28 Ocak 2020 Salı

Türkiye Kendine Güvenmeyi Öğrenmeli

Description: IMG_0131 




Türkiye Kendine Güvenmeyi Öğrenmeli
Geçen hafta ABD’nin 350 milyon dolar bütçeye sahip devlet ve CIA destekli RAND Şirketi, Türkiye hakkında bir rapor yayınladı. ‘’Türkiye’nin Milliyetçi Rotası: ABD-Türkiye Stratejik İlişkileri ve ABD Ordusu Açısından Sonuçları” başlığını taşıyan 243 sayfalık rapora, aralarında eski Deniz Subayı Stephen Larabee’nin de bulunduğu 10 ayrı yazar katkı sağladı. Stephen Larabee, Graham Fuller ve George Friedman gibi AKP politikalarını ve Türk siyasetini bilen bir analist. Geçmişte de Türkiye hakkında pek çok makale ve araştırması yayınlandı. Rapor, kamuoyunda çok büyük bir tesir yaratmadı. Bunun iki nedeni var. Birincisi, artık Atlantik Sistemin yani ABD’nin Türk kamuoyunda ve entelejansiyası üzerindeki özgül ağırlığı zayıfladı. ABD’de Türkiye hakkında yayınlanan  her rapora kutsal metin muamelesi yapanlar azaldı.   İkincisi, tek kutuplu dünyadan çok kutuplu dünyaya geçilirken, Asya yüzyılı başladı. Artık hiç bir şey eskisi gibi değil.
15 Temmuz Gölgesindeki Türk Amerikan İlişkileri. Tabi bu iki faktörün üzerine, 15 Temmuz 2016 gecesi Türk halkına ateş açan üniformalı FETÖ ihanetini ve her hafta şehit haberleri ile yıkıldığımız Amerikan destekli PKK/PYD/YPG terörünü de koymalıyız. Bugün sokaktaki adam FETÖ’nün CIA veya ABD’nin bir devlet mekanizması olduğunu; PKK/PYD/YPG ‘nin ardında ABD’nin yer aldığını biliyor. Eğer bir ülkede esnaf ve taksi şoförleri bile bu gerçeği biliyor ve anlatıyorsa, ABD’nin o ülkede gerek güvenilir arabulucu, gerekse kararları etkileme unsuru olması imkansıza yakındır. Diğer yandan bu iki yalın, yakıcı, açık milli güvenlik tehdidine rağmen günümüzde gerek hükümet, gerek muhalefet, gerekse akademi dünyasında hala Pax Americana önderliği ve  fedailiği yapanların olması da ABD’nin başarı hanesine yazılmalı.
Muhalefet ve Savunmaya Bel Bağlamak. Raporla ilgili en güzel ve kısa başlığı Veryansıntv’ye demeç veren E.General Nejat Eslen attı:  ‘’İç siyasette kumpas, TSK’da Darbe Kışkırtması.’’ Türkiye üzerine kurgulanan dört ayrı senaryonun içerildiği RAND raporunda ABD-Türkiye ilişkilerinin düzeltilmesinde mevcut muhalefete ve Milli Savunma Bakanlığına yani asker-asker ilişkisine bel bağlandığını  görüyoruz. Ancak Rubicon geçildi. Türkiye’de Washington istiyor diye darbeler olmaz. Diğer yandan söz konusu rapora özne olan kurumlar son derece dikkatli olmalıdır. Ülkemizde muhalefet, iktidara gelmek için her yolu meşru ve geçerli görüyor. Ancak halkına ateş eden FETÖ’ye kanat geren ve Anadolu’yu PKK üzerinden kana bulayan bir devlete iktidara gelmek için yaklaşmak ne kadar ahlaki ve halk nezdinde ne kadar geçerli bir seçenektir? Diğer taraftan, FETÖ’nün kumpasları ile kanlı 15 Temmuz girişiminden en çok acı çeken kurum emniyet ve Silahlı Kuvvetler. TSK, önce Ergenekon ve Balyoz tipi kumpas davalar, ardından kanlı FETÖ kalkışmasını yaşadı. Silah arkadaşlarını kaybettiler. Ateşi ve ihaneti gördüler. Aileleri ile birlikte çok acılar çektiler. Her iki alçak girişimin kaynağı ve sahibi, asıl olarak TSK içindeki FETÖ casus ve militanları idi. Bugün de  FETÖ lideri ABD‘de el üzerinde tutulurken; kaçaklarına ABD başta olmak üzere hemen hemen tüm NATO ülkelerinde korunma ve sığınma tanınması; FETÖ trollerinin yurt dışından sosyal medya saldırılarını kumpas davalar dönemindeki gibi sürdürüyor olmaları vicdanları sadece yaralamıyor, aksine ABD ve batı karşıtlığını haklı olarak geliştiriyor. Artık Türkiye’de ABD ile özellikle siyaset, savunma ve güvenlik alanlarında iltisaklı olmak bile belirsizlik ve güvensizlik yaratıyor.  Örneğin kamuoyunun çok büyük bir katılımla Kanal İstanbul’a karşı çıktığı yaşadığımız dönemde, bir ABD finans kuruluşunun kanalın finansörü olacağı haberinin  medyada yer alması bile kitlelerde zaten mevcut olan kanala karşı şüpheci ve  sorgulayıcı güvensizliği katlıyor. Hele RAND raporunun Milli Savunma Üniversitesini (MSÜ) ağırlık merkezlerinden birisi yapması ve müfredata kadar karışması bardağı taşıran son damla oluyor. Hangi yüzle ve ne cüretle? Bu rapor ABD’de bazı kesimlerin Türkiye’yi halen Bon pour L’Orient (Doğu için iyidir) olarak gördüğünü ya da görmek istediğini ortaya koyuyor. Raporda özellikle odağa konulan gerek Milli Savunma Bakanlığının gerek Üniversitesinin bu haddini aşan yaklaşıma karşı milli bir duruşla teyakkuzda olmasını beklemek her Türk vatandaşının hakkıdır.
ABD, Türkiye’yi Çoktan Kaybetti. Buradan RAND yazarlarına Türkiye hakkında araştırma konusunda artık farklı gözlük takmaları gerektiğini hatırlatalım. Bazı mesai arkadaşları bu gerçeğe yaklaşmışlar. Bakın yıllarca Türkiye’de CIA istasyon şefliği yapan ve FETÖ’nün maddi ve manevi babası Graham Fuller, kendi adını taşıyan web sitesinde, 6 Ağustos 2019 tarihinde yayınladığı ‘’Türkiye’yi kim kaybetti’’ başlıklı yazısında ne diyor:
’Washington'daki hiç kimse Türkiye'yi “kaybetmedi”, süreç değişik jeopolitik kuvvetlerin ürünü oldu. Türkler ayrıca, Washington tarafından “saklanacak” veya “kaybedilecek” bir mülk olarak görülmeyi ya da Ankara'nın varsayılan özelliğinin ‘’Amerikan müttefiki” olması gerektiği varsayımını kabul etmeyi alçaltıcı buluyor...Yeni bir Türk liderliği ortaya çıktığında, Batı'nın uzun süredir uysallığına güvendiği Türkiye’nin ‘’eski müttefik” konumuna döneceğini varsaymak ciddi bir hata olacaktır. Başlangıçta herhangi bir yeni lider, burada ve orada Batı ile birkaç çiti düzeltmeye çalışabilir, ancak Türkiye'nin Avrasya ile derin etkileşimini içeren genişletilmiş jeopolitik kader olarak gördüğü politikayı sürdürmeye kesinlikle devam edecektir.’’
Aslında Graham Fuller’a verilecek çok cevap var ama şunu söylemeden geçemeyiz. Türkiye’yi Washington çoktan kaybetti. Türkiye’yi sokaktaki Amerikalı kaybetmedi. FETÖ’yü, PKK’yı Türkiye aleyhindeki her türlü girişimi besleyen ve destekleyen Washington siyaseti ve emperyalist devlet kaybetti. Devam edelim. Geçen 28 Kasım 2019 tarihinde İstanbul’da yapılan  ‘’Dijital Gelecek’’ seminerinde Gölge CIA olarak kabul edilen düşünce kuruluşu STRATFOR’un Başkanı George Friedman da yaptığı konuşmada şunları söylüyordu:
 “On yıl önce saçma bir şey yazdım, yani Türkiye büyük bir güç olarak ortaya çıkıyor dedim.... İnsanlar bana bunun mümkün olmadığını, özellikle de Türkler bunun mümkün olmadığını söylediler. Ancak bu mümkün ve gerçekleşiyor...On yıl önce Türkiye'nin Rusya ile, ABD ile, tüm bu ülkelerle aynı masada oturacağı ve eşit olarak konuşacağı fikri ... bu pek olası değildi."

Kendine Güven Türkiye. Kabaca 2 yıl önce 26 Kasım 2017 tarihinde, ‘’Kendine Güven Türkiye. 70 yıllık döngülere son ver’’, başlıklı bir makalem Aydınlık Gazetesinde yayınlandı. Kırım savaşından günümüze geçen iki ayrı 70 yıllık döngüye dikkat çekmiştim. 1853-1923 ve 1946-2016 döngüleri. Her ikisi de Türkiye’yi korumak için batının Türkiye yanında müdahalesi ile başlamış sonunda kurtarmaya gelen güçler vatanımızı işgale yeltenmişti. Sadece 1923-1946 arasında Mustafa Kemal Atatürk’ün çizdiği jeopolitik esaslar sayesinde bağımsız bir dönem yaşanabilmişti. Bugün yeni bir konjonktür mevcut. Asya uyandı. Türkiye uyanıyor. Komşuları ile Batı Asya’da kendi bölgesinin jeopolitik kaderini ele almayı öğreniyor. Dışişlerinin Yeniden Asya Açılımı, Türk - Rus stratejik işbirliği, Astana ve Soçi Süreçleri, Türk- İran yakınlaşması, Libya ile işbirliği, Kuşak ve Yol Girişimi üzerinden Türk-Çin ekonomik işbirliği, bu yeni dönemin dinamiklerini oluşturuyor. Türkiye’nin ne  ekonomisi ne demografik gücü ne de savunma sanayi 1853 ve 1947 şartlarıyla kıyaslanamaz. İkinci döngüyü kırmakta olduğumuz bu günlerde, atalarımızın Anadolu’da imparatorluklar kurduğunu, Kurtuluş Savaşı ve Kuruluş devrimleri ile emperyalizme ilk tokat atabilen  ulus olduğumuzu unutmamamız gerekir. Ayrıca, vatan topraklarımız tarihte Türklerden başkası tarafından kurtarılmadı. Türk halkı kendine güvenmelidir. Geleceğimiz öyle 243 sayfalık raporlara meze olamaz. Türk’ün kaderini sadece Türk çizer.







20 Ocak 2020 Pazartesi

İzmir İktisat Kongresinde Denizciliğin Yeri

Description: IMG_0131 




İzmir İktisat Kongresinde Denizciliğin Yeri
5 Kasım 1922 günü İnönü ve Türk delegasyonu Lozan’a uğurlanmış, 17 Kasım ‘da Sultan Vahdettin İngilizlerin himayesine sığınarak İstanbul’dan kaçmıştı. 20 Kasım 1922 günü, 4 Şubat 1923’e kadar sürecek Birinci Dönem Lozan Konferansı başlar.  Ancak emperyalizmin kapitülasyon ısrarı nedeniyle akamete uğrar ve heyetimiz Ankara’ya döner. Konferansa ara verilmesinin ertesi günü Mustafa Kemal 5 Şubat’ta askeri bir tatbikat başlatır.  Bir gazete muhabirine şunları söyler: ‘’Lozan’da iktisadi meselelerden dolayı kesinti olmuştur. Zerre kadar hayrete düşmeyiniz. Sorumluluğu bize ait olmayan ve olmayacak olan hesaplaşmaların safhaları ne olursa olsun, yasal  hukukumuzu her şekilde temine muvaffak olacağımıza şüphesi olmayan kimseleriz.’’
İktisat Kongresi Toplanıyor. Lozan konferansının kesintiye uğramasından tam 13 gün sonra, 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir İktisat Kongresi toplandı. Kongrenin, Lozan Konferansı veya onun kesintiye uğraması ile bir alakası yoktu. Karar çok önceden alınmıştı. 4 Mart 1923 tarihine kadar devam eden kongreye ülkenin pek çok yerinden gelen, çiftçi, tüccar, sanayici ve işçi gruplarını temsil eden 1135 delege başta olmak üzere toplamda 3000 kişi katıldı. Kongreyi, İktisat Vekili Mahmut Esat Bozkurt yönetti. Açılışı Gazi Mustafa Kemal yaptı. Şöyle diyordu: ‘’Çünkü bu devlet, iktisadi egemenliğini sağlayacak olursa o kadar kuvvetli bir temel üzerinde yerleşmiş ve yükselmeye başlamış olacaktır ki, artık bunu yerinden kımıldatmak mümkün olmayacaktır.’’
Üretim Ekonomisi. Sürekli üretim ekonomisinin önemine değinen Mustafa Kemal, Fatih, Yavuz ve Kanuni örneklemeleri ile Osmanlı dönemine eleştiriler getiriyor ve şunlara vurgu yapıyordu: ‘Osmanlı tarihinde bütün çabalar milletin gerçek ihtiyaçları karşılamaya değil, kudretli ve azametli padişahların ihtiraslarını tatmine yönelmiştir...Onları uzun seferlerde fetih meydanlarında kullandılar. Millet kendi yurdunda hayatını sürdürmek ve üretim için çalışmaktan mahrum kılınarak, diyar diyar dolaştırılıyor...Kılıçla fetih yapanlar, sabanla fetih yapanlara en sonunda yerlerini  terk etmeye mahkûmdur. Kılıç kullanan kol yorulur, fakat saban kullanan kol kuvvetlenerek her gün daha çok şeye sahip olur.’’
General Karabekir ve Mahmut Esat Bozkurt’un konuşmalarından sonra kongre yoğun bir mesai sonucunda tamamlanır. Kongre sonunda 12 maddelik bir Misak-ı İktisadi bildirisi yayınlanır. Bildiriye, tüccar grubu 126 madde, çiftçi grubu 83 madde, işçiler 34 madde ve sanayiciler 26 maddelik ekler (lahiya) ile katkı sağlarlar.
Amasya Tamiminden İzmir Tamimine. Yazar ve Akademisyen Serdar Şahinkaya ‘’Gazi Mustafa Kemal ve Cumhuriyet Ekonomisinin İnşası’’ isimli kitabında, yazar Atilla İlhan’a referansla  ‘’Amasya Tamimi, nasıl Kurtuluş Savaşını başlatan ve bu savaş boyunca güdülen amaç ve esasların hukuki temel metnini oluşturmuşsa, İzmir İktisat Kongresi de bir miktar iddialı bulunsa da 29 Ekim 1923’te ilan edilecek olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ve bu cumhuriyetin niteliğini oluşturan iktisadi yapılanmanın temelini oluşturmuştur.’’ Diyor. Gerek kongrenin hazırlık aşamasında gerekse icrasında denizcilik ayrı bir yere sahip değil.  Bu duruma şaşırmamak gerekiyor. Zira kapitülasyonlar ve denizcilikten uzak Osmanlı Hanedanının yarattığı menfi etki ile son 300 yıldır denizlerden ve denizcilikten uzak tutulmuş halkın, kurulacak yeni Cumhuriyete aktaracağı güçlü bir denizcilik mirası yoktu.
Kongrede Denizciliğin Yeri. Kongre sonucunda  açıklanan 12 maddelik ana bildiride denizcilik geçmiyor, tüccar grubunun iktisat esaslarının içerildiği 126 maddelik bildiride denizcilik konuları ‘’Ticaret-i Bahriye Meseleleri’’ adı altında 24 madde ile açıklanıyordu. Söz konusu 24 maddede neler vardı? Halen Türkiye Toplumsal Tarih Araştırmaları Vakfı Başkanı olarak görev yapan Prof. Dr. Mehmet Öznur Alkan’ın 1992 Haziran -Temmuz aylarına ait 38 - 39 numaralı Birikim Dergisinde yayınlanan ‘’Türkiye İktisat Kongresi 1923’e Katkı (3)’’ başlıklı makalesi denizcilerin bir nevi manifestosuna dönüşen lahiyasını açıklıyor. Manifesto diyorum zira lahiya, kongre boyunca deniz ve denizcilikten hiç bahsedilmemesini eleştirerek başlıyor: ‘’...ekmeğini kazanmak isteyen denizcilerimizden hiç bahis edilmemesi bizleri birkaç söz söylemeye mecbur etti. Nazar-ı insafla dinleneceğinden eminiz.’’ Lahiya, güvenlik ve savunma boyutunda, deniz tarihimizin geçmişinde yaşanan parlak örnekleri vererek, devletin denizcileşmesine duyulan gereksinimi öne çıkarıyor. Balkan ve Birinci Dünya Savaşlarında yaşanan az sayıdaki başarı ve  kahramanlıklar ile kurtuluş savaşında Karadeniz’de Rusya’dan temin edilen lojistik desteğin taşınmasındaki haklı gururu öne çıkarıyor. Yunanistan’ın nasıl denizcileştiğini her alandan örnekler vererek izah ediyor. Kapitülasyonlar sonucu kaybedilen kabotaj hakkının milleti ve devleti nasıl kemirdiğine dikkat çekiliyor. Şöyle deniyor: ‘’Kapitülasyonların hep uzağı görmezlik ve düşüncesizlik yüzünden milletin başına bela olduğunu bilmeyen bir fert yoktur.. Bunun hangi sebeple olursa olsun idamesi memleket ve millet için en büyük felakettir...Yabancı sermayeli firmalar, Ermeni ve Rumları kullanarak sahillerimizde çalışıp, kemiklerimizi emerek, paramızı alıyorlar.’’
Dönemin Önlemler Paketi. Alınması gereken acil önlemler arasında sahildeki halkın yaşamının denizcilik üzerinden temin edilmesi ve savaş zamanı denizci yetiştirilmesi hedef olarak belirleniyor. Ticaret-i Bahriye Bankası’nın kurulması; Ticaret Filosu ile Ticaret-i Bahriye sanayinin yani tersaneciliğin himaye edilmesi; Balıkçılık ve balık yağcılığının geliştirilerek aşırı vergi yükünden kurtulması; Deniz meslek erbabının yetiştirileceği denizcilik okullarının açılması gerektiği ve en önemlisi 1909 yılında II. Abdülhamit’in yıkım donanmasından kurtulmak ve yeni bir donanmanın yapılmasını sağlamak için kurulan, ancak Vahdettin zamanında Damat Ferit tarafından kapatılan Donanma Cemiyetinin yeniden kurulması teklif ediliyor: ‘’Memleketimizde denizciliğimizi yürütebilmek için bir çare de, bütün halkı denizle alakadar etmektir. Halk, denizciliğin faydalarını bilir ve anlarsa, ilgisi çoğalır. Bunun için milletin malı olan ve Ferit hükümeti tarafından cebren lağvedilen donanma cemiyetinin derhal yeniden ihyası elzemdir. ‘’
Günümüze Dersler. Devlet, Mustafa Kemalin mirası Cumhuriyet Donanmasını bugüne kadar geliştirdi. Bu yarımada devletinde yaşamanın; hayatta kalmanın gereği idi. Ancak aynı başarı, 1926 sonrası yakalanan büyük devrimci ivmeye rağmen denizcilik gücünün diğer alanlarında sağlanamadı. Devleti bir türlü denizcileştiremedik. Son 50 yılda Cumhuriyet Hükümetleri turizm, inşaat ve tekstile verdiği teşvik ve desteğin onda birini denizciliğe vermedi. 1965 yılında tekrar kurulan Donanma Cemiyeti (Vakfı)’nın 1987 yılında General Evren döneminde kapatılması ile halkın denizcileşmesine yönelik hiç bir araç kalmadı. Bu alanda diğer Sivil Toplum Örgütleri ile lobi ve baskı grupları da yetersiz kaldılar. Meslek odalarının bir çoğu ise rant ekonomisinin kurbanı olarak taktik kazançları stratejik geleceğe tercih ettiler. Sustular. Türkiye’nin geleceği genç nesiller bu kaderi değiştirmelidir. Uygarlık kıyılarda yani denizlerde başlar. Türkiye’nin denizcileşmesinin iki anahtarı vardır. Birincisi Devlet/Hükümetin iradesi, ikincisi halka denizin sevdirilmesi ve denizcileşmesidir.  Devletin egemen gücü, yasama ve yürütmede denizciliği gerçek anlamda partiler üstü bir ülküye dönüştürerek siyasi, ekonomik, kültürel ve sosyal alanlarda elle tutulur projelerle somutlaştırabilir ve hepsinden önemlisi “Toprak Gemi” Anadolu’nun iç kısımlarına deniz kültürünü taşıyabilirse, Türkiye’nin kaderi değişecektir.



13 Ocak 2020 Pazartesi

Doğu Akdeniz, Revizyonizm ve Yeni Osmanlıcılık

Description: IMG_0131 


Yunan medyası ile dışardaki FETÖ medyası başta olmak üzere,  Doğu Akdeniz merkezli jeopolitik rekabet cephesinde, Türkiye karşıtları tarafından  sürekli vurgulanan kavramlar, Revizyonizm (mevcut durumu bir önceki jeopolitik koşullara dönüştürmek)  ve Yeni Osmanlıcılık-(Neo Ottomanism). İsim ve kavram babası olduğum Mavi Vatan da özellikle Libya ile deniz sınır ve yardım mutabakat muhtıraları imzalanmasından sonra bu genelleme içine alınıyor. Baştan yazının sonucunu söyleyelim. Mavi Vatan, Revizyonizm ve Yeni Osmanlıcılık ile uzaktan yakından alakalı değildir. Diğer taraftan bu yorum tarihimizi veya geçmişimizi inkar etmek anlamında değerlendirilmemelidir. Geçmişimizle gurur duyduğumuzu; imparatorluk ve devlet kurma geleneğinden gelen 5000 yıllık tarihi olan bir ulusa ait olmanın ve Türk olarak dünyaya gelmenin onurunu her nefes alışımızda hisseden biriyim. Bu kapsamda yıkılmış, yok olmuş bir imparatorluğun enkazı üzerine tarihte örneği görülmemiş büyük bir kurtuluş savaşı ve 15 yıllık Türk Rönesans’ını gerçekleştiren ölümsüz lider Mustafa Kemal ve Kemalizm’in yılmaz bir takipçisi ve savunucusuyum.
Yeni Osmanlıcılık Hayalden İbarettir. 100. Yaşına yaklaşan Cumhuriyet, Osmanlıcılık hayalleri ile uğraşmaz, uğraşmamalıdır. Soğuk savaş sonrası dönemde iktidara gelen partilerde bir kısım siyasetçiler, zaman zaman yeni Osmanlıcılık hayallerine kapılsa da,  bu hayalin son tahlilde erişebileceği konum ancak kültürel boyutta kalır. Osmanlıdan kopan Balkan, Kuzey Afrika, Ortadoğu ülkelerinin pek çoğu ile dil ve/veya din ve örf/adet ortaklığımız vardır, ancak bu ülkeler ile 21. Yüzyılda din temelli Osmanlı Milletler Topluluğu benzeri siyasi bir yapı kurulması imkansıza yakındır. Diğer taraftan başta Balkanlar ve Asya’daki akrabalarımızla Türk Dünyası çatısı altında fonksiyonel bir işbirliği yapısı kurmak düşünülmesi gereken jeopolitik bir gerçekliktir.
Mustafa Kemal’in Revizyonizmi Gerçekçidir. Cumhuriyet, Osmanlı enkazı üzerine, Misak-ı Milli sınırları içinde kalan demografik yapı üzerine, ‘’ Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk denir’’ tezi ile kurulmuş laik bir ulus devlettir.   Diğer taraftan Yurtta Sulh Cihanda Sulh felsefesi ile yürütülen güvenlik ve dış politika bugüne kadar Türkiye’yi asla revizyonist yapmamıştır.  Mustafa Kemal’in Kurtuluş sonrası Montreux Sözleşmesi ile önce Boğazlar Bölgesinin tam egemenliğini kazanıp  daha sonra Hatay’ı milli sınırlar içine katması o dönem jeopolitiğinin elzem ve kaçınılmaz sonuçlarıydı. Ömrü yetseydi, Musul ve Kerkük sorunlarını da başaracağını söyleyebiliriz. Sonrasında Cumhuriyet, bırakalım revizyonist olmayı, NATO’nun sadık bir mensubu olarak 1963 kanlı Noel’i yaşanana kadar  Kıbrıs ve Doğu Akdeniz’e bile uzak durmuştu. Eğer kanlı Noel yaşanmasa Donanmanın Mersin’e yani Akdeniz’e inmesi dahi gecikirdi. 1950’de Rumlar Enosis için plebisit yaparak ada halkının yüzde 96’sının Enosis istediğini dünyaya ilan ederken, Kıbrıs Türkleri ve Türkiye azınlık hakları talep ediyordu. Bu amaçla Kıbrıs’ta  Türk Azınlığı Kurumu bile kurulmuştu. 1951’de Ankara, ‘’Türkiye’nin Kıbrıs sorunu yoktur’’ diyebiliyor; 1964 yılında Ege’deki karasularını, Kanlı Noel ve gerginleşen Türk Yunan ilişkilerine inat  3 milden 6 mile çıkarıyordu. Daralan açık deniz alanının (%79 dan, % 49’a) gelecekte kıta sahanlığı paylaşımında karasuları karşısında elimizi zayıflatacağını bile düşünmüyordu. Daha sonraları haklı bir uyanış başlıyor, 1974 Kıbrıs Barış Harekatı büyük bir soykırımı önlemek amacıyla tamamen hukuka uygun bir şekilde icra ediliyordu. Eğer Türkiye revizyonist olsaydı adanın tamamını işgal eder ve bugüne kadar geçen süre içinde Kıbrıslı Türkler ile bütünleşmesini tamamlardı. Bütünleşme bir yana çözüm süreci altında Kıbrıs’tan uzaklaşma sağlandı ve 1983 yılında ancak KKTC kuruldu. Karşımızdaki emperyalist blok buna bile tahammül edemedi. Daha beter saldırdılar. Güney Kıbrıs Rumlarının 2004 yılında kurucu anlaşmalara tamamen aykırı bir şekilde tek taraflı AB’ye üye yapılmasına itiraz bile etmedik. Aslında bu Enosis’in bir başka şekli idi. O gün bile Türkiye, bu gelişmeyi sadece kınamakla yetindi.  Daha sonra haydutlukları sınır tanımaz ölçüde büyüdü. 2004 baharında MEB ilanı ve 2007 kışında bırakalım KKTC deniz yetki alanlarını, Türk kıta sahanlığı içine taşan alanları bile uluslararası şirketlerin hidrokarbon sondajlarına açtılar.
15 Temmuz Sonrasının Jeopolitik Uyanışı. Bugün, 21. yüzyılın üçüncü on yılına başladık. Yepyeni bir dünya konjonktürü ile karşı karşıyayız. 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimi sonrası Türkiye, yeni dünya düzeninde yerini hızla alıyor. Türkiye’nin, Rusya, Çin ve İran ile yakınlaşması, Suriye, Kuzey Irak ve Doğu Akdeniz üzerinden yeni dünya düzenine şekil veriyor. Türkiye, bu süreçte sınırdaş olduğu Kuzey Irak ve Suriye’de vekil (proxy) savaşları merkezli, düşük yoğunluklu çatışma sürecini yaşıyor. Bu süreç egemen ulus devletlerin düzenli orduları  arasında cereyan etmiyor. Diğer taraftan Doğu Akdeniz kaynaklı deniz yetki alanları paylaşım mücadelesi jeopolitik bir deniz çıkar savaşına dönüşmüş durumda. Denizde karaların aksine vekalet savaşları olmuyor. Bu kavgada Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki Mavi Vatanından sökülüp atılması amaçlanıyor. 1920’lerde yenilmiş ve işgale uğramış bir imparatorluk kalıntısı üzerinde anavatanını koruma ve Sevr’i yırtıp atma güdüsü ile kısa süre içinde Kurtuluş ve Kuruluşu başaran Türk ulusu, bu kez 21. yüzyılda Doğu Akdeniz’deki mavi vatan işgal teşebbüsünü def etmek zorundadır. Deniz Yetki alanlarımızın oluşturduğu kabaca 462 bin km karelik bir alan bize sadece ekonomik zenginlik potansiyeli sunmuyor, aynı zamanda savunmasının denizden başladığı yarımada devletimize derinliğine savunma ve jeopolitik manevra alanı sağlıyor.
Mavi Vatan Yeni Misak-ı Millidir. Mavi Vatanı gelecek kuşaklar için savunmak ne revizyonizmdir ne de yeni Osmanlıcılıktır. Kısacası Mavi Vatan denizdeki Misak-ı Millidir. Bugün hangi devlet adamı ya da siyasetçi gelecek kuşakların Doğu Akdeniz’deki 150 bin km karelik alanının çalınmasına izin verebilir? Atlantik sistem ve Yunan makamlarını çok rahatsız ettiği anlaşılan Mavi Vatan kavramına karşı revizyonizm ve yeni Osmanlıcılık  kavramları adı altında sistematik bir saldırı devam etmektedir. Üzücü olan muhalefet yapmak adına, bu yapının içerideki medya organlarıyla, yurt dışındaki açık; içerdeki kripto FETÖ kaynaklarından yapılan organize saldırıları iç siyasete alet etmek isteyenlerin mevcudiyetidir.
Mavi Vatan Jeopolitik bir Sürecin Adıdır. Mavi Vatan, tek kutuplu dünya düzeninden çok kutuplu düzene; Atlantik Çağından Asya Çağına geçiş döneminin yaşandığı geri dönülmez bugünkü küresel süreç içinde, Doğu Akdeniz, Ege, Karadeniz ve Boğazlar üzerinde Türkiye’nin jeopolitik kontrolünü güçlendiren sürecin adıdır. Bu süreç deniz yetki alanlarımızda jeopolitik hakimiyeti savunurken, Kanal İstanbul gibi Montreux Sözleşmesine zarar getirebilecek girişimlere de karşıdır. Diğer yandan Mavi Vatan, Hazar-Karadeniz- Doğu Akdeniz- Kızıldeniz- Umman Denizi ekseninde Türkiye’nin geliştireceği küresel, kıtasal ve bölgesel ilişkiler manzumesinde yepyeni fırsat ve değişim pencerelerini açan bir alanın açılım kapısının adıdır. Aynı zamanda Türkiye’nin denizcileşme sürecinin sembolüdür. Kısacası Mavi Vatan 21. Yüzyıl Türkiye jeopolitiğinin adıdır. Mavi Vatanı Yeni Osmanlıcılık ve revizyonizm ile sulandırmaya ne zamanın ruhu ne de günümüzün yakıcı jeopolitik koşulları izin vermez.
Denizci Türkiye Tarihinden Ders Alacaktır. Denizcileşen Türkiye’nin denizcileşemediği için çöken Osmanlı İmparatorluğunu taklit etmesi düşünülemez. Ancak tarihinden dersler çıkarabilir. O dersler çıkarılmıştır. Soğuk Savaş sonrası sürekli büyüyen ve yeni strateji ve doktrinlerle karşımıza çıkan Cumhuriyet Donanması, Doğu Akdeniz’de bugün yaşanan kavgaya hazır hale gelmiştir. Savunma Sanayindeki gelişmeler ile nüfusumuzun büyüklüğü ve G 20 deki yerimiz bu süreci doğal olarak ortaya çıkarmış, caydırma sağlamıştır.
Mavi Vatan ve Türk-Rus İşbirliği. Türkiye, Atlantik sistemden koptukça ve Batı Asya’ya yaklaştıkça Yeni Osmanlıcılıkla ya da revizyonizm ile suçlanmaya devam edilecektir. Zira onlar hala karşılarında Atlantik ittifak sisteminin uysal, kenar kuşak ülkesini görmek istiyorlar. Bu sürece en büyük ivme sağlayan Türkiye ve Rusya arasındaki stratejik işbirliğine nifak sokarak, iki devleti birbirine düşürmeye ve onları jeopolitik rakip, stratejik düşmana dönüştürmek istiyorlar. O nedenle buradan Yunanistan ile içerdeki ve dışardaki FETÖ medyasına bir kez daha hatırlatalım. Türkiye’yi yeni Osmanlıcılık, revizyonizm ve İslam emperyalizmi ile suçlamak Türk düşmanı cahil kitleleri kışkırtabilir. 21. Yüzyılda bölgemizin ve dünyanın barış ve istikrara ihtiyacı var. İslam coğrafyasında Müslümanın Müslümanı öldürdüğü, İsrail ile Suudi Arabistan/BAE, Mısır gibi Arap ülkelerinin stratejik müttefik olduğu bir konjonktürde Doğu Akdeniz’de Hilal-Haç çatışma iklimini gündeme getirmek ve kaşımak insanlığa fayda getirmez. Kitleleri akıldan, erdemden ve bilgelikten uzaklaştırır. Fanatizmin eninde sonunda kazandığı tek bir savaş olmamıştır. Mustafa Kemal’in ipine sarılan, laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti ile Libya’da ve Suriye’de güçlenecek Türk-Rus ortaklığı bu fanatizme karşı en büyük panzehir olacaktır. Bu süreçte iktidar, muhalefet ve tüm paydaşlar gereken dersleri çıkarmalı ve istikrara kürek çekmelidir.

.

8 Ocak 2020 Çarşamba

Umman Denizi’nden, Doğu Akdeniz’e: Değişen Dünya Düzeni

Description: IMG_0131 




Umman Denizi’nden, Doğu Akdeniz’e: Değişen Dünya Düzeni
Tarihi günler yaşanıyor. Küresel güç mücadelesi ve hegemonyanın el değiştirmesinde okyanus ve denizlerin ne kadar önemli olduğunu usanmadan yazıyoruz. 21. Yüzyılda Hint Okyanusu, Güney ve Doğu Çin Denizleri, Arktik Okyanusu ve Akdeniz bu sürecin başat aktörleri olacaklar. Geçen hafta Umman Denizinde Rus, Çin ve İran Deniz Kuvvetleri, 27 Aralık 2019 tarihinde başlayan ortak bir deniz tatbikatı icra ettiler. Tarihte bir ilk oldu. Marine Security Belt – Deniz Güvenlik Kuşağı adı verilen bu tatbikatın, taktik, operatif ve stratejik her seviyede son derece önemli sonuçları olduğunu belirtmeliyim. Her ne kadar Rusya ve Çin, resmi ağızlardan söz konusu tatbikatın deniz haydutluğu ve terörle mücadele kapsamında icra edildiğini deklare ettilerse de, asıl amacın her geçen gün çatırdayan Atlantik merkezli hegemonyaya büyük bir meydan okuma olduğunu söyleyebiliriz. Bu tatbikat hegemonyanın hedefindeki üç gücün, stratejik vizyon birliğinin dışa vurumudur. Bu tatbikatın Bağdat’ta Amerikan Büyükelçiliğinin işgal girişimlerinin yaşandığı bir dönemde icra edilmesi kaderin bir gücü müydü? Bilemeyiz. Ancak ABD’nin 2 Ocak günü İranlı devrim muhafızlarının Kudüs Gücü Komutanı General Kasım Süleymani’yi Irak’ta öldürmesi bu sürecin içinde değerlendirilmelidir. ABD yıpratma savaşından, İran ile açık çatışma dönemine geçmiş oldu. Bu hamlesi, gelecekte ciddi  hatalarından birisi olarak hatırlanacak. Zira söz konusu hamle, sokaktaki Amerikalının çıkarından çok, İsrail devletinin jeopolitik ve seçilmiş Amerikan  elitlerinin siyasi/ekonomik çıkarlarını etkiliyor. ABD bu hamlesi ile İsrail’in vekili gibi davranmıştır. ABD gücü geriliyor. İmparatorluk sistemi çöküyor. Bu çöküşü durdurmak için Pentagon savaşı seçmiş olabilir. Ancak bu süreç de geçici olacaktır. Yeni düzen çoktan oluştu. Umman Denizi Tatbikatı bu düzenin oluşum sinyalini vermiştir.
İran’ın Dikkat Çeken Girişimi. Tatbikatlar, harbe hazırlık kadar stratejik irade ve vizyon ifade araçlarıdır. Siyasi hedefleri vardır. Umman Denizi gibi her gün yüksek tonajlı tankerler ile 14 milyon varil petrolün taşındığı Hürmüz Boğazının yaklaşma sularını kontrol eden bir alanda, BM Güvenlik Konseyi üyesi iki nükleer gücü yanına alarak bir deniz tatbikatı yapabilmek, İran için önemli bir başarıdır. Her seviyede ve değişik türde ABD ambargosuna maruz kalan Rusya ve Çin’in bölgede ABD, İsrail, BAE ve Suudi Arabistan’ın açık hedefi haline gelen İran’ın yanında yer alması, tek kutupluluktan çok kutuplu düzene evrilen dünya düzeninde, Asya Çağının başlamasının da en büyük manifestolarından biri olmuştur. Diğer yandan General Kasım üzerinden verilen Amerikan mesajı aynı zamanda Rusya ve Çin’e de verilmiştir. Ancak Pandora’nın kutusu açılmıştır. Bu süreç Asya güçlerini birbirine bağlarken, saflar netleşecektir. ABD liderliğindeki Atlantik sistemin daralması ve ittifak sisteminden kopmaların yaşanması beklenmelidir.
Bölgesel Konjonktür Karmakarışık. Son tatbikatın verdiği mesajları değerlendirirken bölgesel konjonktüre göz atmakta yarar var. Öncelikle Çin, Hong Kong ayaklanması ile uğraşmaya devam ediyor. Hong Kong olaylarının arkasında ABD’nin olduğu biliniyor. Bu tip kışkırtmalar Çin’i yavaşlatabilir ancak geri adım attırmaz. Çin’in Rusya ile Hürmüz Boğazı yaklaşma sularında tatbikata katılmasının Hong Kong kışkırtmasına da önemli bir mesaj olduğu açıktır. Diğer taraftan,  Kasım ayı içinde ABD’nin Basra Körfezinde Bahreyn merkezli büyük bir deniz tatbikatı yapması, İran ile yaşanacak bugünkü krizi düşünerek,  geçen yaz başından bu yana fikir liderliğini yaptığı Körfezde bir koalisyon deniz gücü oluşturulması sürecinin sahadaki ilk hamlesi oldu. Suudi Arabistan, Bahreyn, İngiltere ve Avustralya’nın katılımı ile gerçekleşmesi beklenen bu gücün sahada İran’a rağmen başarılı olmasının zor olduğunu belirtelim. General Kasım’ın öldürülmesi sonucunda başlayacak tırmanmanın şüphesiz körfezdeki tanker trafiğine menfi etkileri olacaktır. Yemen, Suriye, Lübnan ve Irak’ta ABD ve İsrail yanlısı güçlere İran destekli unsurların saldırıları ve karşı saldırılar ciddi kayıplara neden olabilecektir. Bu süreçte ABD Saldırısı nedeniyle milli beraberliği katlanan İran, her geçen gün ağırlaşan ağır ekonomik sıkıntıları kamuoyuna unutturmak için ülke içinde savaş durumuna geçmeyi tercih edecektir. Bu karmaşada İsrail’in İran topraklarına saldırısı olduğu takdirde Körfezde ve Hürmüz Boğazındaki tanker trafiğine yönelik İran’ın cezalandırma operasyonlarına başlaması  sürpriz olmayacaktır. Zira İran, petrol ihracında 2,5 milyon varilden yarım milyon varile düşmüş durumda. Kaybedecek bir şeyi yok denebilir. Böyle bir durumda ABD’nin kuracağı deniz görev kuvvetinin etkinliği tartışmalı olacaktır. ABD’nin Körfezde ve Hürmüz Boğazında İran’ın asimetrik ve unortodoks deniz saldırılarından etkilenmemesi olası gözükmüyor.
Libya’da Yaşananlar. Umman Denizinden Doğu Akdeniz’e geçelim. Libya ve Sahilleri sadece Doğu Akdeniz  jeopolitiğinin değil, küresel jeopolitiğin de çekim alanına girdi. Ancak İran ve Irak gelişmeleri bölgeyi ikinci plana itecektir. Bölgede güç mücadelesi sürüyor. Daha dün çeteci Hafter, Türkiye’ye karşı cihat ilan etti. Unutulmamalıdır ki, Libya’nın istikrarı Avrupa’nın ve Akdeniz’in istikrarıdır. 2011’den itibaren Libya’yı parçalayan batı hegemonyası şimdi yeni bir karmaşayı batı Asya’da tetikledi. Yemen, Suriye, Libya’ya eklenen İran krizi, ABD-İsrail ittifakının Atlantik sistemin çöküşünü geciktirmek için çabalarını yoğunlaştırdığı bir dönemde sahneye konuldu. Artık Atlantik sistemin arsızlığına dur denmesi gerekmektedir. Bu süreçte şüphesiz en kritik ülke Rusya ve  Türkiye’dir. Bu iki ülke, Suriye’de kısmen kontrol altına aldığı krizi, Libya’da da kontrol altına alabilme gücüne sahiptir. 2016 Temmuzundan bu yana Türkiye ile stratejik müttefik konumuna giren Rusya’nın Libya’da Hafter’e destek vermesi Türkiye’de haklı olarak akılları karıştırıyor. Ancak ben Rusya’nın Türkiye ile varılacak bir anlaşma sonunda bu desteği kesebileceğini değerlendiriyorum. Kanaatimce Rusya, bölgede Atlantik hegemonyasının yarattığı karmaşayı çözmek ve küresel prestijini artırmak için arabulucu bir güç olarak  siyasi ve diplomatik etkisini artıracak konumlanma içinde. Gerçek olan, Türk Rus işbirliğinin Suriye’de olduğu gibi bölgeye istikrar getireceğidir. Alexandre Dugin’in 2 Ocak 2020 CNN Türk demeci bu görüşümüzü destekliyor:  ‘’Libya'da bir kriz çıkacağını görüşüne katılmıyorum. Ortadoğu'da Türkiye ile ortak stratejimiz var. Arap dünyasının refahı ve huzurunun yok edilmemesi Türkiye ile Rusya'nın ittifakına bağlı bir durumdur."
Türk Rus İşbirliği Elzem.  Evet, Türk-Rus işbirliği Levant sahilinden Mağrip sahiline taşınmalıdır. ABD’nin İran hamlesi ve bu ülke ile açık çatışma durumuna geçmesi bu işbirliğini daha elzem hale getiriyor. Bu işbirliği, Körfezde ve Levant kıyılarındaki  ABD ve İsrail politikalarının hukuksuzluğunu  dengeleyecektir. Suudi ve BAE rejimlerine ciddi mesaj verecektir. Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’de Atlantik cephenin bozduğu istikrarı, ancak 21. yüzyılın yeni güç dengeleri ile yerine koyabiliriz. Suriye ve Libya’da işbirliği ile istikrar sağlayacak Türk - Rus işbirliği, ABD ve İran arasında yaşanacak tırmanmayı da önleyecektir. Bu süreçte Türkiye’nin yapacağı en büyük hata İran’a karşı tutum alarak Astana sürecinde hayat bulan Türk İran yakınlaşmasını yaralamasıdır. İran, Batı Asya’da Atlantik emperyalizmi ve İsrail’in bölgesel genişleme ve istikrarsızlık yaratma politikasının önündeki en büyük engeldir. Bu cephenin Türkiye’yi dost görmediğini hatırlatmama gerek yok. 15 Temmuzda Türkiye’ye bu cephe ateş açtı. General Kasım’ın öldürülmesine Türkiye’de en çok sevinenlerin Atlantikçiler, Amerikancı İslamistler  ile FETÖ mensupları olduğunu hatırlatmama gerek yok sanırım. İçerde tek yumruk olabilen Türkiye ve Türk-Rus dayanışması herkesin korkarak beklediği 3. Dünya Savaşını engelleyecek en önemli eksen olacaktır. Mustafa Kemal sağ olsaydı, o da aynısını yapardı.