27 Şubat 2019 Çarşamba

ktidar, Muhalefet ve Jeopolitik Sorumluluk

Description: IMG_0131 




İktidar, Muhalefet ve Jeopolitik Sorumluluk
Siyasetin pek çok tarifi yapılmıştır. Siyaset Biliminin babası kabul edilen Aristo’ya göre siyaset, adil bir toplum yaratmaya yönelik ahlaki bir faaliyettir. İtalyan devlet adamı Makyavelli‘ye göre iktidara gelme ve iktidarı sürdürebilme sanatıdır. Diğer taraftan Plato nitelikli ve erdemli kişilerin siyasete atılma ve yönetme konusundaki isteksizliğinin en büyük cezasının bu kişilerden çok daha aşağıdakiler tarafından yönetilmesi olduğunu söylüyor.
Bu girişi neden yaptım? Okuyucularım hatırlayacak geçen hafta Jeopolitik Harakiri başlıklı yazımda Hükümetlerin gerek iç, gerek dış siyaset alanında verdikleri yanlış karar sonuçlarının, jeopolitik çığ etkisi yarattığını ve söz konusu sonuçların gelecek nesiller için katlanarak büyüyen bedellere mal olduğunu yazmıştım. Bu durumları yaratan temel neden, jeopolitik körlük ve  stratejik cehalettir. Yani bilgisizliktir. Bilgisi olmayanın öngörüsü olmaz.

Muhalefet Sorumluluğu. Bu gibi yanlış kararların alınmasında sadece iktidarları sorumlu tutmak da adil olmaz. Muhalefet de bu süreçte sorumluluk sahibidir. Jeopolitik sonuçlu alanlarda muhalefetin iktidarla aynı düşünmesi ve siyaset üstü bir tutumla iktidara tavsiyelerde bulunması gerekir. Eğer iktidar muhalefetin her türlü uyarısına rağmen jeopolitik hatada ya da jeopolitik körlükte  ısrar ediyorsa muhalefet (toplu istifa dahil) her türlü demokratik tedbiri almak zorundadır. Ayrıca iktidar sonraki dönemde özellikle jeopolitik cephede yapılan hataların sonuçlarına katlanmak durumundadır.  Ancak jepolitik sonuçları olan bir konuda muhalefet sadece iktidar eleştirisi ya da kör muhalefet yapmak için devlet çıkarları aleyhinde bir tutuma giriyorsa ve bu süreçte özellikle dış karşı cephe ile aynı vizyona sahip oluyorsa, bu da son derece yanlış ve tehlikeli bir durumdur.

Muhalefetin Doğu Akdeniz Bilinci.  Türkiye, 21’inci yüzyılda İkinci Sevr Vakası ile karşı karşıyadır. Bu kez hedef ana vatan değil mavi vatandır. Mavi Vatan, 21’inci yüzyılda  Türkiye’nin hem geleceği hem güvenliğidir. Sevr’in doğu Akdeniz’deki omurgası, FETÖ denen alçak organizasyonun iktidar, parlamento ve muhalefetin gözü önünde kurulan kumpas davalar üzerinden kızağa kondu. Silahlı Kuvvetlerdeki büyük çaplı Atatürkçü tasfiyesi 2008 sonrası devlet gücü ile devam ederken maalesef muhalefet de Doğu Akdeniz’deki Sevr zincirini oluşturacak bu ilk hamleyi anlamadı. Anlamak istemedi. Ordu darbecilerden temizlenmeli mantrası altında sessiz kalmayı tercih etti. 2012 sonrası konjonktürün değişmesi ve iktidarın FETÖ tehdidini stratejik seviyede algılaması sonucunda her ne kadar kumpas davalar sonuçlandıysa da, devletin her kademe ve her seviyede FETÖ ile mücadelesi yetersiz kaldı ve 15 Temmuz ihaneti geldi. Bu ihanetin temel ekseni Türkiye’nin her alanda Atlantik sistemle çatışan çıkarlarını başta Doğu Akdeniz olmak üzere Türkiye aleyhinde sonuçlandırmaktı. Bu süreç başarılı olsaydı bugün Güneyimizde bağımsız sözde Kürdistan kurulmuş; KKTC sona ermiş ve adadaki kolordumuz geri çekilmiş; Akdeniz’de Yunanistan ve Güney Kıbrıs’a 100 bin km kare deniz alanımız AB/D istekleri  paralelinde terk edilmiş; Montreux Boğazlar Sözleşmesi masaya yatırılmış; Ege’de Kardak benzeri ada, adacık ve kayalıklardaki tüm iddialarımızdan vaz geçilmiş ve Yunanistan’ın 12 mil kara suyu genişlemesine izin verilmiş ve böylece Türkiye, denizdeki Sevr’i, FETÖ işgali sonucu kabul etmiş olacaktı.

Tehdit Algı Bütünlüğü. Bugün FETÖ ile mücadele devam ediyor. Ancak Atlantik sistem baskısı altındaki Türkiye, gerek iktidar gerekse muhalefet ile bu mücadeleyi topyekun savaş aşamasına bir türlü geçiremiyor. Örneğin iktidar, taktik ve operatif seviyedeki FETÖ mücadelesini, stratejik siyasi cepheye taşıyamıyor. Muhalefet, bu savaşı zaten benimsemiyor. Her ikisinde de hem teori/pratik ve hem de strateji/taktik uyumsuzluğu var. İktidar ve muhalefetin ulusal güvenlik tehdit algılama bilinç ortaklığı ile jeopolitik farkındalığının sağlanması elzemdir. Tehdit algı ortaklığı olmadan devletin jeopolitik çıkarlarını savunmak, korumak ve geliştirmek mümkün olamaz. Bugün 21’nci yüzyılda oluşacak yeni dünya düzeni arifesinde maruz kaldığımız ve Başkan Trump’ın ‘’devastate (yok etme)’’ fiili ile tarif edilen Atlantik saldırısının asli cephesi Doğu Akdeniz’dir. Bu süreçte Atlantik sistemin her cephede devam eden saldırıları Rusya, İran ve Çin ile kurulacak dostluk köprüsü ve stratejik işbirliği ile dengelenir. İktidar ve muhalefetin bu yakıcı gerçekle yüzleşmesi ve son 70 yılın uyuşturucu bağımlılığından kurtulması gerekir. Gerek iktidar, gerekse muhalefet dolar tehdidi başta olmak üzere batıdan gelen tehditlere aynı şekilde cevap vermelidir. Bu kavgada salt iktidar düşmanlığı içinde devlet çıkarlarını göz ardı ederek muhalefet yapmak ve hatta FETÖ kaçaklarının takdirine maruz kalmak muhalefeti güçlendirmez. Sorun particilik boyutuna indirgenemez. Sorun vatanseverlik boyutunda ele alınmalıdır. İktidar ve onu destekleyen halk kitleleri de aynı şekilde gerek cumhuriyetin kurucu ideolojisi, gerekse Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşlarına karşı tutumla ikinci Sevr zincirini kıramaz. Yangın dolabını açma zamanı geldiğinde karşımıza Mustafa Kemal çıkacaktır.

Hatalar Zinciri. Türkiye, Belediye seçimleri öncesi çok kritik stratejik bir boğazdan geçmektedir. Hata yapılmamalıdır. Bu süreçte Dışişleri Bakanlığın 9 Şubat 2019 tarihinde yayınladığı Çin/Uygur açıklaması ne kadar hatalıysa, muhalefetin CHP’li bir vekil üzerinden verdiği 20 Şubat 2019 tarihli TPAO/BOTAŞ hakkındaki soru önergesinin içeriği de hatalıdır. Pek çok maddi hatanın bulunduğu önergede geçen ‘Erdemli açıklarında bir kova petrol bulamadık’’ ifadesi bile tek başına önergenin ciddiyetini ve güvenilirliğini baştan zedelemiştir. Önergede Doğu Akdeniz’de sondaj çalışmalarına dair yapılan eleştiriler, sondaj mantığıyla çelişmektedir. Doğu Akdeniz’deki Sevr zinciri sadece askeri faaliyetlerle kırılamaz. Türkiye, Akdeniz’deki varlığını her şekilde sürdürmelidir. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz arama çalışmaları jeopolitik gerekliliktir. Henüz bir rezerv bulunmadığı için çalışmaların sonlandırılması düşünülemez. Akdeniz’de İsrail’in Tamar ve Leviathan; Güney Kıbrıs’ın Afrodit; Mısır’ın Zohr ve Noor sahalarında örneklendiği üzere peşi sıra rezervler keşfediliyor. Mavi Vatan varlık gösterdiğimiz sürece bizimdir. Bu alanda sismik, hidrolojik ve biyolojik araştırmalar; balıkçılık ve tatbikatlar yapmamız seçenek değil zorunluluktur. Devletler sadece çıkarlarını korumaz, aynı zamanda çıkarlarını geliştirir. Pahalı da olsa sismik ve sondaj faaliyetleriyle sürekli varlık göstermek zorundayız. Muhalefetin soru önergesi vermesi devlet kaynaklarının rasyonel kullanımını sorgulaması, varsa yolsuzluk veya usulsüzlüklerin üzerine gitmesi en demokratik hakkıdır. Ancak bu hakkın kullanımı maksadını aşarak jeopolitik zafiyet yaratmamalıdır. İktidar da gizli olmayan sismik dışı konularda şeffaflığını korumalıdır. Kısacası iktidar ve muhalefet, gelecek kuşaklara olan jeopolitik sorumluluklarını asla unutmamalıdır.




19 Şubat 2019 Salı

Jeopolitik Harakiri

Description: IMG_0131
Jeopolitik Harakiri
Harakiri geleneksel Japon kültüründe törensel bir şekilde karın yararak kendini öldürmek anlamında kullanılan bir terim. Bir nevi intihar. Bu terimi, jeopolitik perspektife oturtarak,  Dışişleri Bakanlığının 9 Şubat 2019 tarihinde yaptığı Uygur Türklerine yönelik İnsan Hakları İhlalleri açıklamasından hemen sonra yakın çevremde kullandım.  Aynı terimi 24 Kasım 2015 günü Hava Kuvvetlerimiz bir Rus savaş uçağını düşürüp, pilotun köktendinci teröristler tarafından öldürüldüğünde de kullanmıştım. ‘’Türkiye jeopolitik harakiri yapıyor.’’ Maalesef tarihimiz bu tip jeopolitik ölçekli harakirilere sahip. Bizleri toprak bir gemiye benzettiğim Anayurdumuz Anadolu’nun bugünkü jeopolitik konjonktürünün oluşumundaki bazı jeopolitik harakirilere bakalım.
Ege Harakirisi. Yunan komşularımızın 1936 yılında tek taraflı bir karar ile Egedeki karasularını 3 milden 6 mile çıkarmasından 28 yıl sonra 15 Mayıs 1964‘te tam da Kıbrıs’ta ünlü Johnson mektubuna giden yolda ciddi bir çatışma ortamı şekillenirken, jeopolitik harakiri geldi. Yunanistan, status quo ante, yani bir önceki durum olan 3 mile zorlanacağına, Türkiye de Ege’deki karasularını 6 mil yaptı. Böylece gelecekte kıta sahanlığı sınırlamasına büyük etki sağlayacak açık deniz alanları % 75’ten % 49’a düştü. Ege’de ikinci harakiriyi General Evren, 12 Eylül darbesinden sonra batıya hoş görünmek için Rogers Planını kabul ederek yaptı. Böylece Yunanistan’ın Ege’de tek bir taviz alınamadan 20 Ekim 1980 tarihinde NATO’ya geri dönmesi sağlandı. Batıdan kuşatılmışlığımız tahkim edildi. Egede üçüncü  harakiri Kardak krizi sonrası geldi. Devlet egemenliği anlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş Kardak benzeri 152 ada adacık ve kayalığı sahiplenmedi. Edilgen bir siyasetle arsız Yunan işgallerine tepki vermedi. Bu konuda çıkan MGK kararları  uygulanmadı.
Kıbrıs Harakirisi. 93 Türk-Rus Harbinde, 20 Ocak 1878 günü Edirne işgal edildi. 11 gün sonra mütareke imzalandı. Balkanları terk ettik. İstanbul’u işgalden Rusları caydıran  II. Abdülhamit’in ordusu değildi. İngiliz Donanması İstanbul’a gelmişti. Bu kurtarma işleminin faturası ağır oldu. Kıbrıs 99 yıllığına mülkiyeti Osmanlıda kalmak üzere 4 Haziran 1878’de imzalanan Kıbrıs Konvansiyonu  ile İngilizlere kiralandı. 22 Temmuz 1878 sabahı yani Rusların Yeşilköy’e gelmesinden tam altı ay sonra İngiliz Amiral Wolseley’in denizcileri Larnaka’dan adaya çıktılar. Anayurdumuzun güneyden kuşatılmasında en büyük yara alınmıştı. Bu yara 20 Temmuz 1974 öğle saatlerine kadar kanadı durdu. Kurtuluş ve Kuruluş’tan 51 yıl sonra da Kıbrıs’taki kanamayı durdurduk. Ancak arkası gelmedi. Yara kapanmadı. Jeopolitik harakiri 24 Nisan 2004 ‘te yaşandı. Kıbrıs Türk halkı % 65 oranla bağımsız ve Türkiye ile bağlantılı KKTC’yi bitiren rezil Annan Planına evet dedi. Rumlar hayır demese bugün KKTC ortadan kalkmış, Türk askeri adadan çekilmişti. Maalesef aynı yara bugün Mustafa Akıncı liderliğindeki yönetim ve onu destekleyen önemli sayıdaki seçmeniyle  kanamaya devam ediyor.
Akdeniz  Harakirileri. Akdeniz’e çıkışı olan sözde bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasının Türkiye’nin parçalanmasını tetikleyeceğini hükümetler ve yüksek askeri komutanlığın pek çok karar vericisi (Orgeneral Torumtay’ı hariç tutarak) görmek istemedi. Atlantik korkusu ile batıya boyun eğdiler. Süreç soğuk savaş sonrası Birinci Körfez savaşı ile başlatıldı. Türkiye ilk harakiriyi Provide Comfort harekatı ile çekiç güce kendi topraklarında 1991 Mart’ında evet diyerek yaptı. Irak daha sonra paramparça edildi. 2011 yılında emperyal cephe yanında Suriye iç savaşına müdahil olduk. Bu harakirinin bedeli değişen jeo-demografik haritalar, 4 milyon mülteci, Kuzey Ege’ye çöreklenen NATO deniz gücü ve harcanan milyarlarca dolar ile ödendi ve ödenmeye devam ediyor. Diğer yandan 21’inci yüzyılda Türkiye’nin en önemli sorun alanı olarak Doğu Akdeniz ve deniz dibi enerji kaynaklarının gündeme geleceği 90’ların sonunda belli olmuştu. Türkiye bu soruna ön alıcı bir şekilde yaklaşmaktan ziyade Ege’de olduğu gibi -geleneksel Türk Dışişleri siyaseti olan- edilgen reaksiyoner tutumla cevap verdi. Bu cephede ilk harakiri 1 Nisan 2004 tarihinde kendi MEB sınırlarını ilan eden haydut Rum devletine yalnızca BM üzerinden nota vermekle yapıldı. Halbuki karşı hamle olarak kendi kıta sahanlığımızı MEB sınırları ile birlikte ilan edebilirdik. Bugün de sınırlarımızın ilan edilmemesi ile harakiriye devam ediyoruz.
Son Harakiri. Yeni dünya düzeni kuruluyor. Her sabah yeni bir gelişmeye uyanıyoruz. Bu süreçte, Ege ve Akdeniz’de Türkiye karşıtı emperyal cephe her geçen gün saldırgan bir şekilde genişlerken jeopolitik direniş cephesinde başta Rusya ve Çin’den başka dayanağımız olmadığını anlamakta hala zorlanıyoruz. 24 Kasım 2015’de Rus savaş uçağını düşürdük. 15 Temmuz FETÖ darbe girişimi olmasa Atlantik cephenin dümen suyunda parçalanmaya devam ediyorduk. Tam jeopolitik uyanış gerçekleşiyor derken, 9 Şubat 2019 günü Dışişleri Bakanlığının talihsiz Uygur Açıklamasını dinledik. (Kendisi tarafından yalanlandığı halde Halk Ozanı Heyit’in vefatını bildiren SC 06 no’lu bildiri 16 Şubat 2019 tarihi itibarıyla bakanlık web sitesinde durmaya devam ediyor.)  BM Güvenlik Konseyi Daimi Üyesi, Bir Kuşak Bir Yol Girişiminin sahibi, yeni dünya düzeninde kurucu lider konumundaki bir ülke, sosyal medya üzerinden manipüle edilen haberler üzerinden uyarılıyordu. Ne devlet ciddiyeti, ne Dışişleri geleneği, ne istihbarat, ne teamüller dikkate alınmıştı. Aynı günlerde İsrail Cumhurbaşkanı askeri işbirliği geliştirilmesi için Güney Kıbrıs’ı ziyaret ediyor, Fransız Savunma Bakanlığı Güney Kıbrıs’ta yeni üs anlaşmalarını imzalıyordu. Son yılların en ciddi harakirisi gerçekleşmişti. 81 milyonun kaderinde sorumluluğu olan Dışişleri Bakanlığımız, dileriz yeni harakirilere sebep olmaz. Harakirinin kişisel onuru korumak için yapıldığını hatırlatarak yazımızı bitirelim.
Kitap Tavsiyesi: Emekli Deniz Binbaşı Babür Hüseyin Özbek’in , Post Yayınları tarafından çıkarılan 35 yıllık donanma ve deniz ticaret filosu yaşantısından kesitler sunduğu ‘Güvertede’ isimli kitabını deniz ve denizcilik dostlarına tavsiye ederim.


15 Şubat 2019 Cuma

Yunanistan’ı Hayal Aleminden Kurtarmak


Yunanistan’ı Hayal Aleminden Kurtarmak
Yunanlılar veya eski adları ile Grekler duygusal ve aynı zamanda gerçeklerden uzak yaşamayı tercih eden iki kimlikli bir millet. Bir yanda Elenika (Hellenistic) mirasa ve söz konusu dönemin sosyo genetik kodlarına sahip olduklarına inanan; diğer yanda anayasalarına zorunlu din maddesi olarak koyacak kadar Hıristiyan Ortodoks bir millet. Milli birliklerinin vaz geçilmezi ise maalesef iflah olmaz Türk düşmanlığı. Nüfuslarının azlığı ve ekonomilerinin küçüklüğüne rağmen Ege, Akdeniz ve Anadolu’ya yönelik Megali İdea ya da Kıbrıs’a yönelik Enosis hayallerini sürekli canlı tutabiliyorlar. Bir nevi jeopolitik şizofreni içindeler. Sanayi Devrimini ıskalamış, sürekli gerileyen ve kaçınılmaz bir şekilde çöken Osmanlı imparatorluğunun her türlü zafiyetini ama en önemlisi donanmasızlığını sömürerek genişlemiş olan bu ülke, 15 Mayıs 1919 sabahı Anadolu’yu işgale yeltendi. Feci yenildiler. Küçük Asya Felaketinde Mustafa Kemal Atatürk’ün tokadını yemiş bir devlet olarak başta eski Başbakanları Gounaris olmak üzere 6 devlet adamı ve generali idam ederek kendi iç hesaplaşmalarını tamamladılar. Bunun sonucunda, Ege’nin iki yakasındaki yarımada devleti -Kıbrıs olayları başlayan kadar- yarım asra yakın dost yaşadılar. Bu süreçte Balkan Antantı ve Balkan Paktı içinde yan yana yer aldılar. Hatta 27 Mayıs 1960 müdahalesinden kısa bir süre önce Türk-Yunan yakınlaşması ve iki ülke arasında bir konfederasyonun Celal Bayar liderliğinde gündeme geldiği tarihin sisli kayıtları arasında yerini almıştır.  Ancak 1974 sonrası yani Enosis hayalinin çöktüğü ve Ege kıta sahanlığı, yani mavi vatan sorununun ortaya çıkışından sonra Grek devletinde tarihten ders alamama ve 20. yüzyıl başındaki hatalarını tekrar etme hastalığı yeniden hortladı. Bu hastalığın dozu, 1987 (Mart) Taşoz veya 1996 (Ocak) Kardak Krizinde yaşandığı üzere  değişiklik göstermekle birlikte, son bir yıl içinde Doğu Akdeniz nedeni ile belki de en yüksek seviyeye çıkmış durumdadır.  
Temel sorun deniz. Denizi Türklerle paylaşmak istemiyorlar. Türklerin Mavi Vatan kavramını bile kabul edemiyorlar. Diğer taraftan denizcileşen ve denizlerin zenginliğini kullanabilen Türkleri meşgul etme ya da baskı altına alma işini Atlantik’in (AB/D) kullanışlı vekili (proxy) olarak gerek Ege’de gerekse Akdeniz’de hevesle icra ettiklerini biliyoruz. Gücünün farkında olmayan ancak sürekli isteyen şımarıklık hali içindeler. Örneğin, kontrol edilemeyen bir ruh hali içinde Türkiye’ye saldırmayı kendine vazife bilen müstafi Savunma Bakanı, ABD hayranı Panos Kammenos, Kardak krizinin yıldönümü nedeniyle Sky Tv'ye şunları söyleyebiliyor: '’Ege'de gri bölge diye bir kavram yoktur.. Genelkurmay Başkanımız Apostolakis'in de dediği gibi, eğer bir adacığımız işgal edilirse ilk önce Hava Kuvvetleri'ni kullanarak, bu adayı bombalarla dümdüz etmek zorundayız.’’ Bunu söylerken hangi güce güveniyor, bilmiyoruz. ‘’Hep bana’’ bilinçlenmesi ile şekillenmiş Türk düşmanlığı sınır tanımıyor. Kendileri başta askersizleştirilmiş statüdeki Boğazönü ve Doğu Ege Adaları ile Menteşe Adalarını ağır silahlarla ve uçaklarla donatırken ya da Doğu Akdeniz’de bize ait neredeyse 100 bin km. karelik mavi vatan alanımızı AB üzerinden gasp ederken Yunan Başbakanı Çipras geçen (5-6 Şubat) Türkiye ziyaretinde,  ‘’Türkiye’ye Doğu Akdeniz'de uluslararası hukuka saygı gösterilmesini önerdim’’ diyebiliyor. Ertesi gün benzer bir yorumu Hırvatistan ziyaretindeki Yunan Cumhurbaşkanından duyuyoruz: ‘’Türkiye uluslararası hukuka ve deniz hukukuna saygı göstermeli, Yunanistan’ın sınırlarının aynı zamanda Avrupa Birliğinin de sınırları olduğunu bilmelidir...Natura 2000 gibi AB projelerini de kabul etmelidir.’’ (Natura 2000  bizden gasp ettikleri ada adacık ve kayalıkları AB nin doğa projesi içine almaya kalkıştıkları proje) Aynı günlerde Ta Nea gazetesinin 5 Şubat 2019 baskısında Avrupa ve Savunma Analizleri Enstitüsü Müdürü İlias (İlyas) Kuskuvelis bakın ne yazıyor? ’Türkiye’de ‘Mavi Vatan’dan söz edilmesi de dâhil olmak üzere Ege, Kıbrıs ve Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) hakkında saldırgan açıklamalara son verilmelidir...Uluslararası hukukun ‘a la carte’ olmadığı, (-ne yapalım-, Meis Adası'nın da MEB’i olduğunu) Türklerin anlaması gerektiği onlara anlatılmalıdır...Türkiye, Kıbrıs Cumhuriyeti'ni tehdit etmeye ve her fırsatta yasa dışı NAVTEX’ler yayınlayarak Kıbrıs MEB’inde aramalar ilân ederek, uluslararası hukuku ihlal etmeye son vermelidir.’  Bitmedi. Yunanistan’da liberal isimli sitede de emekli Tümamiral Dimitri Çaylas, geçen hafta içinde  "Mavi Vatan: Türklerin 3 denizdeki egemenlik hırsı" başlıklı bir makalede şunları vurguluyor: ‘’Mavi Vatan Tatbikatı ile Türkler, aynı anda üç denizde kısıtlı da olsa harekat kabiliyetleri olduğunu gösterecekler... Böylece Yunanistan'a istedikleri bölgede savaşabilecekleri yönünde mesaj gönderdiklerine inanıyorlar..’’ (Şükretsinler, donanma tatbikat alanına İyon Denizini eklememiş !) Son olarak iki gün önce Yunanistan'ın en büyük özel haber kanalı olan Sky TV’nin internet sitesinde yer alan bir röportajda da, Profesör Doktor Konstantin Fiilia, tarafından yapılan bir söyleşide, "Hükümetin Adriyatik denizinde karasularını 12 mile çıkartmak için birkaç hafta içinde harekete geçeceğini ancak Türkiye'nin tepkisini çekmemek için Ege Denizi'nde herhangi bir eyleme girişmeyeceği’’ açıklandı.
Yunanistan Hayal Aleminden Uyanmalıdır. Yunanistan 21’inci yüzyıl Türkiye dinamikleri ve gerçekler ile yüzleşmelidir. Eğer bu yüzleşmeyi yapmazlarsa, Ege ve Doğu Akdeniz’deki barış ortamını bozma sorumluluğu onlara ait olacaktır. Hem uluslararası hukuka vurgu yapıp hem Türkiye’nin deniz çıkarlarını yok sayacak oldu bittilere izin vermemizi bekleyemezsiniz. 1577 km güney kıyı uzunluğuna sahip  Anadolu’nun kıta sahanlığı karşısına 25 km. kıyıya sahip Meis Adasını çıkaramazsınız. Ege Denizinin açık deniz alanlarını karasularınızı genişleterek Türkiye aleyhine küçültemezsiniz.  Denizciliği sadece Yunanistan’a ait bir ayrıcalık olarak gösteremezsiniz. EGAYDAAK statüsündeki 152 ada adacık ve kayalığı ilelebet sahiplenemezsiniz. Güney Kıbrıs Haydut Devletinin boyundan çok büyük emrivakilerini kabullenmemizi bekleyemezsiniz. Mavi Vatanda en küçük çıkar kaybına Türkiye Cumhuriyetinin rıza göstereceğini aklınızdan bile geçiremezsiniz. Sizi ikaz etmek insanlık görevidir. Bu uyanışı ve farkındalığı sağlayamaz ve yeni maceralara teşebbüs ederseniz, tarihi tekrar ettirecek süreci başlatırsınız. Şizofreni atakları geçiren Kammenos’u dinleyip Kardak kayalıklarını bombardıman etmenizi ancak Japonların Pearl Harbor baskınına benzetebilirim. Aklınızdan bile geçirmeyin. Türkiye’nin demir ve kanı vardır. Ama hepsinden önemlisi Türklerin şerefli bir tarihi vardır.
(YARIN 11 ŞUBAT 2011 BALYOZ  KUMPASI TOPLU TUTUKLAMALARININ SEKİZİNCİ YILDÖNÜMÜ. ARAMIZDAN EBEDİYEN AYRILAN KUMPAS ŞEHİTLERİMİZİ RAHMET, MİNNET VE VEFA İLE ANIYOR, AZİZ HATIRALARI ÖNÜNDE TAZİMLE EĞİLİYORUM. ALLAH TÜRK MİLLETİNE BİR DAHA BU ACILARI YAŞATMASIN. BU TOPRAKLARDA EMPERYALİZM UŞAKLARININ BAŞKA İHANETLERİ YAŞANMASIN.)



5 Şubat 2019 Salı

Nükleer Tehdit ve Küresel Sorumsuzl

Description: IMG_0131 




Nükleer Tehdit ve Küresel Sorumsuzluk
İkinci Dünya Savaşının sonuna gelinmişti. Almanlar teslim olmuştu. Japonların da savaşa devam azmi kırılmış ancak henüz teslim olmamışlardı. Bu şartlarda 24 Temmuz 1945 günü Almanya’nın Potsdam şehrinde Cecilienhof Sarayında toplanan konferansta ABD Başkanı Truman, Sovyet lider Stalin’e Rus tercüman vasıtasıyla ‘’Benzeri olmayan tahrip gücüne sahip yeni bir silah (a new weapon of unusual destructive force)’’ geliştirdiklerini ve başarıyla test ettiklerini söylemişti. Bu cümleden tam 13 gün sonra ABD, Japonya’nın Hiroşima şehri üzerinde ilk nükleer bombayı patlattılar.
Yeni Bir Yok Olma Süreci. İnsanlık tarihinde böylece ilk kez, sadece kendi türünü değil, tüm canlıları insan iradesi ile yok edebilecek bir silahlanma süreci başladı. Yerküre üzerindeki canlılar ilki 445 milyon yıl ve sonuncusu 65 milyon yıl önce olmak üzere bugüne kadar 5 kez kitlesel yok olma (extinction) süreci yaşamıştı.  Her biri doğal nedenlere dayalıydı. Bu kez insan iradesine dayanan yepyeni bir süreç başlamıştı. Hiroşima’yı Nagasaki takip etti. Soğuk Savaşta en yakın nükleer silah kullanım riski 1962 yılında Küba Füze krizinde yaşandı, ancak kullanılmadı. ABD yönlendirmesinde gelişen 11 Eylül Sonrası Terörle Mücadele Dönemi de (GWOT) nükleer silah kullanılmadan kazasız atlatıldı. Bu süreçte Atlantik sistemin Asya, Ortadoğu ve Afrika coğrafyasında yarattığı hegemonik yıkım ve ihtirası hiç bir güç nükleer silahlarla dengelemeye çalışmadı. Ta ki 8 Ağustos 2008 Osetya krizine kadar. O tarihte, Rusya ilk kez taktik nükleer silahları sahaya sürdü ve Gürcistan’daki Amerikan oldubittisine izin vermedi.
Büyük Güçler Rekabet Sistemi. 20 Ocak 2018 günü küresel güç sistemi yeni bir evreye girdi. Amerikan Savunma Bakanı J. Mattis terörizm ile mücadelenin yerini  artık büyük güç rekabetinin aldığını ilan etti. Rakip güçler ABD ve karşısındaki Rusya ile Çin’di. Avrasya Adasının kuzey ve doğu sahillerini dolayısı ile batı Pasifik ve Arktik Okyanusunun çoğunu kaybeden ABD, küresel hegemonyanın kaçınılmaz el değiştirmesine seyirci kalamazdı. Paradigma değiştiriyordu.
Nükleer Hamle. Bakanın bu açıklamasından kısa süre sonra 2 Şubat 2018 günü Beyaz Saray,  ‘’Nükleer Silahlar Durum Değerlendirmesini (NPR-Nuclear Posture Review)’’ yayınladı. Bu rapor ile Trump Yönetimi gelecek 30 yılda 1,2 trilyon dolarlık yeni silahlanmayı gerektirecek nükleer yeteneklerin geliştirilmesini hedefliyordu. Bu yetenekler içinde en önemli olan nükleer saldırı denizaltılarından (SSN) atılacak cruise (gezginci) füzelerinin (SLCM) ve balistik füze denizaltılarından (SSBN) atılacak yeni tip balistik füzelerin (SLBM) düşük şiddette nükleer savaş başlığı ile donatılmasıydı. Bu direktiften neredeyse tam bir yıl sonra geçen hafta başında (28 Ocak 2019) ABD Ulusal Nükleer Güvenlik İdaresi (NNSA), balistik füze denizaltılarından atılan Trident füzeleri için düşük güçlü nükleer başlık (W76-2) üretmeye başlandığını deklare etti. Bu  füzelerin yıkım gücünün Hiroşima'ya atılan nükleer bombanın üçte birine denk geldiğini belirtelim. Burada Amerikalı iktidar çevrelerinin temel kabullenmesi, savaşın stratejik eşiğe geçilmeden taktik nükleer silahlar ile kazanılabileceğiydi.
Rusların Nükleer Dronu. Bu gelişmeler yaşanırken Rusya, 12 Ocak 2019 günü 1000 metre derinlikte hareket edebilme yeteneğine sahip, nükleer takatli ve 2 megaton nükleer patlayıcıya sahip  insansız sualtı araçlarını (torpedo drone) Pasifik Okyanusunda karakola başlatmaya hazır olduklarını medya üzerinden dünyaya ilan etti.  Bu son derece dikkat çeken hamle, ABD’nin Rusya’yı 8 Aralık 1987 tarihli Orta Menzilli Nükleer Silahlar (INF) anlaşmasına uymamakla suçlayarak anlaşmadan çekilme ile tehdidine bir cevap gibiydi.
INF Anlaşmasından Çekilen ABD. Başkan Trump 2018 Ekim ayında Rusya’ya 1 Şubat 2019 tarihine kadar süre vermiş ve aksi takdirde anlaşmadan çekileceğini deklare etmişti. ABD, anılan tarihte çekilme sürecini  başlattıklarını ve çekilme işleminin Rusya’nın ihlale neden olan 9M729 orta menzil nükleer füzelerini imha etmediği sürece 6 ay içinde tamamlanacağını duyurdu. ABD’nin bu çıkışının temel nedeni Rus füzesinin menzilinin 500 km. yi aşması ve testlerine devam edilmesi iken Rusya’nın bu hamlesinin temel nedeni de Romanya ve Polonya’ya yerleştirilen Aegis ABM füze sistemlerinin varlığıydı. 32 yıl önce imzalanan anlaşma ile karşılıklı olarak 500km ile 5500km arasındaki karadan karaya atılan 2692 füze imha edilmişti. Bu anlaşma ortadan kalkarsa Avrupa kıtasına bu füzeler yeniden konuşlandırılacak. Batı Avrupa kamuoyu bu silahların yeniden topraklarına getirilmesine kendilerini  tekrar stratejik nükleer hedef haline getireceğinden kesinlikle karşı çıkacaktır. Ancak Polonya ve Romanya gibi sonradan olma Orta ve Doğu Avrupa Atlantikçileri,  bu silahlara kapılarını açacaktır. Diğer yandan önümüzdeki 30 yılda 1,5 trilyon dolara varacak yeni faturaya karşı ABD içinde de büyük bir muhalefet mevcut. Bu durumun Pasifik havzasında da  mevcut hızlı silahlanmayı daha da artıracağı aşikardır.
Hindistan’ın Hamlesi. Bu gelişmeler paralelinde diğer dikkat çeken bir olay Hindistan donanmasında yaşandı. İlk kez bir Hindistan nükleer balistik füze denizaltısı (SSBN) Hint Okyanusunda tam yüklü karakol grevini tamamladı. Bu durum artık Pakistan ya da Çin’e karşı Hindistan’ın stratejik ikinci darbe yeteneğinin kanıtı oldu. Buna karşı hamle olarak Pakistan’ın dizel elektrik denizaltılarındaki nükleer ikinci darbe yeteneğini geliştirmesini beklemek sürpriz olmaz.
Nükleer Sorumsuzluk mu?  ABD’nin bir yıl önceki NPR raporu sonrası dünyanın nükleer denge terazisinin ayarı bozuldu. Maalesef ABD yetkilileri artık kara harekatı ile savaş kazanılamayacağını zira insan kayıplarının içerdeki siyasi baskılarını karşılayamayacaklarını biliyorlar. Ancak salt bu nedenle de hegemonyayı kaybetmek istemiyorlar. Bu nedenle ABD’de pek çok karar verici artık taktik seviyedeki nükleer savaşın kazanılabileceğini düşünüyor. Ama ciddi bir hata yapıyorlar. Özellikle denizde nükleer silahlar kullanıldı mı, taktik seviyeden süratle stratejik seviyeye çıkabilir. Örneğin  atmosfer dışına çıkmasa bile bir Amerikan denizaltısından atılan Tomahawk füzesinin nükleer olma potansiyeline karşı Rusya veya Çin’in nükleer balistik füze ile karşılık vermeyeceğini kimse garantileyemez. Bunu kontrol edebilecek bir mekanizma yok. O halde bu büyük sorumsuzluğu başlatma sorumluluğu kime ait olacak?