışma riski yaşanacak on yıllara hazır olmalıdır. Zira bu coğrafya hegemonyanın el değiştirme sürecinin en kritik kanat alanı olacaktır.




























23 Mayıs 2019 Perşembe

Denizcileşmenin ideolojisi olarak Kemalizm.

Description: IMG_0131
Denizcileşmenin ideolojisi olarak Kemalizm.
Atatürk 1900 başında henüz Harbiye’de öğrenci iken sınıf arkadaşı Ali Fuat (Cebesoy)’a bir dal parçası ile toprak üzerine bugünkü Türkiye haritasını çizmişti.  Erzurum kongresinin bittiği 8 Temmuz 1919 gecesi de sabaha karşı dava arkadaşı ve Heyet-i Temsiliye üyesi Mazhar Müfit (Kansu)’yu yanına çağırarak zaferden sonra hükümet şeklinin Cumhuriyet olacağını söylemişti. Kuracağı devletin sınırlarını 19 yaşında; yönetim şeklini 38 yaşında, ortada kurtulmuş bir vatan yokken dahi söyleyebilen bir liderdi.
Hedef Akdeniz. 1 Eylül 1922 sabahı tarih sahnesine coşku ile çıkan Türk ordularına yeryüzünü titreten emrini veriyordu: ‘’Ordular ilk Hedefiniz Akdeniz’dir.’’ Bu, Anadolu’nun, denizlerle buluşmasına yönelik bir jeopolitik direktif;  Anadolu’nun Akdeniz ve okyanuslarla olan bağlarını koparan son 11 yıla ve Sevr zincirine bir başkaldırıştı. İkinci Adam İnönü’ye göre Gazi, bu emir ile meydan muharebesinin sonucunu ifade eden hedefi değil, Akdeniz siyasetinde ve uygarlığında Türk milletinin layık olduğu yüksek mevki hedefini göstermişti. Bu emir aynı zamanda kapitülasyonlara bir başkaldırı, kabotaj hakkını sahiplenmenin de bir manifestosuydu.
Denizci Türkiye Ülküsü. Vefatından tam bir yıl önce TBMM 5. Dönem açılışında 1 Kasım 1937’de denizcileşme direktifini aşağıdaki konuşma ile veriyordu: ‘’Denizcilik sadece ulaştırma işi değil, iktisadi iş olarak anlaşılacak ve tersaneler, gemiler, limanlar ve iskeleler inşa edilecek, deniz sporları kulüpleri kurulacak ve korunup geliştirilecektir. Çünkü, topraklarının üç bir yanı  deniz olan bir ulusun sınırını, halkının kudret ve yeteneğinin hududu çizer. En uygun coğrafi konumda ve üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye; endüstrisi, ticareti ve sporu ile en ileri bir denizci ulus yetiştirmek yeteneğindedir. Bu yetenekten yararlanmasını bilmeliyiz. Denizciliği Türk'ün büyük ulusal  ülküsü olarak düşünmeli ve onu az zamanda başarmalıyız....."     

Deniz, Bağımsızlık ve Özgürlük. Aslında deniz bağımsızlık ve özgürlük ideolojisinin temel kaynağıydı. Göçebe Türklerin Orta Asya’dan başlayan yolculuklarında vardığı Anadolu, Akdeniz’e kısrak başı gibi uzanan son sınırdı. Bu sınırı zorlamak gerekirdi. Karada yaşayan yerleşikler alışılmışı tercih ediyor ve ona ihtiyaç duyuyordu. Çoğunluk tarımla uğraştığından doğaya bağımlıydılar. Yağmurun yağmasını, rüzgârların düzenli esmesi önemliydi. O nedenle yeniliklere kapalı ve tutucu oluyorlardı. Yeniliklere, değişime, yabancılara ve risk almaya kapalıydılar. Deniz ise tehlikeden, yenilikten, cesaretten yanaydı. Pragmatizmi, liyakati, girişimciliği ve dünyaya açılmayı gerektiriyordu. Devrimci ve girişimci ruhun kaynağı olarak deniz, tarih boyunca devam eden yaşam diyalektiğinin de sınırıydı. Bu diyalektik deniz ile kara, denizci ile köylü arasındaki ayrımdan kaynaklıydı. Türkler denizcileşmeliydi. Denizcileşme Kemalizm’in varacağı en önemli nihai varış limanlarından birisiydi.
Önce Cumhuriyet. Ama başlangıçta bu çok uzak bir hayaldi. Önce Cumhuriyet kurulmalı, sonra o temel üzerine laik, üniter bir ulus devlet inşa edilmeli ve bu devlet devrimlerle şekillendirilmeliydi. Esas olan cumhuriyetti. Önce cumhuriyet güçlendirilmeliydi. Devrimler ve son aşamada demokrasi onun üzerinde ilerleyebilsin. Cumhuriyetin ve onun temeli olan vatan ortadan kalktığı bir ortamda demokrasiden zaten bahsedilemezdi. Mustafa kemal hayallerini tek tek gerçekleştirdi. Denizle buluşan Anadolu coğrafyasını 11’inci yüzyıldan sonra anayurt seçerek bu coğrafyadan imparatorluk geliştiren, ancak dostu denize sırtını çevirdiğinde yok olma aşamasına gelerek 9 yüzyıl sonra ilk kez işgale uğrayan Türklerin anavatanını kurtaran Mustafa Kemal, kurtuluşu tamamladıktan sonra önce saltanatı kaldırdı. Tam bir yıl sonra da Cumhuriyeti ilan etti.  Avrupa’nın 700 yılda yaptığını böylece büyük taarruzdan bir yıl sonra yaptı. Böylece 1500 yıllık tarım ve din toplumunu yönetme hakkını hanedan soyundan halka verdi. Daha sonra 15 yıla sığdırılan kuruluşun büyük devrimleri ile ortaçağ aşamasındaki ümmet toplumunu, 20. Yüzyılın modern ulusuna dönüştürmeyi başardı.
Cumhuriyet ve Kemalizm. Bu kazanımların temeli cumhuriyet; Devrimlerin enerjisi de Kemalizm idi. Evet Kemalizm bir ideoloji idi. Sürekli devrimlerin ideolojisi. Bu kısacık süreçte başarılanları temsil eden Kemalizm,  toplumsal hiçbir sınıfa tek başına dayanmıyordu. Arkasında ne liberalizmin tüccar, sanayici burjuva sınıfı; ne sosyalizmin işçileri vardı. Çünkü bu sınıflar başlangıçta ya yoktu ya da yeteri kadar gelişmemişti. Evet bir devrim yaşanmıştı. Ancak ülkenin nesnel şartları gereği devrimin niteliği sınıfsal değil, ulusaldı. Bu nedenle cumhuriyet devriminin genel karakteri modern bir ulus devletin inşasıydı. İşte Kemalizm bu sürecin ideolojisiydi. Maalesef dünya tarihinin en büyük ve görkemli ulusal demokratik devriminin ideolojisi özellikle 12 Mart 1971 askeri müdahalesi sonrasında unutturuldu. Diğer izm’lerle benzeşmemesi için bu görkemli kavram ve kelime yerine Atatürkçülük kullanıldı. Liberal ve sosyalist İdeolojilerden farklı olarak Kemalizm’in onlar  gibi geniş bir siyasi ve iktisadi külliyata sahip olmaması  (36 sayı çıkan Kadro Dergisi de bu açığı kapayamadı); teoriden pratiğe değil; doğrudan koşulların dayattığı  bir pragmatizm ve pratik olması, Türk aydınlarını kalıpların dışına çıkaramadı ve onlar da yüksek komutanlığın Kemalizm’i unutturmasına zımni onay verdiler. Kemalizm üç ayak üzerinde yükseldi: Bunlar bağımsızlık, laiklik ve kamuculuk idi. Türkiye Cumhuriyetini kuran siyasi parti olarak 9 Eylül 1923’de kurulan CHP, parti ideolojisinin temeli olarak 1927'de Cumhuriyetçilik, Halkçılık, Milliyetçilik ve Laiklik olarak tanımlanan dört ilkeyi, 1931 yılında da Devletçilik ve Devrimcilik ilkelerini Altı Ok sembolü ile parti programına ekledi.  Böylece Kemalist ideolojinin Fransız ve Sovyet devrimlerinden etkilenen altı prensibi ortaya çıkmış oluyordu.
Mucize Reçete: Kemalist Cumhuriyet. Aslında bu mucize bir reçete idi. Gerçekte bugün Çin mucizesine baktığımızda bile altı ok prensiplerinin her birini görmüyor muyuz? Siyaset Bilimci, Profesör Sadun Aren zamanında şöyle demişti:  ‘’Esas olan yoldur, molalar yola dahildir.’’ Planlamacı Profesör Bilsay Kuruç da Türklerin uzun yürüyüşünün 19 Mayıs 1919’da başladığını söyler. Bu yürüyüş bitmeyecek bir yürüyüştür. Bu yürüyüş devam ediyor. Molalar olsa da durmayacak bir yürüyüştür bu. Varacağı liman denizci Türkiye limanıdır. Türkiye’nin bu amaca erişim için şu an ihtiyacı olan cumhuriyeti güçlendirmektir. Cumhuriyetin kurumsallaşmasını korumak ve geliştirmek esastır. Halen pek çok Atatürkçünün neo liberal çağın moda kavramı ‘’Ben Sosyal Demokratım’’ söylemi uzun yürüyüşün asıl mayası olan ve temelde yurt sevgisinden gücünü alan Cumhuriyet ve Kemalizm ikilisinin birlikteliğini kıramaz. Bu birliktelik Türkiye’yi 21’inci yüzyılda daha bağımsız ve daha güçlü kılacak, ve Atatürk’ün hayali olan denizcileşmeyi hızlandıracaktır. Türkiye gemisi, uzun yürüyüşünde Anadolu’yu Mavi Vatan ile buluşturacak  Kemalist Cumhuriyetçi rotadan şaşmamalıdır.







14 Mayıs 2019 Salı

Doğu Akdeniz’de Mavi Vatanın Dibine Dikilen Bayrak

Description: IMG_0131 
Doğu Akdeniz’de Mavi Vatanın Dibine Dikilen Bayrak
TPAO sondaj platformu Fatih için 3 Mayıs 2019 günü yayınlanan NAVTEX (Denizcilere İlan), tarihi bir dönüm noktasıdır. Bu ilan Türk siyasi ve denizcilik tarihinde yerini almıştır. 3 Mayıs - 3 Eylül 2019 tarihleri arasında Türk kıta sahanlığı içinde Kıbrıs Adası Batısında Fatih Sondaj gemimizin fiili alan çalışması yapacağı dünyaya ilan edilmiş, kısa süre sonra gemi Baf batısı 45 mildeki mevkiine ilerlemiş ve çalışmalara başlamıştır. Hatırlanacağı üzere söz konusu bölgede geçtiğimiz dönemlerde Barbaros sismik araştırma gemimiz ile delme ve sondaj faaliyetlerine yönelik 3 boyutlu sismik taramalar yapılmıştı. Daha sonra Fatih, Alanya açıklarında eğitim delmeleri ile hazırlıklarını tamamlamış ve en nihayet gerçek operasyon başlatılmıştır. Böylece arkasına AB, ABD ve İsrail ile Mısır’ı alan Güney Kıbrıs ve Yunanistan ikilisinin emrivakilerine fiili alan çalışması ile cevap verilmiş, tartışmalı alandaki mavi vatanın dibine ilk delme gerçekleştirilerek bir nevi bayrak dikilmiştir.
GKRY Büyük Panik İçinde. Bu hamle öyle bir etki yaratmıştır ki Güney Kıbrıs basını Fatih’in bu faaliyetini, 1974 Temmuz’undaki  Barış Harekatı ve 1983 Kasım’ındaki KKTC ilanından sonra Güney Kıbrıs’a yönelik en büyük saldırı olarak nitelemiştir.  Diğer yandan Kıbrıslı Rumların yanında olan AB, ABD, Yunanistan ve Mısır’ın bu haklı hamlemize basın açıklamaları yoluyla verdikleri tepkilere Dışişleri Bakanlığının değişik zamanlarda verdiği cevabi notalar son derece etkili ve doyurucudur.  İçerde inanılmaz çalkantılı ve sancılı bir seçim süreci yaşayan Türkiye’nin böylesine önemli bir dış politika sorununda sağlam duramayacağını ve Fatih gemisini geri çekeceğini düşünenlere Deniz Kuvvetleri, Enerji ve Tabi Kaynaklar Bakanlığı  ile Dışişleri Bakanlığının işbirliği üzerinden en güzel cevap verilmiştir. Keşke bu süreç, içerde bölünme olmadan yaşanabilse; Türkiye 21’inci yüzyılın en ciddi jeopolitik sorun alanını paydaşların yoğun çabaları ile kendi çıkarları doğrultusunda çözmeye çalışırken enerjisini içerde heba etmese. Keşke muhalefet ve iktidar bu kadar önemli ve tarihi bir safhada en azından Doğu Akdeniz’deki son derece hayati ve çatışma riski yüksek bir sorun alanında tek ses tek yumruk olabilseydi. Ancak tüm olumsuzluklara karşın elde edilen sonuç büyük bir başarıdır. Türkiye’nin devlet geleneği bu krizi en iyi şekilde yönetmeye yönelik tecrübe birikimini, gereken yer ve zamanda ortaya çıkarmaya devam edecektir. Etmelidir.
Birleşik Kıbrıs ile Sorun Çözülemez. Güney Kıbrıs Rumları Kuzey Kıbrıs’ı tanımamaya devam ettiği sürece, Türkiye, Güney Kıbrıs’ı tanımayacaktır. Böylece, temeli deniz alan sınırlandırması (delimitation)  sorunu olan Doğu Akdeniz sorunu, karşılıklı tanıma ve masaya oturma anı gelene kadar devam edecektir. Bu durum, sorunu içinden çıkılamaz boyutta kronikleştirecektir. Halbuki, 1976 yılında kıta sahanlığı krizi nedeni ile Ege’de savaşın eşiğine geldiğimiz Yunanistan, Türkiye ile Bern’de masaya oturmuş ve kıta sahanlığı sınırlandırmasının yapılamayacağı ortaya çıkınca, kısa sürede iki ülke Ege açık deniz alanlarında sismik araştırma yapmayacakları konusunda 12 Mart 1976 tarihli mutabakat muhtırasını imzalamışlardı. Bu kördüğümü çözmenin en uygun yöntemi Kıbrıs’ta iki ayrı devletin ilanıdır.
Şımarık Rumlar ve Ortakları. Doğu Akdeniz’de karşımızda siyasi ahlak ve diplomatik nezaket yoksunu, güvenilirliği yok denecek kadar az, fırsatçı ve şımarık bir Rum devletçiği vardır. Türkiye’nin aynı masada oturmayı reddettiği ve tanımadığı Güney Kıbrıs, adeta deniz haydutluğu yaparak akla, hukuka ve tarihsel gerçeklere tamamen aykırı bir şekilde kendi MEB sınırlarını 2004 yılında ilan etmiştir. Hızını alamamış, hükümetin Annan Planını desteklemiş olmasından da güç alarak sözde MEB içinde  ilan ettiği 13 alanda 2007 yılında lisans vererek dev enerji şirketlerini yanına almıştır. Yangından mal kaçırırcasına haydut devletin sahasına rıza gösteren ve adeta Türkiye karşıtı bloklaşmalara neden olan bu şirketler ve arkasındaki büyük devletler arsızca bu hırsızlığa ortak olmuşlardır. Oynanan tiyatroda en çok duyulan da  Türkiye’nin uluslararası hukuka saygıya davet edilmesi  olmuştur. (ABD’nin Irak, Libya ve Suriye’ye demokrasi götürüyoruz demesi gibi bir şey....) Bu karmaşık durum aslında Birleşik Kıbrıs ya da çözüm süreci denen federalist çözüm sürecini de imkansız hale getirmiştir. Zaten bu hedefin ne denli imkansız olduğu son 45 yılda ortaya çıkmıştır. Kıbrıs’ta iki bağımsız devletin kurulması ve Kıbrıs Cumhuriyetinin 1959-1960 kuruluş anlaşmalarının ortadan kalkması deniz alanlarında yaşanan ve her geçen gün beraberinde tırmanma riski taşıyan deniz yetki alanları sorununa da nefes aldırabilecektir.
Yunanistan da Suça Ortaktır. Bu süreçte Yunanistan Güney Kıbrıs’ı dizginleyip onun Türkiye’yi karşısına alan cahil cesaretine dur diyeceğine aksine kışkırtarak kavgaya itmiştir. Ancak şüpheniz olmasın iş ciddi safhaya gelip Güney Kıbrıslı Rumlar Yunanistan’dan kendileri için fedakarlık yapmalarını isterse yanlarına gitmeyecektir. Bunu 1974 Sampson darbesinde de gördük, 1997 S-300 krizinde de. ABD’nin İran’a askeri harekat yapma tehditlerinin havada uçuştuğu, gerilimin her geçen gün tırmandığı bir konjonktürde, Güney Kıbrıs’ın ‘’bizi Türkiye’den koruyun ve Fatih’i sahadan çıkarttırın’’ talebine AB ülkelerinin ne cevap vereceğini bilmek için de kahin olmaya gerek yok. O nedenle Romanya Sibiu’da yapılan AB zirvesinde Merkel’in Türkiye’yi önleme sözü vermesinin içini doldurmak çok zordur. Alman Donanmasının tarihinin en kötü dönemini yaşadığı bir ortamda Merkel’in sözleri şark kurnazı Kıbrıslı Rumlara moral vermekten öte bir işe yaramayacaktır.
Tutuklama Tehdidi Diğer taraftan Rumlar Fatih gemisi personelini AB ülkelerine girdikleri takdirde tutuklamak ile tehdit etmişlerdir. Küstahlığın böylesi görülmemiştir. Devlet gemisi statüsünde olan bir gemi personelini tutuklamakla tehdit etmek, deniz haydutluğunun bir başka şeklidir. Bu tehdide boyun eğerek görevden affını isteyecek Türk personel olacağını sanmıyorum. Ancak gemide çalışan yabancı uyruklu personelin durumuna karşı TPAO ve MTA’nın alternatif insan kaynağı planlaması yapmasında fayda görüyorum. Bu ve benzeri tehditlere karşı Türkiye, derhal 8 Haziran 1995 tarihinde Ege’deki karasuları genişliği statüsünün  bozulmasına yönelik TBMM nin yayınladığı ve Hükümete yetki veren benzer bir kararı yayınlamalıdır. Bu kararın bir örneği şöyle olabilir: ‘’Doğu Akdeniz’de 18 Mart 2019 tarihinde BM’ye deklare edilen Türk kıta sahanlığı içinde Türkiye Cumhuriyeti adına icra edilen sismik araştırma ve sondaj/delme faaliyetlerine sahada veya dışında engel teşkil edecek eylemlere karşı önlem almak üzere Bakanlar Kuruluna her türlü yetki verilmiştir.’’ Böyle bir karar, Rumların 2007 yılında ilan ettiği 13 lisans sahasından bizim kıta sahanlığımızı ihlal eden 1,4,5,6, ve 7 numaralı lisans alanlarında gelecekte icra edilecek faaliyetlere karşı da caydırma sağlayacaktır.
Mavi Vatan ve Misakı Milli. Özetle denizdeki Misakı Milli sınırlarımız artık bellidir. Fatih bu sınırlar içinde ilk kez delme işlemini gerçekleştirmiştir. Bu alanı savunmak, kullanmak ve gelecek nesillere devretmek yaşayan nesillerin görevidir. Hattı Müdafaa yoktur Sathı Müdafaa vardır ve bu satıh Akdeniz’deki Mavi Vatandır. Mavi Vatanı tehdit eden İkinci Sevr mutlaka yırtılıp çöpe atılacaktır.


1 Mayıs 2019 Çarşamba

İnebolu Ruhu ve Türk - Rus İşbirliği

Description: IMG_0131 




İnebolu Ruhu ve Türk - Rus İşbirliği
Kutsal Kurtuluş Savaşı başlangıcının 100. Yıldönümüne üç haftanın kaldığı 26 Nisan 2019 güneşi, İnebolu boylamından geçiş yaparken Karadeniz ufkunda tam tamına 99 yıl önce gerçekleşen tarihsel  bir başlangıcı aydınlatıyordu. Ölümsüz başkomutan Mustafa Kemal, Sovyetler Birliği kurucusu Vladimir Ilyich Lenin’e kurtuluş savaşı mücadelesi veren iki devlet arasına çekilmeye çalışan Kafkas seddini yıkmaya yönelik işbirliği ve destek mektubunu yazıyordu. Mustafa Kemal, Sevr imzalanmasından 6 ay önce 5 Şubat 1920 günü “Kafkas Seddi” üzerine şu açıklamaları yapıyordu: “Kafkas Seddi’nin yapılmasını Türkiye’nin kati mahvı projesi sayıp bu seddi İtilaf Devletleri’ne yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz.” Lenin’e mektup bu konuşmadan 80 gün sonra gidiyor, mektuptan 4 ay sonra, 24 Ağustos 1920 tarihinde yardım anlaşması imzalanıyordu. Özellikle I. İnönü savaşında elde edilen askeri başarıdan sonra artarak devam eden Sovyet lojistik desteği, Kurtuluş Savaşının kaderini belirleyen ana eksen oldu. 26 Nisan 1920 mektubu, bugünkü var oluşumuzun başlangıcını oluşturmaktadır. Sovyet devrimi ile Türk kurtuluş savaşı, tarihin o safhasında emperyalizmin boğmak istediği iki kader arkadaşı idi. Atatürk ve Lenin ya birlikte yok olacak, ya da birlikte savaşacaklardı. Birlikte savaştılar.
Demir ve Kan. Savaş, demir ve kanla yürütülür. Bu tunç yasadır. Kurtuluş savaşının demiri, yani cephanesi ve silahlarının pek çoğu Karadeniz üzerinden geldi. Atatürk ve Lenin dostluğu Türk-Sovyet jeopolitik işbirliği sonucunu doğurdu ve her iki devlet aynı anda yürüttükleri emperyalizm karşıtı savaşı başardılar. Bu başarının sağlanmasında öncü rol oynayanlar kimdi? Bunlar Karadeniz, denizciler, gemiler ve limanlardı.
Kimdi bu denizciler? 1919-1922 arasında bahriye mektebi mezunu 159 güverte, 68 makine ve bir inşaiye subayı ile beş denizci doktor Anadolu’ya kaçtı ve işgalcilerle işbirliği içindeki Osmanlı donanmasını terk ederek kuvvacılara katıldılar. Toplam 233 denizci kurtuluş savaşının kaderini değiştirdi. O dönem muvazzaf olan kabaca 1500 subay içinde, sadece 233 kişiydiler. Diğerlerinin çoğu Haliç’teki kıçtankara gemilerini ve İstanbul’daki sıcak yuvalarını terk etmedi. Bu subaylar milli mücadelenin Kuvayı milliye donanmasının ilk ateşini yaktılar. Karadeniz’de Rusya üzerinden deniz yolu ile temin edilecek lojistik desteğin ilk örgütlenmesini başlattılar. Tüm yokluk ve zorluklara rağmen büyük cesaret ve fedakârlık göstererek İstanbul’daki evini ve ailesini terk ederek kurtuluş savaşının deniz cephesine gözünü bile kırpmadan giden; Anadolu’ya geçen bir avuç fedai ruhlu kahraman deniz subayı ve  o dönemde silah altına çağrılan Karadeniz kıyılarının gözü pek, yüreği büyük, başı göklerde Türk balıkçısını ve gemicisini minnet ve takdirle anmamak mümkün müdür?
Hangi gemiler? 5 ton üzeri sadece 28 yaşlı gemiye sahiptiler. 5 ton altı kayık, taka gibi vasıtaların sayısı 300 civarında idi. Hepsinin toplam taşıma kapasitesinin takriben 7800 ton olmasına karşılık, Rusya’nın  Batum, Tuapse ve Novorosysky limanları üzerinden, İnebolu, Trabzon ve samsun limanlarına, ilk sevkiyat 1920 eylülünde başlamak üzere 1922 Ağustosuna kadar toplam 300,000 ton harp malzemesi taşıdılar. General Karabekir’in 15. Kolordusunun doğudaki Ermeni zaferi sonrası mevcut savaş malzemeleri de batı cephelerine taşınmak üzere doğu Karadeniz limanlarından deniz yolu ile İnebolu’ya getirildi.
Hangi limanlar? Kurtuluş savaşının cephanesi Trabzon, Samsun ve İnebolu üzerinden taşındı. Ancak Karadeniz limanları içinde İnebolu özel bir yere sahiptir. İki nedenle. Birincisi 300 bin tonun kabaca  % 60 ‘ı yani 180 bin tonu İnebolu’dan sevk edildi. İkincisi sevkiyat cephaneyi sadece limana getirmekle bitmedi. Karadaki varış noktalarına erişmesi gerekirdi. Önce Kastamonu oradan da Çankırı üzerinden  Ankara’ya ulaşan istiklal yolunu ve ona stratejik değer katan ‘’Kağnı Donanmasını’’ İnebolulular kurdu ve donattı. İnebolu demir ile kanı buluşturmuş, Mustafa Kemal’e 30 Ağustos 1922 sabahı ‘’ordular ilk hedefiniz Akdeniz’dir’’ komutunu verecek stratejik ortamın hazırlanmasında en büyük rolü oynamıştır. 9 Eylül sabahı İzmir’e giren Türk süvarilerine yolu açanlar Kuvayı milliye donanması, İnebolu’nun denk kayıkçıları ve Şerife Bacı’nın ruhunda kimliğini bulan istiklal yolunun kağnı donanmasıdır.
Jeopolitik Sürpriz. Karadeniz’in birleştiriciliği ile şekillenen Türk Sovyet dostluğu, jeopolitik sürpriz yaratmıştır. 18 Mart 1921 tarihli, Türk Sovyet dostluk antlaşması ile Sovyetlerin Sevr antlaşmasını reddetmesi ve misak-ı milli sınırlarımızı tanıması Türkiye’nin Avrasya yönelişinin kapısını 98 yıl önce aralamıştır. 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, Suriye krizi, Akdeniz’e açılması istenen Kürt koridorunun Rus jeopolitiğine etkileri, Türk -Çin yakınlaşması, Türk-İran işbirliği ve Türk-Rus ekonomik ilişkileri yepyeni bir Asya dönemini başlatmıştır. Bu dönem, her iki ülkedeki mevcut iktidarların siyasi bir seçiminin sonucu olmaktan ziyade, jeopolitik arenadaki ölüm kalım savaşının gerekli kıldığı iş birliğinin ve siyasi coğrafyanın bir sonucudur. Bugün Akdeniz’deki Atlantik seddine karşı İnebolu ruhunda karşılığını bulan Türk-Rus yakınlaşması, iki önemli Avrasya devletinin güvenlik ve çıkarlarının karşılıklı olarak gözetilmesi sonucunu doğurmalı ve 21’inci yüzyıl güvenlik ve dış politikalarının belirleyici ana eksenlerinden birisi olmalıdır.

(Mustafa Kemal’in Lenin’e yazdığı 26 Nisan 1920 tarihli mektubun 99. Yıldönümünü ‘’Denizdeki Kuvayı Milliye ve İnebolu’’ paneli ile İnebolu Türk Ocağında anan İstanbul Dolmabahçe ve Kastamonu Rotary Kulüplerini tebrik ediyorum.)