27 Ağustos 2018 Pazartesi

26 Ağustos 1922: Bir Devin Uyanışı

Description: IMG_0131 




26 Ağustos 1922: Bir Devin Uyanışı
Gazi Mustafa Kemal, 20 Ağustos 1922 günü öğleden sonra Akşehir’de Batı Cephesi Karargâhında Cephe Komutanı İsmet Paşa ve heyeti ile buluştu. Büyük taarruz öncesi son durum muhakemesi  için hazırdılar. 9000 subay kumandasındaki 200 bin er, Anadolu’nun son  savunmasında kınından çıkmış keskin bir kılıç gibiydi. 100 bin tüfek, 323 top; 230 kamyon/otomobil ile 30 uçakları  vardı. Sadece er sayısında Yunan ordusuna yakındılar. Mustafa Kemal, söz konusu asimetriyi ancak bir baskınla giderebilirdi. Sayıca ve silahça üstün bir kuvvete karşı sürpriz etki yaratılmalıydı. Baskın Afyon güneyinde Afyon - Çiğiltepe arasında 1. ve 4. kolordularla yapılacak, Kalecik Sivrisi ve Tınaztepe arasında düşman yarılacak, süvari kolordusu  saldırı öncesi Ahır dağını aşarak Sincanlı ovasına inecek ve düşmana İzmir yolunu kapayacaktı. Mustafa Kemal, 26 Ağustos 1922 sabaha karşı Afyon Kocatepe’de sadece talihe değil, Türk milletinin üstün özellikleri ve asla esir edilemeyeceği gerçeğine güvenerek taarruz emrini verdi. Plan saat gibi işledi. Dumlupınar’da Başkomutanlık meydan muharebesi sonrası muzaffer Türk Ordusu için Mustafa Kemal, ‘’büyük vaveyla ile tarih sahnesine tekrar çıkan Türk ordusu’’ tanımını kullanmıştı. Artık dev uyanmıştı. 26 Ağustos sabahı, 0530’da Kocatepe’den gürleyen Türk topçu ateşinden 5 gün sonra zafere erişen Mustafa Kemal, 1 Eylül 1922 günü Başkomutan olarak savaşı sonlandıracak şu emri verdi:
     “Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları, Afyonkarahisar Dumlupınar Büyük Meydan Muharebesi’nde zalim ve mağrur bir ordunun esas unsurlarını inanılamayacak kadar az bir zamanda imha ettiniz. Büyük ve necip milletimizin fedakârlıklarına layık olduğunuzu ispat ediyorsunuz; sahibiniz olan büyük Türk milleti geleceğinden emin olmaya haklıdır. Muharebe meydanlarındaki maharet ve fedakârlıklarınızı yakından müşahede ve takip ediyorum. Milletimizin hakkınızdaki takdirlerine delâlet etmek vazifemi mütemadiyen ve birbiri ardına ifa ediyorum. Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri! ‘’
Bu emir, Anadolu’yu ve Türkleri tarih sahnesinden silen, Anadolu’yu açık denizlerden koparan Sevr zincirine karşı bir haykırış; Türklerin üzerine Yunanlıları süren emperyalizme büyük bir meydan okuyuştu. 9 Eylül sabahı Türk süvarileri 450 km uzaktaki İzmir’e girdi. Dünya askeri tarihinde dokuz günde bu kadar hızlı kat edilen bir mesafe olmadı.

Bu emir halen yürürlüktedir. 26 Ağustos 1922, bir başkaldırının kesin sonuçlu zafere dönüşümünün Türk topçu atışı ile başlayan doğum günüdür. Tarihimizin en büyük  işgal girişimi olan Çanakkale savaşları emperyalizme karşı Mustafa Kemal önderliğinde Türk ordusunun yenilmez direnişini ortaya çıkarmıştı. Ülkenin Mondros sonrası işgali yine onun iradesi ile bir varoluş savaşını tetikledi. Bu süreçte şüphesiz en büyük rolü emperyalizmin vekil devleti Yunanistan Krallığının Anadolu’yu işgali oynadı. 15 Mayıs 1919 günü 20 bin Yunan askerinin, İzmir’e çıkarak Anadolu’yu işgali bardağı taşırmıştı. Birinci Dünya Savaşında Gelibolu cephesinde ısrar ederek İngilizlerin mağlubiyetine neden olan Bahriye Bakanı Churchill, Çanakkale yenilgisinden 3 yıl sonra yaşanan İzmir’in işgal  kararının ne denli yanlış olduğunu hatıratında şu şekilde anlatıyor: (Winston S. Churchill, The World Crisis, The Folio Society, London, 2007.)
Bu meşum olayı, güzel bir Paris akşamında haber aldım ve dehşete düştüm. Benim Genelkurmaya bildirdiğim kişisel görüşlerim dikkate alınmamıştı. İngiliz askeri düşüncesindeki Türkler lehine olan tüm eğilimlere rağmen, kaynaklarımız hızla azalırken, bu kadar basiretsiz ve başımıza her türlü belayı getirecek bir eyleme müsaade etmelerini affetmek hiç mümkün değildi....Subaylarımız, ikişer, üçer Küçük Asya’nın her tarafında, Ateşkes çerçevesinde, ordularla, cephane ve silah teslimini gözetiyorlardı.... Teslim olmuş Türklerden büyük miktarda tüfek, makinalı tüfek, top, mermi kolaylıkla toplanıyordu. Türkiye yenilgiyi kabul etmiş ve bunu da hak etiğini düşünüyordu : ‘Cezalandırılacaksak, bunu dostumuz İngiltere yapsın’…Fakat bu noktadan sonra, Türk milleti anladı ki, ne Britanya ne de  General Allenby’e değil, yüzlerce yıldır nefret edip küçümsedikleri, her zaman dövdükleri Yunanistan’a itaat etmek zorundalar.  Tamamen kontrolden çıktılar. İngiliz subaylarının önce emirleri dinlenmedi, sonra hakaret edildi ve sonunda hayatlarını kurtarmak veya esaretten kurtulmak için kaçmak zorunda bırakıldılar...Toplanan bu büyük miktarda silah ve cephane bir hafta içinde tekrar İngilizlerden Türklerin kontrolüne geçti. Mustafa Kemal, ‘’Kaderin Adamı’’, İstanbul’daki Türk hükümetine isyan etmiş bir asi olarak, savaşçı bir prensin tüm niteliklerine sahip olduğu gibi,  artık iktidara da sahiptir… Yunanlıların Türkleri fethetmesi hiç bir Türkün kabul edebileceği bir kader yazgısı olamazdı... Hayallerle uyutulsa, cinayetlerle lekelense, kötü yönetimle çürüse, uzun yıkıcı savaşlarla, yenilgilerle sarsılsa ve İmparatorluğu parçalansa da Türk hala yaşıyordu.”
1922-2018 Benzerliği Bugün Akdeniz bağlamında Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik konjonktür, 1922 Eylül’ünün Başkomutanlık direktifinin ruhunu gerekli kılmaktadır. Zira, Türkiye Batı tarafından her alanda kuşatılmaktadır. Bu kez asıl harekat alanı denizler olacaktır. Denize çıkış olan Kürdistan ve Doğu Akdeniz’den soyutlanmış bir Türkiye. Hedef mavi vatandır. Bu süreçte en büyük enstrüman Yunanistan’dır. Komşumuz 1919 yılında yaptığı büyük hatayı bugün de tekrar etmektedir. Hegemonyanın koruyucu şemsiyesi altında yanına Kıbrıslı Rumları da alan Yunanistan, geleceğini ve jeopolitik gerçekleri hiçe sayarak hareket etmektedir. Geçen hafta içinde FETÖ teröristlerine siyasi iltica hakkını tanıması Türkiye’ye karşı düşmanca tutumun son kertesini oluşturmuştur. Aynı günlerde ABD Kara Kuvvetleri Komutanının Güney Kıbrıs’ta İngiliz üslerinde incelemelerde bulunması; Rum tarafıyla yaptıkları toplantıda Kıbrıslı Rumlardan üs talep etmesi ve Türkiye aleyhindeki yorumların gündeme gelmesi kışkırtıcı bir tırmanmanın ip uçlarıdır.
Doğu Akdeniz çok büyük krizlere gebedir. Bu krizlere Türkiye’nin başta silahlı kuvvetleri ile büyük birik ve beraberlik içinde hazır olması gerekir. Nasıl ki ekonomik baskıların geleceği 16 Temmuz 2016 sabahından itibaren beklenmiş ve gerçekleşmiş ise, Doğu Akdeniz’deki kriz de geliyorum demektedir. Ekonomik baskılarla jeopolitik çıkarlarımızın feda edilmesi için baskılar artacaktır. Zaman kenetlenme zamanıdır. Bizi kenetleyecek tek çimentonun Mustafa Kemal olduğunu  buradan bir kez daha haykıralım. Bu haykırış sadece iktidara değil, ana muhalefet partisine de yapılmaktadır. Zaman sakin sularda tatlı su Atatürkçülüğü değil, fırtınalı sularda tuzlu su Kemalizm’inin zamanıdır.





21 Ağustos 2018 Salı

17 Ağustos 1999’u Hatırlıyoruz

Description: IMG_0131 




17 Ağustos 1999’u Hatırlıyoruz
İki gün önce  17 Ağustos 1999 Marmara Depreminin 19’uncu yıldönümünü yaşadık. Milletçe deprem şehitlerimiz ve kayıplarımızı rahmetle andık. Depremden en büyük zararı gören devlet kurumu şüphesiz Donanmamız oldu. Cumhuriyet Donanması, Marmara depremi ile savaşmadan insan gücü ve alt yapısında büyük yıkım yaşadı. Görevdeki 420 personel kaybedildi, 307 personel yaralandı. 302 personel de birinci derece yakınlarını kaybetti. Deprem neticesinde Donanma Komutanlığı binası, suüstü eğitim merkezi  ve Gölcük Tersanesinin inşa kızakları gibi stratejik yerler yıkıldı.
Donanma Halk İşbirliği. Donanma personelinin -gerek gemidekiler gerekse karada çalışanlarıyla- arama ve kurtarma faaliyetlerinde sergilediği olağanüstü gayretler de tarihin bu trajik sahnesine kaydedildi. Varoluş nedenleri savaşta gemi içi yangın ve su baskınları ile mücadeleye yönelik eğitim alan savaş gemilerinin personeli günlerce enkaz kaldırma ve can kurtarma faaliyetlerine katıldı ve harikalar yarattı. Türkiye’nin dört bir yanından bu doğa felaketinin yaralarını sarmaya gelenlerle omuz omuza mücadele veren Donanma personeli onları asla unutmadı. Deprem anında henüz bir haftalık Donanma Kurmay Başkanlığı görevinde bulunan Tümamiral Mustafa Özbey’in eşi Ressam Münire Özbey 2003 yılında yayınladığı ‘’...Geride Resimler Kaldı.’’ İsimli otobiyografisinde (Yorum Sanat Yayınları 2003) depremde yaşadıklarını değişik düz yazı denemeleri ile anlatmış. Yeşil Zemin ve İş Makinası isimli yazılarını okuyucularla paylaşmak isterim.
Yeşil zemin. Nedenini tam kestiremiyorum ama, bugün çok kırılganım. Bahçemizdeki çadırlar söküldü. Depremzedelere psikolojik yardım için gelenler birkaç gün önce ayrıldılar Gölcük’ten ve bahçemizden. Belki de içine düştüğüm boşluk, bahçemizde gözümün alıştığı o çadırların artık yerlerinde olmamaları yüzünden. Gittiler. Ben dahil kaç ruhu tedavi ettiler, ilaç oldular bilemiyorum. Bugün tüm gayretime rağmen başlayamadım resim yapmaya. Boş tuvalin önünde ne kadar saat bir  fırça sürmeden oturduğumu hatırlamıyorum.  Kendimi bahçeye zor attım. Belli ki bugün benden resim çıkmayacak. Boşalan bahçede çıplak ayakla avare yürüyorum. Kırılganım.  Körfezin  karşı yakasında depremde yanan TÜPRAŞ’ın kararmış silueti. Tepedeki martılar kendi hayat kavgalarında. Onlar için sanki deprem hiç olmamış. Başını sokacak damı olmayanlar için deprem ne gam ! Martıların depremi denizin tükenmesi olsa gerek. Ben onları gözlerken içlerinden biri daldı bile körfezin sularına. Günlük rızkını kapmak için. Bahçede sökülen çadırların kazık yerleri hala taze. Çıplak ayakla yürürken, beynimde her bir çadırı bahçeme yeniden yerleştiriyorum. O güzel insanları tekrar yaşatıyorum kafamda. Hayat böyledir işte. Doktor hastasını bir yere kadar tedavi eder. Tedavinin geri kalanı hastanın kendi yaşama kararından başka nedir ki ? Onlar görevlerini yaptılar. Sessizce girdiler depremzede yaşamlarımıza. Aynı şekilde sessizlikle ayrıldılar. Bizi bize bırakarak. Kaçımız başaracağız, kendi kendimizi tedavi etmeyi bilemiyorum ama, mutlaka başarmalıyız. Tıpkı martılar gibi, bir yerden başlamalıyız. Bir yerden başlamalı hayat, deniz tükenmedikçe. Bu düşüncelerle toparlanıp üst kata çıkıyorum. Saatlerce karşısına geçip baktığım tuvale, hiç vakit geçirmeden yeşil bir zemin yerleştirmeye başlıyorum. Bahçemden esinlenerek, bu güzel insanların anısına...

Bir İş Makinası. Donanmanın tüm personeli olağanüstü bir çabayla enkaz kaldırma çalışmalarına başlarlar. İş makinalarının yetersizliği gemilerden getirilen personel ve malzeme ile kısmen giderilmeye çalışılır. Araba farlarının aydınlattığı enkazların üzerinde, alttaki canlara bir an önce ulaşabilmek için muazzam bir gayret vardır. Ancak gecenin örttüğü felaketin boyutu, günün ağarması ile birlikte gözler önüne serilir. Karşılaşılan manzaranın korkunçluğu anlatılır gibi değildir. Bunu gören donanma personeli içlerindeki derin acıyı bastırarak, tüm güçleriyle ne yapılması gerekiyorsa onu yaparlar. Bu gayret yalnız askeri üs içinde yıkılan binalarla sınırlı değildir. Gemilerin oluşturduğu ekipler askeri üs dışındaki yıkıntılarda da çalışırlar, var güçleriyle. Günün ilk ışıkları ile birlikte Donanma Karargahı önünde kurulan afet merkezine bir kadın gelir. Kırlaşmış saçları darmadağın, üstü başı da öyle. Ayakları çıplak. Belli ki bir şekilde enkazın altından çıkmış. Eşim Mustafa’ya yalvararak şunları söylemiş: ‘’Ne olur bana yardım edin. Tek çocuğum enkaz altında. Askerleriniz yardım ediyor. Ama çocuğuma ulaşmak için beton kolonun bir iş makinesiyle kaldırılması lazım. Kocam öldü. O benim tek varlığım, yalvarırım evime bir iş makinesi gönderin.’’ İfadenin, sözün, nefesin her şeyin tükendiği bir an. Kimsenin asla yaşamak istemeyeceği, kötü bir karar anı. Mustafa çok derin bir üzüntüyle, elde olmadığından, bir iş makinesi veremediği kadını, yanına bir astsubay görevlendirerek Gölcük kaymakamına gönderiyor, umutsuz bir şekilde. Olayı daha sonra bana şöyle anlattı: ‘’O astsubaya görevin sonucunu bana rapor et  bile diyemedim. Kaymakamın yapacağı çok fazla bir şey olmadığını da biliyordum. Yaşadığımız bunca acılara rağmen bu olayı bugüne kadar aklımdan atamıyordum. O kadın hep rüyalarıma giriyordu. Bir şey yapamama duygusu beni eziyordu. Bugün afet merkezine o kadın geldi. Yanındaki tek varlığı ile birlikte! Teşekkür etmek için. Kaymakama gittiklerinde, Kaymakam Gölcük’e tam o anda gelen bir iş makinasını hemen kadıncağızın evine göndermiş. Kadın yanımdan ayrıldıktan sonra 17 Ağustos’tan beri gözlerimi kaçırdığım astsubayı ve hemen çağırdım ve yanaklarından öperek ona teşekkür ettim. ‘’

Hayat Devam Ediyor.  Sayın Münire Özbey, binlerce depremzededen biriydi. Donanmanın deprem sonrası toparlanmasında olağanüstü gayretleri olan eşinin anlattıklarından donanmanın yere düştüğünde ne kadar hızlı ayağa kalktığını görmüştü. Deprem üzerinden 19 yıl geçti. Bu sürede donanma iki büyük deprem daha yaşadı. Birincisi Balyoz depremi ile FETÖ kumpasları sonucu bir gecede onlarca amiral ve yüzlerce subayın kaybedilmesiydi. İkinci deprem Türk tarihinin kaydettiği en büyük ihanet olan 15 Temmuz ihanetiydi.  Donanma bu depremleri de atlattı. Cumhuriyet Donanmasının en önemli özelliği buydu. Direnmek ve kazanmak. Emperyalizmin anlayamadığı da buydu. Bu kadar büyük yıkım ve ihanetlere rağmen bir donanma nasıl ayakta kalabiliyordu? Herhalde bunun en veciz cevabını Mustafa Kemal Atatürk vermiş: ‘’Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur.’’ Mustafa Kemal ruhu ile aydınlanan  donanmanın asil kanı Mavi Vatanı korumaya her koşul ve zamanda muktedir kalmaya devam edecektir.


14 Ağustos 2018 Salı

Zor Zamanların Tek Reçetesi: Mustafa Kemal

Description: IMG_0131 




Zor Zamanların Tek Reçetesi: Mustafa Kemal
Devletler aileler gibidir. Mutlu, iyi, kötü ve zor zamanları olur. Umudun kaybolduğu, karamsarlığın hüküm sürdüğü zamanlar olur. Diriliş zamanları olur. Hep merak etmişimdir. 93 Harbi sonunda (1878) Rus ordusu Yeşilköy’e dayandığında İstanbul halkı nasıl bir ruh hali içindeydi? Ya da Balkan Harbinde Bulgar Ordusu Edirne işgalinden sonra Çatalca’ya kadar ilerlediğinde (1912) ne hissediyorlardı? 19. ve erken 20. yüzyılın savaş sanatına yönelik ateş gücünün bugünkü yeteneklerle kıyaslanamayacak düzeyde geri olduğu bir dönemde, tüm mesele disiplinli, savaşçı ve ölmeye hazır insan gücüne bağlıydı. Birinci Dünya Harbinde cereyan eden Verdun Savaşında 300 günde 300 bin Fransız ve Alman askeri ölmüştü. Günde bin asker. Çanakkale Savaşlarında 10 ayda 130 bin asker hayatını kaybetmişti. Hava Kuvvetleri gökyüzüne hakim olana kadar harplerde en büyük teknolojik yetenek savaş gemisiydi. Ufkun ötesinden bir anda çıkıp gelip limanları devasa topları ile yerle bir edebilirlerdi. Ancak kesin sonuç için kıyıya mutlaka asker çıkarılmalı ve işgal gerçekleşmeliydi. Hegemon devletler kapitalizmin emperyalizme geçiş döneminde bu yeteneği Çin’den Afrika’ya Güney Amerika’dan Hindistan’a etkinlikle uygulayabildi. Donanmanın ateş gücüne, demir yollarının ulaştırma gücü eklendiğinde  kara asker gücünün zamanla kıta içlerine sokulması ve başkentlerin işgali mümkün oldu.
Yenilmek ve Teslim Olmak Arasında Fark Vardır. Tarih boyunca teslim olmayan, büyük kayıp ve acılara rağmen savaşmaya devam eden uluslar da oldu. Diğer bir deyişle yenilen ama teslim olmayanlar tarihteki şerefli yerini aldı. 30 Ekim 1918 günü imzalanan Mondros Ateşkesinden 13 gün sonra İstanbul işgaline gelen 55 parçalık müttefik filoya bakarak Kartal istimbotu üzerinde ‘’Geldikleri gibi giderler’’ diyebilen Mustafa Kemal bunu söylerken Türk milletinin yenilebileceği ama asla teslim olmayacağını biliyordu. Daha uzaklara gidelim. Yıllar önce TV’de seyrettiğim bir programda Avrupalı gazeteci Kuzey Vietnamlı köylüye ‘’ABD’ye karşı nasıl kazandınız ?’’ diye sorduğunda verdiği cevap çok anlamlıydı: ‘’Ölerek.’’
Yeni Nesil Savaşlardaki Durum. Bu örnekleri neden verdim. Sosyal medya ve algı operasyonlarının da savaşın bir parçası olduğu beşinci  nesil savaşların yaşandığı günümüzde hegemonya artık küresel çıkarları için kendi kanını dökmüyor. Vekillerin (Proxy) kanını döküyor. Ancak vekil savaşları ile de kesin sonuç alınamıyor. Afganistan, Irak, Libya ve Suriye ortada. Hegemonya, siyaseti, ekonomiyi ve hatta uluslararası hukuku savaşın aracı yapıyor. Günümüzün ambargoları, ekonomik cezalandırma yöntemleri, tahkim mahkemeleri, kumpas davalar, suni hükümet skandalları, kur operasyonları ganbot diplomasisinin önüne geçmiş durumda. Rakip devletlerin iç siyasi ve ekonomik ortamının şekillendirilmesi devletin ateş gücünün kullanılmasının önünde. Venezüella’da ve İran’da yaşanan budur. Buradaki savaşın kazananı ateş gücünü en iyi kullanan ya da kullanma niyetinde olan taraf değil. Ekonomik saldırılara dayanabilen, refah azalmasına katlanabilenler.  
Döviz Kuruyla Jeopolitik Mücadele. Bugün, Türkiye, döviz kur operasyonu ile sonuçları jeopolitik olan bir mücadelenin içine çekilmiştir. Aslında bu mücadele 15 Temmuz 2016 gecesi başlamıştır. Bugünkü ekonomik savaş aşaması, başarısız olan FETÖ darbesinin bir devamıdır. Ülkemizden istenen jeopolitik geri çekilmedir. Irak, Suriye, Doğu Akdeniz, Ege ve Karadeniz’deki çıkarlarımızın terk edilmesidir. Avrasya yakınlaşmasının durdurulmasıdır. Bunun hukuk sahasına bir yansıması da PKK ve FETÖ ile mücadelenin sonlandırılmasıdır.
Dolar Kuruna İndirgenen Milli Çıkarlarımız. Türkiye’nin 21’inci yüzyıldaki kaderi dolar kuruna indirgenerek, gelecek  kuşakların bir nevi sömürge vatandaşı konumuna geriletilmesi dayatılıyor. Ne yapmalı? Partiler ve siyaset üstü bir yaklaşımla devlet gemisinin karaya oturması önlenmelidir. Milletçe bu kurguya direnilmelidir. Neoliberal tüketim ekonomisinin uyuşturucu etkisinden arınmalı ve üreten, tasarruf eden Mustafa Kemal dönemi ayarlarına geri dönülmelidir. Zira bu gemi karaya oturduğunda ayrı ayrı kazananı veya kaybedeni olmayacaktır. Herkes kaybedecektir. Bu süreçte BRICS ülkeleri ile dayanışmaya girilmesi mücadelenin en önemli unsuru olmalıdır. İç cepheye gelince. 2 yıl önce 15 Temmuz 2016 darbesinden bir hafta sonra yazdığım köşe yazısının son paragrafındaki cümlelerimi iktidar ve muhalefetin beraberce  devlet gemisinin rotasını açık denize çevirebilmesi dileği ile tekrar edeyim:
’Bir kesim 15 Temmuz sonrasını İkinci Kurtuluş Savaşı olarak adlandırıyor. Bu doğru bir tespittir. Türkiye Avrupa Atlantik sistemin yönlendirmesi, devşirmesi, bilinçlendirmesi sonucu yaşadığı bu kuşatmadan ancak post modern bir Kurtuluş Savaşı ile çıkabilir. Önce devleti sarmış FETÖ kanserinden kurtulmalıyız. Daha sonra iktidar, tüm kesimleri kucaklayarak liyakat, bilim ve aklı öne çıkaran yeni bir siyasi sistemin önünü açmalıdır. Dinin ortak payda olamayacağı aksine düşmanlık ve kutuplaşmayı artıracağı FETÖ’nün  İslam referanslı iktidara saldırması ile ortaya çıkmıştır. Bu zor dönemde Laiklik ve Mustafa Kemalin çimento olarak kitleleri birleştirici özelliği sonuna kadar kullanılmalıdır. Artık Türkiye’de sağcı solcu, dinci, laik, Türk, Kürt ayrışması yapılmamalıdır. Her kesim milli düşünmeli ve gayri milli emperyal cepheye tavır almalıdır. Milli cephenin bugüne kadar ölümsüz lideri Atatürk olmuştur. Bugün 15 Temmuz suikastı sonrası,  iktidar partisini kendisine oy vermeyen milyonlarla asgari müşterekte birleştirecek unsur, millici uyanışla devleti koruma refleksi ve Atatürk olmalıdır. Zira dönemin koşulları Atatürk’ün emperyalizmle savaştığı koşullara benzemektedir. Türkiye tarihsel tecrübesini kullanmalı ve kurucu ideolojinin temellerine geri dönmelidir.’’
Bu yazıyı Hintli yazar Tagore’nin mısraları ile tamamlayalım:
‘’Aklın korkmadığı, başının dik tutulduğu yerde/ Bilginin özgürce dolaştığı yerde/ Taassubun dünyayı bölümlere ayırmadığı yerde/ Sözlerin, gerçeği derinliklerinden fışkırttığı yerde/ Sürekli mücadelenin erdemleşmeye doğru kollarını uzattığı yerde/ Aklın insanı fikir ve eylemin daha geniş saatlerine itelediği yerde Tanrım/ İşte o özgürlüğün gökleri altında yurdumu uyar.’’




5 Ağustos 2018 Pazar

Gemisiz Husiler, Suudi Donanmasına Karşı

Description: IMG_0131 




Gemisiz Husiler, Suudi Donanmasına Karşı
Bir devletin savunma harcamaları ile ulusal çıkarlarını koruma etkinliği arasında bir denge olmalıdır. Bu dengeyi sağlamak aynı zamanda ulusal gücün de fonksiyonudur. Öyle devleler vardır ki çok az savunma harcaması ile ulusal çıkarlarını korur ve hatta geliştirebilir. İstiklal Savaşımızda Ankara Hükümetinin yokluklar içinde kazandığı askeri zaferler belki de dünya askeri tarihinde harcama/kazanılan ulusal çıkar oranının en büyük olduğu örneklerdendir. Diğer yandan bazı devletler vardır ki harcadığı ile kazandığı ya da korumaya çalıştığı çıkarlar arasında devasa zarar ilişkisi vardır. Günümüzde bu devletlere her halde en güzel örnek Suudi Arabistan’dır. 2018 yılında milli gelirinin % 10’unu savunma harcamalarına ayırarak dünya 3. olan Suudi’ler 56 milyar dolarlık savunma bütçesine sahip. Ancak bu bütçe Yemen’deki Husileri ve onların denize yansıttığı iradeyi dize getiremiyor.
Yenilenen Suudi Donanması Kağıt üzerinde Suudi Donanması önemli bir kuvvet yapısına sahip. Batı Donanmasında (Kızıldeniz) 7 adet Fransız La Fayette sınıfı firkateyn; doğuda ise Amerikan yapımı dört adet korvet ile sekiz güdümlü mermili hücumbot bulunuyor. Suudi donanmasının gelişimi 1980’lerin sonunda  başlamıştı. 90’lı yıllarda  Suudi Donanması yaş olarak İran donanmasının önündeydi. Ancak İran’ın milli savunma sanayiinde yaptığı hamlelerle bu denge değişti. 2008 yılından itibaren Suudi donanmasını gençleştirmek için SNEP II programı başlatıldı. Bu çerçevede geçen yıl  Trump’ın onayladığı kısa dönemde 100 milyar dolar; 10 yıllık plana göre de 350 milyar dolarlık Amerikan silah satışının içinde dört adet Lockheed Martin yapımı Kıyı Sular Savaş Gemisi (LCS) de yer alıyor. Suudilerin 2014 yılında Almanya veya Fransa’dan denizaltı almaya niyet ettiklerini de hatırlatalım. Ancak arkası gelmedi. Kısacası Suudilerin İç Savaş ve insanlık dramı yaşayan Yemen’e karşı orantısız bir deniz gücü var.
Husilerin Denizdeki Etkisi. Peki bu kadar yatırım yapılan Suudi Donanması başarılı olabiliyor mu? Suudi Donanması, 2015 Mart’ ında Yemen’e karşı başlattığı ve liderliğini yürüttüğü deniz ablukasında yanına sekiz Sünni Arap devletini ve Suudi Hava Kuvvetlerinin desteğini aldığı halde İran’ın desteklediği Husilere karşı başarılı olamıyor. Husiler gerek insan gücü gerekse materyal olarak Suudilerle kıyaslanamayacak derecede zayıf ve kısıtlı olanaklara sahipken, Suudi Donanmasını dünyanın gözü önünde küçük düşürmeye ve inanılmaz zarar vermeye devam ediyorlar. Yemen açıklarında 31 Ocak 2017’de bir Suudi fırkateyni füze ile vuruldu; 5 Şubat 2017’de yine bir firkateyne botla intihar saldırısı düzenlendi; 3 Nisan 2018’de bir Suudi tankere füze saldırısında bulundular; 12 Haziran 2018 de Husilerin kontrolündeki stratejik Hudeyde Limanına asker ve cephane  getiren BAE’ne ait katamaran tipi süratli destek gemisine yapılan füze saldırısı sonucu gemi batma aşamasına eldi. Son olarak Temmuzun son haftasında  icra edilen füze saldırılarının sonuçları henüz netleşmediyse de, Suudiler vurulanın iki tanker olduğunu, Husiler ise vurulanın bir fırkateyn olduğunu iddia ediyor.
Yasaklanan Bab El Mendeb Boğazı. Son gelişme üzerine Suudi Arabistan, 27 Temmuz 2018 günü Kızıldeniz ve Bab el Mandeb Boğazından Suudi tankerlerin geçişini yasakladıklarını ilan ettiler. Gerekçe olarak personel emniyeti ve çevre riski gösterildi. Bab el Mendeb Boğazı’nda ve güneyindeki yaklaşma sularında  ticaret gemilerine saldırılar yeni değil. Bu bölge 2007-2014 arasında Somali kaynaklı yoğun deniz  haydutluğu ile uğraşmak zorunda kalmıştı. Bu sorun ABD, AB ve NATO liderliğinde icra edilen değişik deniz güvenlik harekatları ile kontrol altına alındı. Ancak 2015 sonrası Suudi Arabistan’ın Yemen’de uyguladığı işgal ve abluka harekatı sonrası Husilerin Suud deniz hedeflerine saldırıları arttı. Batı medyası bu saldırıların artmasını ABD’nin İran Nükleer anlaşmasından çekilmesine bağlıyor. Hatırlanacağı üzere 12 Mayıs 2018 gecesi Türk gemisi İnce İnebolu da füze saldırısına uğramıştı. Bu saldırının hiç de mantıklı olmadığını Husilerin kendilerine yardım getiren bir gemiyi neden vurmak isteyeceklerini bir yazımızda sorgulamıştık.  Bab el Mandeb ‘den her gün 3 milyon varil petrol geçiyor. Bu petrolde Suudi payı en büyük. Çoğunluk, Kızıldeniz kıyısındaki Yanbu Rafinerisinin işlenmiş ürünleri bu boğazı kullanarak dünya piyasalarına gidiyor. Diğer yandan Suudi Arabistan önceden inşa ettiği boru hattı ile bu boğaza  ve Hürmüz’e olan bağımlığını azaltmış durumda. Kızıldeniz’e erişen boru hattıyla günde 5 milyon varil petrol aktarılabiliyor. Diğer yandan günde 15 milyon varil petrolün geçtiği Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılma tartışmalarının yaşandığı günümüzde, Suudi Arabistan’ın Bab el Mendeb’de  kendi tankerlerinin geçişlerini durdurması zamanlama olarak çok ilginç. Zira geçen Nisan ayında benzer yerde saldırılar olduğunda Suudi Petrol Bakanı bu saldırılar bizi etkilemez demişti.
Hürmüz ve Bab El Mendeb Boğazları. Bu kararın asıl nedeni Yemen’e karşı içinde ABD nin de olacağı uluslararası bir koalisyon harekatını başlatmak için BM Güvenlik Konseyini harekete geçirmek olabilir. Bu karara, Rusya  veya Çin muhalefeti olduğu takdirde ABD’nin denizlerin jandarması olarak bir gönüllüler koalisyonu kurabileceği de göz ardı edilemez. Bu gelişmeleri ABD İran gerilimi ve Hürmüz senaryolarından ayrı tutamayız. ABD Savunma Bakanı Mattis, geçen hafta içinde Hürmüz Boğazı’nın İran tarafından kapatılmasının uluslararası deniz ticaret akışına büyük bir tehdit oluşturacağını ve bu oluştuğu takdirde uluslararası bir müdahalenin kaçınılmaz olacağını ifade etmişti. Hürmüz’ün kapatılması diğer yandan  İsrail’in çok arzu ettiği, ABD liderliğinde İran’a karşı bir askeri harekatı da tetikleyebilir. Böylesi bir senaryo petrol fiyatlarını 1973 krizindekine benzer şekilde alt üst edebilir. Tabi ki bu durumdan kazançlı çıkacak ülkeler ya da küresel sermaye sahibi çok uluslu şirketleri göz önünde tutmamız gerekir.
İran Savaş Tuzağına Düşmemelidir. İran’ın bölgesel hatta kıtasal bir savaş tuzağına düşmemesi küresel barışın anahtarı olacaktır. Bu gelişmelerde şüphesiz en kritik ülkeler Türkiye ve Rusya Federasyonudur. İran’a saldırı petrol fiyatlarını artırarak Rus ekonomisine nefes aldırabilir. Ancak İran’da Atlantik yanlısı bir rejimin Rusya’nın güneyden; Çin’in batıdan kuşatılmasını tetikleme riski bu çıkarı gölgeler. Türkiye için olası İran müdahalesinin yaratacağı kayıplar ayrı bir yazı konusudur. Rusya’nın bu koşullarda İsrail’i dizginlemeye; ABD’yi yavaşlatmaya çalışması beklenmelidir. Diğer taraftan İran’ın Hizbullah ve diğer vekilleri üzerinden Suriye ve Yemen’de devam eden silahlı çatışmaların İsrail ve Suudi Arabistan güvenliğine oluşturduğu risk ve tehditleri en azından dondurması teşvik edilmelidir. Başta İsrail ve ABD’deki şahinlerin İran müdahalesi için değişik senaryoları gündeme getireceği de unutulmadan, Suudi Arabistan’ın Bab el Mendeb Boğazından kendi gemilerinin geçişini yasaklamasına  değişik perspektiften bakılması gerekir. Zira bu karar Yemen’deki krizin uluslararasılaştırılması ve ABD Donanmasının aktif olarak krize çekilmesi açısından çok önemlidir.