29 Ekim 2017 Pazar

Deniz İpek Yolu’nun Stratejik Boyutu


 



Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
Deniz İpek Yolu’nun Stratejik Boyutu
Çin’in Bir Kuşak - Bir Yol (OBOR) girişiminin 21’inci yüzyılda jeopolitik sonuçları beraberinde getirecek çok önemli siyasi, ekonomik ve sosyal bir proje olduğunu bu köşede defalarca yazdım. Kara ve deniz bacaklarının saydığım bu alanlarda yaratacağı etkiler doğal olarak farklı olacaktır. Demiryolları, kara yolları, boru hatları, kara temelli iletişim kablo hatları, serbest bölgeler, lojistik üsler ve birçok alt yapı unsuru, ‘’bir kuşak’’ ın ayrılmaz parçaları. Denizi ilgilendiren ‘’bir yolun’’ ayrılmaz parçaları ise limanlar, gemiler, tersaneler, sualtı boru hatları, haberleşme kablo hatları ve benzeri unsurlar. Genelde OBOR’un deniz bacağına dahil olan ülkeleri ilgilendiren  en önemli alan şüphesiz deniz yollarının güvenliği ve kesintisiz ulaşımın seyir serbestisi içinde idamesi. Burada da karşımıza deniz ulaştırma rotaları ve düğüm noktaları (choke points) çıkıyor.
Büyüyen Deniz Ulaştırması. Geçen yıl toplam ticari değeri 17 trilyon dolar olan 11,7 milyar ton yükün yarısına yakını deniz ipek yolunu ilgilendiren deniz ulaştırma rotalarından geçti. Sadece Güney Çin Denizinden geçen deniz trafiği 5 trilyon dolarlık yük taşıdı. Dünya deniz ticaret hacmi 2030’da 25 milyar ton olacak. 2030 yılına kadar sadece Çin’in ham petrol ihtiyacı 2,5 kat; doğal gaz ihtiyacı 10 kat artacak.  Diğer bir dev Hindistan’ın demir ve doğal gaz ihtiyacı 20 kat artacak. Bu önemli artışta OBOR’a dahil olmayan Güney Kore, Japonya gibi Çin’e rakip ülkelerin lojistik ihtiyaçlarının da rol oynayacağını göz önüne almak gerekir. Örneğin Avustralya önümüzdeki yıllarda dünyanın en büyük doğal gaz ihracatçıları arasına girecek ve bölgede LNG tanker trafiğinde olağanüstü artış yaşanacak.
Düğüm Noktaları Hayati Önemde. Gerek OBOR gerekse Asya deniz ticaret trafiğinin geçeceği deniz ulaştırma düğüm noktaları Malakka, Hürmüz, Bab-el Mandeb ve Türk Boğazları ile Süveyş Kanalıdır. Bu düğüm noktalarından birisinin kapanması, bırakalım deniz ipek yolunu, küresel ekonominin dengelerini alt üst edecektir. Deniz İpek yolunun geçeceği düğüm noktaları arasında bulunan Süveyş Kanalının 1967 Arap İsrail savaşında kapanması petrol arzında günlük 2 milyon varil düşmeye neden olmuştu. 1979-1988 arasında yaşanan İran-Irak savaşında bu miktar 4 milyon varile çıkmıştı. 2008 yılında deniz haydutları tarafından kaçırılan Suudi Arabistan bayraklı Sirius Star tankeri 2 milyon varil petrol taşıyordu.
Çin’in Stratejik Konumlanması. Halen söz konusu deniz ulaştırma rotaları ve düğüm noktalarının kontrolünü ABD Donanması yapıyor. 11 ayrı nükleer  uçak gemisi grubunun varlık nedeni tam da bu. Ancak ilerde hegemonya denizde el değiştirmeye başladığında ne olacak? Çin bu rotaları gelecekte ABD ile yaşanacak bir kriz, ambargo veya ablukaya karşı emniyete almak için şimdiden pozisyon alıyor. Bu nedenle Bangladeş, Myanmar, Sri Lanka, Şeyseller, Pakistan ve Cibuti’de üslenme/lojistik destek kolaylıkları temin etme gayretleri ile donanmasının harekât çapını genişletiyor.  
Malakka Boğazı ve Çin. Deniz İpek Yolunun en kritik iki düğüm noktasının Hürmüz ve Malakka Boğazları olduğunu söyleyebiliriz. Burada Malakka Boğazı daha da öne çıkmaktadır. Günde 15 milyon varil petrolün geçtiği bu boğaz, 2030 da 17 milyon varil görecek. Bu miktar denizlerde dolaşan petrolün dörtte birine eşit olacak. Hürmüz Boğazının en stratejik bölümü İran gibi Çin ile ilişkileri iyi, ancak Atlantik cephe ile rekabet içinde olan bir devletin kontrolündeyken; Malakka Boğazı Atlantik müttefiki Singapur, ile geleneksel olarak 20’nci yüzyılda  ABD etki alanında kalan Endonezya, Malezya ve Tayland tarafından kontrol edilmektedir.  Diğer sahildarlar OBOR kapsamında Çin ile mükemmel ilişkilere sahip olsalar da, gelecekteki bir krizde  tek başına Singapur’un varlığı ve ABD ile deniz üslenme olanakları dahil askeri işbirliği Çin’in uykularını kaçırmaya yetmektedir. Bu nedenle Malakka’ya alternatif yaratılmalıdır. Tayland’da Kra Kanal projesi ile Pakistan’da Gwadar Limanı ve Myanmar’ın  Bengal Körfezindeki Kyauk Phyu limanı üzerinden geliştirilen demir yolu ve boru hattı projeleri  Malakka Boğazını kısa devre yapmayı amaçlıyor. Sadece iyi işleyecek deniz ipek yolu alt yapısı ve çevrimine yönelik değil, aynı zamanda bu yolun korunmasına yönelik olarak Çin Donanmasının (PLAN) son 5 yılda kendi suları dışında Atlantik, Akdeniz, Baltık Denizi, Karadeniz, Basra Körfezi, Batı Afrika, Güney Afrika, Bering Boğazı gibi uzak deniz alanlarında bayrak göstermesi Deniz İpek Yolunun ulaştırma rotalarına ve düğüm noktalarına farklı bir yaklaşımı açığa çıkarmaktadır.
 OBOR’un Jeopolitik Sonuçları. Bu nedenle OBOR’u salt bir ekonomik yatırım projesi olarak göremeyiz. Ciddi jeopolitik sonuçları olmaktadır. OBOR’da ticareti geliştirmeye çalışan yeni bir stratejik kalıbın ardında, Çin’in 21nci yüzyılda deniz hegemonyası ile kaçınılmaz bir şekilde çatışma rotasına girileceği kabulünün stratejik yansımaları bulunmaktadır. Geçen hafta başlayan Çin komünist Partisi Ulusal Kongresinin açılış konuşmasında Devlet Başkanı Xi Jingpin’in ‘’Kimse, Çin’in çıkarlarını göz ardı eden hiç bir dayatmayı kabul etmesini beklemesin’’, cümlesi, Güney ve Doğu Çin Denizlerinde Çin çıkarlarına meydan okuyan ABD’ye ve müttefiklerinedir. Bu deklarasyonun içi boş değildir. Donanmasını  hızla geliştiren ve üsler zinciriyle  donanma temposuna destek sağlamayı planlayan ve icra eden bir devletin 21’inci yüzyılda geri dönülmez açık deniz stratejisinin bir uzantısıdır. OBOR, büyüyen ve etkinleşen Çin Donanması ile sert güç ve yumuşak güç dengesi sağlayacaktır.


19 Ekim 2017 Perşembe

Beylikdüzü Belediyesinin Başarı

Description: IMG_0131
Beylikdüzü Belediyesinin Başarısı
Denizcilik gücünün en önemli lokomotif unsurlarından birisi deniz bilimleridir. Bir devletin deniz bilimleri alanında yürüttüğü araştırmalar ile bunların toplum yararına sunduğu somut projeler, deniz kültürünün önemli unsurlarından sayılabilir. Bu tip araştırmalar ülkelere sadece prestij getirmez aynı zamanda refah ve güvenliğine katkı sağlar. Bu konuda eski ABD Başkanlarından John F. Kennedy’nin şu sözleri son derece yol göstericidir:
Denizlerle ilgili bilimsel çabalarımızın nedeni merak değil; hayatta kalmamızın denizlere bağlı olduğuna inanmamızdandır.”
Deniz Bilimlerinde Neden Geriyiz? Denizcilikte en çok geri kaldığımız alanlardan birisi de, deniz bilimleridir. Fransa ve İngiltere’de 1700’lü yıllarda hidrobiyoloji başta olmak üzere deniz bilimlerine yönelik laboratuvar ve araştırma kurumları mevcutken, 1950 yılına kadar kapsamlı bir deniz bilimleri laboratuvarı veya araştırma kurumumuz mevcut olmadı. Benzer durum hidrografi ve oşinografi alanlarında yaşandı. Piri Reis gibi dünya tarihinin sayılı kartografını çıkaran bu topraklar, 1910 yılına kadar harita mesahası, şamandıralama ve seyir tehlikelerini ikaz sistemine sahip değildi. 1910 yılında Hint Okyanusu’nda bir Alman gemisi, Osmanlı egemenliğindeki Carmoran adası yakınlarında karaya oturunca, uluslararası baskılar sonucu, Bab-ı ali bölgenin mesahasını yaptırmaya karar verdi ve ilk çalışmalar zorla başlatılmış oldu. Günümüzde deniz bilimleri alanında geçmişle kıyaslanamayacak gelişme ve ilerleme yaşanmıştır. Ancak denizcilik gücümüzün diğer alanlarına oranla bu sektör en geri kaldığımız alanlardan birisidir. Ülkemizde deniz bilimleri alanında, özellikle hidrobiyoloji, deniz jeofiziği, deniz jeolojisi, oşinografi ve hidrografi alt disiplinlerinde uluslararası çapta öneme sahip araştırmalar yok denecek kadar azdır. Bunun temel nedeninin bilim insanı eksikliği olmadığını belirtmeliyim. Sorun devlet kurumları ve akademi dünyasında deniz bilimlerine ayrılan kaynak ve önceliklerin düşük olmasıdır. Örneğin Marmara fayının incelenmesini bile, çoğunluk yabancılar yapmıştır. Maalesef Türkiye denizlerinin 500 metreden derin sularındaki canlı hayatın varlığına yönelik bilimsel bir çalışma, bugüne kadar yapılmamıştır.  Marmara denizi gibi bir iç denizimizde bugüne kadar, 900 metreden örnek alabilmek için Japon, Fransız ya da İtalyan gemileri kullanıldı. Çevre denizlerimiz başta olmak üzere, denizler ve okyanuslara yönelik ihtiyaç duyulan bilimsel verilerin elde edilmesi ile deniz ticareti, balıkçılık, deniz dibi madenciliği, tersanecilik gibi denizcilik alanında faaliyet gösteren sektörlerin gelişmesine esas teşkil edecek kapsamlı bilimsel araştırmalarla bu yöndeki gayretlerin eşgüdümünü sağlayacak merkezi bir mekanizma yok gibidir.
 Zinciri kırmalıyız. Ülkemizde mevcut üniversiteler, vakıf, enstitü ve araştırma kurumlarınca öncelikle kendi denizlerimize yönelik etkileri bulunan konularda bilimsel çalışmaların yapılması teşvik edilmeli, söz konusu çalışmalardan elde edilen sonuçlar, dünya denizcilik örgütü (IMO), birleşmiş milletler dünya gıda örgütü (FAO) ve dünya hidrografi örgütü (IHO) başta olmak üzere denizcilikle ilgili uluslararası kuruluşların çatısı altında ortaya konmalı ve ilgili metinlerde yer alması sağlanmalıdır.
Belediye Marina İşbirliği. Bu noktada Beylikdüzü Belediyesinin Türk deniz bilimleri ve sualtı arkeoloji birikimine önemli katma değer sağlayacak kent belleği projesi çerçevesinde kıyı şeridi boyunca başta yüksek frekanslı yandan taramalı sonar ile yapılan çalışmalar ve diğer araştırmaların birbirini tamamlaması; sonuçların kitaplaştırılması son derece önemli, başarılı ve örnek girişimlerdir. Bugün kaç İstanbullu yaşadığı habitatın özelliklerini biliyor? Hangi balıklar, hangi kuşlar, hangi ağaçlar ve bitki örtüsü hakim? Endemik canlı türü var mı? Hangi jeolojik aşamalardan geçilmiştir? Tarihsel süreç nedir? Savaşlarda neler yaşanmıştır? Ülkemizin siyasi, askeri, ekonomik ve sosyal tarihindeki yeri nedir?
Bu İşbirliği Yaygınlaştırılmalı İşte tarihsel ve çevresel durumsal farkındalık projesi olarak başarılan Beylikdüzü süreci aslında Türkiye’de vizyon varsa, bilgi birikimi varsa kıt kaynaklar olsa bile denizcileşmeye yönelik sonuçların elde edilebileceğinin en somut örneğidir. Beylikdüzü bugün sadece İstanbul’da değil tüm Türkiye’de deniz uygarlığına yani denizcileşmeye yönelik gayretlerimizde sivil bir önderdir. Batı İstanbul marinasında temel denizcilik eğitimleri, ilköğretim okullarında seçmeli denizcilik dersleri uygulaması ve sualtı arkeolojisi alanında elde edilen kapsamlı başarılar Beylikdüzü ‘ne ayrı bir prestij ve kimlik veriyor. Dileriz bu somut başarı kıyısı olan her belediyeye ve diğer marinalara örnek olur.






13 Ekim 2017 Cuma

Nükleer Tehdit ve İnsanlığın Geleceği


 
Nükleer Tehdit ve İnsanlığın Geleceği
16 Ağustos 2017 tarihinde ABD’nin Kaliforniya eyaletinde bağımsız bir düşünce kuruluşu olan Los Angeles Müşterek Bölgesel İstihbarat Merkezi bir bülten yayınladı. Bülten, gelecekte Kuzey Kore’den Güney Kaliforniya’ya yapılacak bir nükleer saldırı yıkımının ölçülemeyecek boyutlarda olacağını ikaz ediyordu.  Kuzey Kore’nin Guam adasına nükleer balistik füze atabilme yeteneğini ispat ettiği; ABD Başkanı Trump’ın Kuzey Kore’yi neredeyse haritadan silecek tonda tehditler yağdırdığı bir konjonktürde yayınlanan bu bülten dikkat çekti.
Küba Krizinden Kuzey Kore Krizine. Amerikan halkı 1962 Ekim ayında yaşanan Küba Füze Krizinden bu yana nükleer tehditle bu seviyede muhatap olmamıştı. Her ne kadar mahalli ve federal yetkililer ABD ile Kuzey Kore arasında ciddi bir nükleer çatışma riskinin olmadığını açıklamış olsalar da, rapor Kuzey Kore’nin kıtalararası nükleer balistik füzeye sahip olma yeteneğinin her geçen gün arttığını dile getirerek, Los Angeles’in böyle bir saldırıya hazır olmasını tavsiye ediyor.
Raporda en çok dikkat çeken değerlendirme, federal yardımın Los Angeles kentine patlamadan ancak 72 saat sonra erişebileceği vurgusu. (link: (https://www.documentcloud.org/documents/4059942-JRIC-Final-Redacted.html#document/p2)
Teknolojinin en büyük hatası. Nükleer silahlar insanlık tarihinin yarattığı en büyük yıkıcı güç. Bu nedenledir ki Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan atom bombalarının mimarı Oppenheimer, Manhattan projesinin ilk testi başarılı olunca kutsal bir Hint kitabında okuduğu şu cümleleri sarf etmişti: ‘’Şimdi ben ölüm ve dünyaların yok edicisi  oldum.’’ İsveç Stockholm’de bulunan SPRI (Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü) 2012 kayıtlarına göre, dünyada 8 devlet (ABD, RF, İngiltere, Çin, Fransa, Hindistan, Pakistan ve İsrail) her an kullanıma hazır 4400 nükleer silaha sahip. Eğer depolarda tutulanlar dahil edilirse kabaca  19 000 nükleer silahtan bahsediliyor. ABD ve RF sırasıyla 8000 ve 10000 civarında savaş başlığına sahipken, diğer nükleer devletlerin savaş başlığı sayısı 80 ile 300 arasında değişiyor. Yıkım gücü dünyada canlı bırakmayacak kadar büyük. Örneğin ABD’nin  Ohio sınıfı nükleer balistik füze denizaltılarının taşıdığı 6500 deniz mili menzile sahip 24 adet “UGM 133 Trident-D–5” füzelerinin 60 ton ağırlığındaki sadece bir tanesinin ateş gücü, Birinci ve İkinci Dünya Savaşlarında -Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan nükleer bombalar dâhil- kullanılan tüm bombaların ateş gücünden fazla bir yıkım gücüne sahip.
Nükleer patlamanın enerjileri. Bu enerjiler Blast (patlama/çarpma) etkisi, ısı yayılması ve nükleer radyasyondur. Kiloton (KT) menzilindeki nükleer bir silah için bu enerjilerin payı  sırasıyla %50, %35 ve % 15 dir. Hiroşima’ya atılan bomba 15 KT gücündeydi. Bu güçteki bir  bomba 800 km hızla giden çarpma (blast) ve ısı yayılması ile  3,5 km içinde; 550 KT gücündeki bir bomba ise 9 km  içindeki  alanlarda ani ölümlere neden olur. Ancak uzun vadede bu yıkımdan daha çok zarar verir. Patlama sonucu oluşan Kiloton (KT) seviyesinde binlerce santigrat; Megaton (MT) seviyesinde milyonlarca santigrat derece ısıya sahip ateş topu, kiloton seviyesinde birkaç yüz metre içinde, MT seviyesinde 1 km üzerindeki alanda ne varsa buharlaştırarak yok eder ve atmosfere toz zerrecikleri ile yükselterek taşır. Bu zerreler, uzun dönemde canlılara ve doğaya çok büyük zarar verirler. Nükleer serpinti ile yer sıfır noktasının çok uzaklarına ve çok geniş alanlara uzun dönem yıkıcı sonuçları olan radyasyonu taşırlar.
En büyük tehdit: Nükleer Serpinti. Nükleer serpinti, patlamadan 24 saat sonra atmosferde hazırdır. Küçük parçacıklar stratosferde küresel çapta yayılırken, daha büyükleri yerküreye yakın alanlarda mahalli serpinti olarak yerlerini alır. İşte tam bu noktada nükleer silahın kazanana da huzurlu bir zafer getirmeyeceğini söyleyebiliriz. Zira küresel serpintiden kurtuluş yoktur. Kurtulduğunu zannedenler uzun dönemde DNA, metabolizma ve üreme sistemlerdeki sinsi hasarlar nedeni ile kansere yakalanırlar. Antarktika’da son 40 yılda buzlar üzerinde yapılan incelemelerde, Fransızların, Pasifik Okyanusunda Fransız Polinezya’sında yıllar önce yaptığı nükleer denemelerin izleri tespit edildi. Bu alanlar yer sıfır noktasına on bin km uzaktaydı. Nükleer serpintinin uzun dönemde yaratacağı diğer etki küresel iklim sisteminin bozulmasıdır. Birincisi güneş ışınlarının yeryüzüne erişmesine engel olacak bulutlar nedeni ile soğuma; diğeri de ozon tabakasının zayıflaması nedeni ile mor ötesi ışınların canlılara büyük zarar verecek kadar artışıdır. NASA, patlama sonrası oluşan  nükleer serpinti dumanının % 40’ının stratosferde 10 yıl kalacağını tespit ediyor. Kısacası günümüzde kullanıma hazır nükleer envanterin % 1 inin gücü nükleer karanlık çağı başlatabilir. Büyük şehirlerde patlatılacak 100 Hiroşima gücünde (1,5 MT) nükleer bomba stratosferde kabaca 5 milyon ton serpinti zerrecikleri dumanı yaratarak küresel ısının buz çağı dönemine geri dönmesine neden olabilir. Bu durum 1 milyar üzerinde insanın açlıktan ölmesi demektir. Kısacası nükleer silah kullanan taraf sadece insanları öldürmekle kalmıyor, doğayı öldürüyor. Doğa ise asla affetmiyor. Çernobil’de 26 Nisan 1986’da patlayan 1000 mw’lık reaktörün yarattığı radyasyon bir bombadan farklı olarak blast ve ısı yayılması yaratmadığı  halde 100 Hiroşima’ya yakın serpinti yarattı. Etkileri bugün bile sürüyor. 1986 yılından sonra Marmara’da  kanser vakaları 2 kat, Karadeniz’de 3 kat arttı.
Sonuç olarak: Başkan Trump’ın Kuzey Kore’yi ateş gücü ile  tehdit etmesi pratik sonuçlara sahip değil. Kore’de patlayacak Amerikan bombasının nükleer serpintisi Güney Kore, Çin, Japonya ve Rusya’da ve dolaylı olarak Pasifik bölgesinde doğayı katledecektir. ABD, kendisine nükleer bir saldırı olmadığı sürece bu silahları zaten kullanmayacaktır. Kullanmak zorunda kaldığı anda da kendini savunmaktan çok intihar etmiş olacaktır. Bu nedenle soğuk savaş döneminde nükleer silah dengesine ‘’garantilenmiş karşılıklı yıkım (Mutually Assured Destruction)’’ deniyordu. İnsanlığın geleceği nükleer silahlardan arınmayı gerekli kılıyor. Bunun ilk adımının ABD tarafından atılması gerekirken ABD silah sanayii yenileme ve artırım peşinde koşmaya devam ediyor.


5 Ekim 2017 Perşembe

Muavenet’in Ruhu Aramızda


 
Muavenet’in Ruhu Aramızda
Tam tamına 25 yıl önce, 1992 yılının 1 Ekim’ini,  2 Ekim’e bağlayan gece yarısı Türk Deniz Kuvvetleri, tarihinin en acı olaylarından birini yaşadı. Ege Denizi’nde devam eden NATO’nun planlı tatbikatlarından olan Display Determination (Kararlılık Gösterisi) 92 isimli tatbikata katılan TCG Muavenet muhribine, ABD’ye ait USS Saratoga uçak gemisi, iki adet NATO Sea Sparrow füzesi ateşledi ve gemi komutanı Kurmay Yarbay Kudret Güngör ile vardiya subayı Teğmen Alper Tunga Akan, Telsiz Astsubayı Serkan Aktepe, İkmal Çavuş Mustafa Kılınç ve Topçu Er Recep Akan şehit düştü. Ağır hasar alan gemide ayrıca birçok personel yaralandı. Yaşanan bu olay kimi çevreler tarafından kaza, kimileri tarafından ise komplo olarak nitelendirildi. USS Saratoga uçak gemisi aslen hava hedeflerine karşı kullanılan NATO Sea Sparrow füzesini, hafif su üstü hedeflerine karşı ikinci kullanım şekli olan SASS tercihi ile kullanmıştı. Amerikalılar yaşanan olayın tatbikattaki bir taktik oyunun gerçek zannedilerek meydana geldiğini iddia etmişti.
Kaza olması imkansız. O dönem Deniz Kuvvetleri Komutanlığı görevini devralalı henüz 1,5 ay olmuş Oramiral Vural Bayazıt olayı 18 yıl sonra şöyle anlatıyordu. (Deniz Harp Okulu Pusula Dergisi, (E) Oramiral Vural Bayazıt ile Söyleşi, Sayı 69, Aralık 2010, Sayfa 7): “Gelişen olaylar neticesinde, o günlerde kamuoyunda çok farklı değerlendirmeler yapıldı ve komplo teorileri üretildi...Neticede ortaya çıkan gerçek şuydu. USS Saratoga uçak gemisi Adriyatik’te görevli ve Yugoslav uçaklarının taarruzlarına karşı sürekli tetikte. Fakat bir NATO tatbikatında kısa süreli olarak Ege Denizi’ne intikal ediyor. Savaş Harekat Subayı eğitim yapalım diyor. Emniyetsiz bir şekilde yapılan bu eğitimde Sea Sparrow füzesi yanlışlıkla atılıyor ve TCG Muavenet vuruluyor. Soruşturma Heyetin tespit ettiği en önemli husus, gemi personeline Ege’ye intikal ettirildiğinin duyurulmamış olması. Gemide eğitim emri veya günlük emir de yayımlanmamış. Personel kendini Adriyatik’te sanıyor. Hazırlanan raporlarda “bu olay, gemi personelinin eğitimsizliğinden ve bilgisizliğinden kaynaklanmıştır” ifadesi var. Ben ABD’den personelin etnik kökenlerini gösteren liste istedim. Liste geldi inceledik. Genelde Latin ve İngiliz kökenliydi isimler. Bizi sıkıntıya sokacak bir isim yoktu.”
Somut gerçeği aramaya yönelik olmadığı, içindeki çelişkilerden belli olan bu açıklamanın, jeopolitik bir meydan okumaya cevap veremeyeceği açıktır. Zira yaşanan olay kaza olması imkansız, kasıtlı olaylar zincirinden oluşmaktadır.
Çok aşamalı Ateşleme Süreci. MEKO sınıfı firkateynlerimizde de bulunan Sea Sparrow füzesinin ateşlenebilmesi için 7 ayrı emniyet safhasının geçilmesi gerekir. Öncelikle uçak gemisinde Harekat Merkezinden en az 150 metre uzaktaki fırlatma lançeri üzerinde ateşleme kamçılarının (arm plugs) donatılması gerekir. Daha sonra lançere yakın bir mahalde bulunan sistem kontrol kabini üzerindeki ateşleme anahtarı ile lançerin atışa hazır hale getirilmesi gerekir. Müteakiben atış kontrol radarı ile hedefin bulunup, üzerine STIR radarı ile sürekli elektro-manyetik enerji göndererek vuruş anına kadar hedefin aydınlatılması; bu arada merminin ısınmasının beklenmesi ve hazır ikazının alınması gerekir. Son aşamada ateşleme anahtarının çevrilerek düğmesine basmak gerekir. Bu kadar safhanın komutan onayı ve bilgisi olmadan kontrolsüz bir şekilde aşılması mümkün değildir. Ayrıca tatbikatlar dâhil, bir savaş gemisinin aydınlatma radarı ile aydınlatılması “düşmanca harekete” girer. O nedenle daha başlangıçta NATO müttefiki bir ülke savaş gemisine karşı STIR Radarı ile aydınlatma yapmaları kabul edilemez bir tutumdur. Diğer taraftan bir uçak gemisi harekât ve silah bölümü personelinin Ege Denizi’nde bulunduklarını bilmemeleri düşünülemez. Zira 5000 kişinin yaşadığı bir uçak gemisinde günlük emirler ve eğitim emirleri olmadan düzen ve disiplin sağlamak mümkün değildir.  Diğer yandan, Sea Sparrow füzesi havaya karşı ani reaksiyon silahıdır. Bir savaş gemisine, herhangi bir hava teması tehdit teşkil edecek rota ve süratle yaklaşıyorsa, 16 km’den itibaren bu silah kullanılabilir. Eğer bu silah (SASS modda) satıh hedefine karşı kullanılacaksa, özellikle bir uçak gemisi için kesinlikle acil bir durum söz konusu olamaz. Zira bu silah, bu şekilde ancak ufuk menzili içindeki yakın temaslara karşı kullanılabilir. Amerikan doktrininin en önemli uygulamalarından biri olarak, uçak gemisinin 100 mili içine tehdit teşkil edecek uçak veya suüstü gemisinin girmesine izin verilmemesidir. O halde SASS modda füze atılmasının acil bir güvenlik ihtiyacı olmayacağı aşikârdır. Öyle bir acil durum olsa gece yarısı 5000 kişinin savaş yerlerini donatması gerekirdi ki öyle bir durum söz konusu değil. Gemi Komutanı bile köprüüstü veya Harekat Merkezinde değil.
Gerçeği Görebilmek. ABD tarihini ve stratejik derinliğini takip edenler, bu olayın başından itibaren bir kaza olmadığını savundu. Küba’yı işgal edebilmek için  15 Şubat 1898’de USS Maine muharebe gemisini büyük bir infilakla Havana limanı önünde batıran; ya da Tonkin Körfezinde 2 Ağustos 1964 de Kuzey Vietnam torpidobotları tarafından USS Maddox muhribine yapılan gerçek saldırı girişimini 4 Ağustos’ta tekrar edilmiş gibi göstererek  Vietnam’a saldıran; 7 Mayıs 1999 günü NATO’nun BM kararı olmadan giriştiği Sırbistan müdahalesinde Belgrad’daki Çin Elçilik binasına füze saldırısında bulunup yanlışlıkla oldu diyebilen;  21 Mart 2003 tarihinde nükleer silahları var aldatmacası ile Irak’a saldıran ABD hegemonyasının karmaşık sicili bu tezi güçlü kılmaktadır.
Muavenet Üzerinden Mesaj. ABD’nin 90’lı yılların başında Soğuk Savaş sonrası gücünün doruğuna çıktığı bir konjonktürde, Kuzey Irak’ta PKK oluşumuna izin vermeyen ve hegemonyanın planlarına direnen Türkiye’ye dolaylı bir mesaj vermeyi hedeflemiş olması göz ardı edilemez. Nitekim aynı yıl 30 Ağustos 1992’den itibaren onbinlerce asker ile Kuzey Irak’ta başlatılan harekât sonunda PKK’ya toplam 4500 civarında zayiat verdirildiğini ve  bu harekâtın PKK ile mücadelede en önemli dönüm noktası olduğunu; aynı günlerde Çekiç Güç (Provide Comfort) harekatının süresinin uzatılması konusunda Hükümetin menfi tutumunu hatırlıyoruz. TCG Muavenet, Cumhuriyet Donanmasının bir unsuru olarak bu mücadelede dolaylı olarak yerini almıştır. Barzanistan tehdidini görebilen merhum Orgeneral Eşref Bitlis gibi vatansever komutan ve devlet adamlarının duruş ve mücadelesinin bedeli Muavenet üzerinden  ödetilmeye ve süreç caydırılmaya çalışılmıştır. Muavenet ve şehitlerinin ruhu, Barzanistan’ın referandum sürecine kadar döşenen hatalar zincirini görerek çok acı çekti. Bugün Muavenet ruhu çekilen acılara rağmen ayakta kalabilmeli, her unsur ve her olanakla Barzanistan engellenmelidir. Hedef eninde sonunda Akdeniz’de kıyısı olan Kürdistan’ın yaratılmasıdır. Bu mücadelede ne siyasi ne de ekonomik kaygılar olmamalıdır. Zira kaybın sonucu jeopolitiktir. Muavenet şehitlerimizi rahmet, hasret ve minnet ile anıyoruz.