27 Nisan 2020 Pazartesi

Tarihi Değiştiren Mektup 100 Yaşında


Tarihi Değiştiren Mektup 100 Yaşında 
Tarihimizde devlet kaderini etkileyecek öyle mektuplar vardır ki, yeni rotalar belirlemiş, yeni fırsatlar çıkarmış kısacası bugünümüzü şekillendirmiştir. Bunların içinde şüphesiz en önemlisi Mustafa Kemal (Atatürk)’ün Rusya lideri Lenin’e yazdığı 26 Nisan 1920 mektubudur. Büyük Millet Meclisinin açılışından 3 gün sonra Meclis Başkanı sıfatı ile Mustafa Kemal, TBMM’nin Moskova Hükümetine Birinci Teklifnamesi mektubunu imzalar. Bu belge milli iradenin resmi ilk dış politika girişimi, aynı zamanda Meclisin ilk görüştüğü konulardan biridir. Milli hükümet (İcra Vekilleri Heyeti) 4 Mayıs 1920’de kurulur. 5 Mayıs’taki ilk toplantısının birinci gündem maddesi Rusya ile ilişkiler konusudur. 26 Nisan mektubu emperyalizme karşı girişilecek ortak mücadeleden bahisle Rusya’dan 5 milyon altın, silah, cephane ve malzeme talep eder. Mektuba cevap, 3 Haziran 1920 de Dış İlişkiler Komiseri Georgiy Çiçerin imzasıyla gelir. Böylece emperyalizm ile eş zamanlı mücadele eden iki ülke arasında ilk resmi ilişki başlamış olur. 
Mektup ve Anadolu’nun Beka Sorunu. Mektubun Meclisin açılışından 3 gün sonra çok büyük bir öncelikle gönderilmesi ve bakanlar kurulunun (icra vekilleri heyeti) kurulduktan bir gün sonra Rusya ilişkileri gündemiyle toplanmasının pek çok nedeni vardır. Ancak en büyük neden ‘Beka’dır. Hayatta kalma gereğidir. Aynı sorun, Rusya için de geçerlidir. Zira iç savaş ve işgal altındadırlar. Her iki devletin birbirine ihtiyacı vardır. Emperyalizm Ankara’yı hem batıdan hem doğudan sıkıştırmaktadır. Anadolu topraklarında emperyalist devletlere ait 100 bin üzerinde bir işgal ordusu mevcuttur. Her coğrafi sektörde istila ve zulüm başlamıştır. Bu güçlerin yanında Damat Ferit’in Kuvayı İnzibatiyesi, millicilere karşı isyanlar ile Ermeni, Rum çeteciler Ankara’yı sıkıştırmaktadır. Meclis’in toplanması bile sonradan Mustafa Kemal’e isyan ve ihanet eden Çerkez Edhem gibi düzensiz çete gücünün taktik başarısı sayesinde mümkün olabilmiştir. Doğuda ise Kafkas Seddi vardır. Durum ümitsizdir. Batıda savaşmak için, doğuya sırtını yaslamak isteyen Mustafa Kemal Kafkas Seddini yıkmalıdır. Doğu sınırları halledilmelidir. Komutanlara çektiği 5 Şubat 1920 tarihli telgrafında, “Kafkas Seddi’ni Türkiye’nin kati mahvı projesi sayıp bu seddi İtilaf Devletleri’ne yaptırmamak için en son vasıtalara müracaat etmek ve bu uğurda her türlü tehlikeleri göze almak mecburiyetindeyiz” demişti. 

Ermenistan’a ABD Desteği.  1920 yılının Nisan ayında emperyalizm acımasızca ilerliyordu. Büyük Ermenistan için düğmeye çoktan basılmıştı. 23 Nisan 1920 yani TBMM’nin ve milli iradenin dünyaya ilan edildiği gün, ABD Ermenistan hükümetini resmen tanıdığını ilan etmişti. Halbuki Ermenistan, Taşnak Partisinin iktidarında 28 Mayıs 1918’de kurulmuştu. Ancak ABD özellikle bugünü seçmişti. Mustafa Kemal’in Lenin’e mektup gönderdiği 26 Nisan 1920 tarihinde de San Remo/İtalya’da toplanan Müttefik Güçler Yüksek Konseyi ABD Başkanı Woodrow Wilson’a Erzurum, Trabzon, Van ve Bitlis’i içine alan ve denize çıkan Ermenistan sınırlarını çizme sürecinin hakemliğini yapma görevini teklif etmişti. ABD Başkanı, bu görevi 17 Mayıs 1920 de kabul etti. Birinci Dünya Savaşı sonrası yorgun ve zayıflamış Avrupa emperyalizmi, Ermenileri koruma ve kollama görevini ABD’ye vermişti. Wilson, 24 Kasım 1920’de bu görevi yerine getirdi. Osmanlı hanedanının imzaladığı Sevr Anlaşmasının hükümleri en büyük gerekçesiydi. 

Toplantı Talimatının Detayları. Mustafa Kemal strateji dehası idi. Henüz 4 yıl önce Birinci Dünya Savaşında Muş ve Bitlis’in geri alınmasında Çar Ordularına karşı savaşan Mustafa Kemal, bu kez devrim sonrası Bolşevik Rusya’dan destek talep ediyordu. Neticede mektuptan 15 gün sonra 11 Mayıs’ta Dışişleri Vekili Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet, Moskova’ya hareket etti. Ancak 19 Temmuz 1920 tarihinde varabildiler. Yanlarında 8 Mayıs 1336 (1920) tarihli 7 maddelik bir Toplantı Talimatı vardı. Bu gizli talimatın iki nüsha yazıldığını ve bir nüshasının Doğu Cephesi Komutanı (Eski adıyla 15. Kolordu) Kazım Karabekir Paşa’da kaldığını 1960 yılında yayınlanan İstiklal Harbimiz isimli hatıratından (Türkiye Yayınevi, Sayfa 769) öğreniyoruz.  Talimatın lafzı ve ruhu, o dönem Türk-Rus ilişkilerinin omurgasını çatan Mustafa Kemal, Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy) Paşalar ile Dışişleri Vekili Bekir Sami ve İktisat Vekili Yusuf Kemal’in gelecek günlerde Türkiye’nin kaderini belirleyecek ilişkiye bakışının teorisini vermektedir. 7 madde içinden üç madde dikkat çekicidir. İkinci madde: ‘’Türkiye’nin isteği, milli sınırları içinde iç ve dış tam bağımsızlık içinde yaşamak ve bu temel isteğin sağlanması şartıyla Rusya ile kader ve gelecek birliğini (Tevhid-i Mukadderat ve İstikbal) kurmaktır.’’ Dördüncü Madde: ‘’Boğazlardan yararlanma tüm Karadeniz ülkelerine serbest olacaktır. Bunu sağlamak için İstanbul Boğazına tahkimat yapılmamak, İstanbul’a Rus Donanmasının gelmesinin bizim takdir ve isteğimize bağlı olmak üzere Çanakkale Boğazı tahkimatını Ruslarla birlikte savunmamızdır. Bu koşullardan daha fazlası Rusların Çanakkale tahkimatını bağımsız ellerinde bulundurmaları ya da İstanbul’a istedikleri zaman donanma göndermeleridir ki her iki durum da İstanbul’un elimizde bulundurulması kuralını bozar. Ruslara boğazların tam serbestiyetini anlaşma ile sağlamak ya da boğazların savunma ve denetimini Karadeniz sahildarlarının ortak meselesi olarak kabul ettirmek iyi bir çözüm yoludur.’’
Altıncı Madde: ’’Dışarıdan yapılacak yardım: Para, savaş araçları, makineler, gerekirse askeri birlikler (indelhace kıtaat-ı askeriye)’’

Karabekir’in Yaklaşımı. Karabekir hatıratında talimatın ikinci maddesini eleştiriyor. ‘’Burada en göze çarpan ikinci maddedeki Rusya ile kader ve gelecek birliği   konusudur. Eksikliği aranan madde de doğu sınırlarımızın durumudur. Kader birliği meselesi pek kapsamlı ve karmaşıktır. Heyette bulunan iki vekilin de kafası karışıktır. Bana şunu sordular: Her neye mahal olursa olsun batı devletleri ile mi anlaşmalı? yoksa Bolşeviklerle mi birleşmeli?  Yani açıkçası batı devletlerinin idaresine mi girmeli? Yoksa Bolşevik olup Sovyet hükümeti ile mi birleşmeli?  Bu da Rusların idaresine girmek demektir. Kendilerine ne o ne de öteki dedim. Meselenin iki değil, üçüncü yolu vardır. Her iki şekil de bağımsızlığımızı kaybetmek, yani ölmektir. Ölümün hançerle mi? Tabanca ile mi tercih olunmalıdır diye münakaşası faydasızdır…. Ruslarla yapılacak şey, madem ki ikimizin de düşmanı müşterektir şu hâlde tabii dostuz ve müttefikiz. Aramızda hudutlarımızı ve yapabileceğimiz işleri tespit edelim maddi manevi mütekabil yardımları taahhüt altına alarak, zaten ayrı ayrı başladığımız işlerimizi yürütelim. Bizim ihtiyacımız para, savaş malzeme ve araçlarıdır. Yapabileceğimiz ise dindaşlarımızın üzerine tesir ve Ermeni engelini kaldırmaktır.’’

Zorlukların Dayatması. Diğer yandan 4 ve 6. Maddeler milli güçlerin kurtuluş savaşını devam ettirebilmek için ne denli zor durumda olduklarının göstergesidir. Çanakkale’nin tahkimatının gerekirse birlikte yapılmasının düşünülmesi donanma yokluğunun ve 1,5 yıl önce biten Birinci Dünya Savaşında yaşananların kurucularımız üzerinde yarattığı psikolojinin bir sonucudur. (Mondros’tan 3 gün sonra 3 Kasım 1918’den itibaren boğazdaki mayınların taranması, tüm bataryaların imhası başlamıştır.) 

Sağlam Temeller Birinci ve 1921 Ocak ayındaki ikinci görüşmeden sonra artık sağlam temeller atılmıştır. Her iki taraf da aklın, karşılıklı saygı ve erdemin gereği bir nevi Karabekir’in üçüncü yoluna sadık kalır. Rusya, Türkiye’de Bolşevizm hareketlerini desteklemez. Türkiye, Sakarya’nın doğusuna çekilecek kadar zor durumda kalsa da emperyalizmle mücadeleden ödün vermez. Dişi ile tırnağı ile savaşır. 16 Mart 1921’de Moskova’da Türk-Sovyet Antlaşması imzalanır. 16 Mart tarihi bilhassa seçilmiştir. Şehzadebaşı Katliamı ve İstanbul işgalinin yıldönümüdür. 
Çok Önceden Başlatılan Yardımlar. Diğer yandan anlaşmanın imzalanmasından 9 ay öncesinde Rusya, milli güçlere ilk deniz sevkiyatını başlatır. Bu bile iki devrimci liderin birbirine olan güveninin bir işaretiydi.  Rusya’dan 300 bin tona yakın silah ve cephane taşıyan sevkiyatlar büyük taarruza kadar devam etti. ‘’Gözüm Sakarya’da Kulağım İnebolu’da’’ diyen Mustafa Kemal’in süvarileri, 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’e girdi. Savaş bitmişti. Mustafa Kemal büyük zaferden emin olarak 8 ay önce, 4 Ocak 1922’de Lenin’e son mektubunu yazar. Şöyle der: ‘’Türkler ve Rusların, tarihi, yüzyıllarca süren kanlı savaşların gürültüsüyle dol­durduktan sonra, bu kadar çabuk ve bu kadar bütünsel bir şekilde uzlaşmaları, öteki milletleri şaşkınlığa uğratmıştır. Bu anlamda da Türkiye, Rusya’ya, bilhassa son birkaç ayın Rusya’sına Batı Av­rupa’ya olduğundan çok daha yakındır…Türkiye, Sovyet Rusya’ya karşı takip ettiği siyasetten geri adım atmaya­caktır ve bu konuya dair yayılmış bütün söylentiler katiyen yanlıştır…Yine aynı şekilde sizi temin ederim ki, Sovyet Rusya’ya karşı doğrudan veya do­laylı olarak asla hiçbir anlaşmaya ve ittifaka dâhil olmayacağız.’’

Günümüze Dersler. Atlantik sistemin ve Washington Konsensüsünün derinden çatırdadığı, Asya yüzyılının başladığı, COVİD-19 sonrası yeni küresel sistemin oluşmaya başladığı günümüzde, tam tamına 100 yıl önce bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin imkânsız gibi görünen kurtuluş ve kuruluşunu mümkün kılacak süreci başlatacak bir mektubun yazıldığı yakıcı ve öldürücü koşulları düşünürsek, bugün umutlu ve ümitli olmak için pek çok nedenimiz vardır. Devletlerin ebedi düşman veya dostları yoktur. Osmanlı İmparatorluğu’nun 16 kez, Mustafa Kemal Atatürk’ün ise 1916 Mart’ında savaştığı Ruslarla, cumhuriyetin kuruluşunun yolunun taşlarının döşeneceğini kim düşünebilirdi? Demek ki tarihin yaratıcılığı insanın önünde. 23 Nisan 1920 koşullarında sorulsa, mecliste sadece bir kişi bugünleri hayal edebilirdi. Yaşayan kuşaklar 100 yıl öncesinden ders almalı, Atatürk’ün bağımsız Türkiye’yi kurarken verdiği mücadeleyi hatırlamalıdır. Onun stratejik zekâsı ve jeopolitik aklının ürünü olan Moskova ile pragmatik iş birliğinin en sonunda kendine özgü ulus-devlet modeline hayat verdiği gerçeği geleceğimize rehberlik etmelidir. 







22 Nisan 2020 Çarşamba

Yunanistan Ne Yapmalı?


 


Mavi Vatan 
Amiral Cem Gürdeniz
Yunanistan Ne Yapmalı? 
Osmanlı İmparatorluğuna karşı bir ayaklanma sonucu 1830 yılında kurulduğunda başlarına bir Alman soylusu olan Otto isimli kral getirildi. 3 yıl önce Navarin’de demirli bulunan Osmanlı - Mısır karma deniz filosunu İngiliz, Fransız ve Rus ortak donanması yakmış, İyon Denizinde Osmanlı deniz gücü varlığı büyük yara almıştı. Mora’da başlayan isyan kuzeye yayılmış ve büyük Türk katliamları yaşanmıştı. Ege’de Kiklat Adaları kaybedilmiş, adaları geri alacak ve koruyacak donanma olmadığından 15. Yüzyılda başlayan mutlak Türk egemenliği adalar cephesinde ilk darbesini almıştı. Bugün Navarin Kıyısı güney ucundaki Pylos şehrinin en güzel yerinde büyük bir anıt vardır. Üç ayrı yüzünde İngiliz, Fransız ve Rus amirallerin rölyefleri bulunur. Anıtta tek bir Yunan kahramanının adı yoktur. Kısacası Yunanistan’ı 19. Yüzyıl emperyalizmi kurmuştur. 
Kumar Masasında Kurulan Yunanistan. İşin bir de finansal yönü var. 1821 sonrası başlayan isyan sonrasında Yunanistan’ın kuruluşuna destek için geçici Yunan Hükümetine verilen 3 milyon pound civarındaki borç üzerine Londra borsasında 1824 ve 1825 yıllarında hisse senetleri çıkarılmış; bu hisseler 1830’da tavan yaparak İngiltere’de yeni zenginler türemiştir. Yani Yunanistan kumar masasında kurulmuştur. Yunanistan’a o dönem milli gelirinin % 120 si civarında borç verilmesini başka nasıl izah edebiliriz? Verilen borcun da İngiltere’den her çeşit silah, cephane ve üniforma satın almak için kullanıldığı da ekleyelim. Yunanistan bu finansal kaynağı Pan Hellenizm, Ortodoks Hıristiyanlık inancı ve Türk düşmanlığı ile şekillenen milli yüksek stratejik hedefi olan Megali İdea (Büyük Fikir) çerçevesinde kullandı ve 1830’dan günümüze kadar devam eden kumarda kazanılmış vekil bir devlet olarak emperyalizme hizmet etti. 
Temel Sorunlar Yunanistan’ın temelde iki sorunu olduğunu değerlendiriyorum. Birincisi tarih boyunca kaderlerinin batı tarafından şekillendirilmesine izin vermeleri. İkincisi ayakları yere basmayan, milli güce dayanmayan, gerçekçi olmayan, hayallere dayalı bir devlet siyasetine sahip olmaları.  Bugün her iki sorunun uzantıları ile yaşamaya devam ediyorlar. Yunanistan’ın nüfusu yok. Ekonomisi küçük. Toprakları verimsiz. Endüstrisi yok. Hizmet sektörünün turizm ve gemicilik dışında ekonomiye önemli katma değeri yok. 
Kurdukları Hayal Dünyası Yunanistan küçüklüğü ile ters orantılı devlet ve millet ideolojik bütünlüğe sahip. Öncelikle büyük bir tutku ile ırki ve kültürel temelde MÖ 300’lerin Atina, Sparta ve Makedonya mirasına yani Helenistik çağın günümüzdeki temsilcileri ve demokrasinin beşiği olma ayrıcalığına, o nedenle de batı değerlerinin temelini oluşturduklarına; 19. Yüzyılda ortaya atılan Bizans kavramı üzerinden de Doğu Roma İmparatorluğunun mirasçısı olduklarına inanıyorlar. Kısacası eski çağlarda ticaret dili olan Grekçenin konuşulduğu her yerin kendilerine ait olduğu gibi takıntıları var. Aynı takıntı Kıbrıs ve Makedonya için de var. Karadeniz kıyıları için de var. Diğer yandan göz önünde tutulması gereken bir özellikleri var. Güçlerinin çok ötesinde çok büyük kültürel ideolojik bütünlük ve jeopolitik hedef birliğine sahipler. Bu alanda bizden çok daha iyi durumdalar. (Türkiye’de ulusalcılık hastalık diyebilen; Türk Milleti kavramına, Atatürk’e dayanamayan kitleler var.) Diğer taraftan Yunanistan ideolojik yapılanmada Türk düşmanlığını mükemmel kullanıyor. Türkiye’de laik bir iktidar olduğunda yayılmacı/işgalci Türk; İslamist iktidar olduğunda yayılmacı/neo-Osmanlı Türk söylemleri ile her durumda Türk düşmanlığını canlı tutuyorlar. Aya Sofya’da bir gün mutlaka ayin yapacaklarına inanıyorlar. 
Daima Batının Desteği ile Yaşadılar. Milli gücü zayıf olduğundan, Yunanistan yüksek ideallerine büyük güçleri kullanarak erişmeyi iyi biliyor. 19. Yüzyıldan itibaren sanayisiz ve donanmasız tarım imparatorluğu konumundaki Osmanlıya karşı, arkalarına emperyalizmi alarak sürekli genişlediler. Denizci karaktere her zaman sahip olan Yunan yönetimleri Birinci İnönü Savaşına kadar doğuya doğru genişlemesini sürdürdü. Bu süreçte asli güç unsuru donanmaları oldu. 1897 Türk Yunan Savaşında karada büyük zafer elde ettiğimiz halde masada kaybeden ve Girit’i teslim eden taraf biz olduk. Balkan Savaşında Çatalca’ya kadar geldiler. İki ayda Osmanlı egemenlğindeki Ege Adalarını işgal ettiler. Birinci Dünya Savaşının başında 1914 sonbaharında Britanya Hükümetine Gelibolu Yarımadasına Kraliyet Donanması ile birlikte saldırmayı teklif edecek kadar ileri gittiler. Sınırları yoktu. 15 Mayıs 1919 sabahı İzmir’e çıktıklarında askerlerin ilk gün parolası ‘’Paleologos (son Bizans Hanedanı)’’ işareti ‘’Konstantinopolis’’ idi. 
Yunan Genişlemesini Atatürk Durdurdu. Bu genişleme Küçük Asya Faciası ile 9 Eylül 1922 sabahı sona erdi. Mustafa Kemal Yunan istilacılarına çok büyük bir yenilgi yaşattı. 20 Temmuz 1974 sabahı Kıbrıs’ta ikinci yenilgiyi yaşadılar. Her iki yenilgiye rağmen NATO ve AB üyeliği ile Türkiye’deki Atlantik damarı iyi kullanarak Ege’de pek çok sorun alanında emrivakilere dayalı bir statü yakaladılar. Hemen hemen tüm krizleri onlar başlattı ve Türkiye reaksiyoner durumda bırakıldı. Ancak Deniz Kuvvetlerimizin olağanüstü gayretleri sayesinde Türk siyasası başta 12 mil ve kıta sahanlığı sorunları ile Kardak Krizine müdahalede hata yapmadı. Ancak bu girişimler, sorunların hiçbirini çözmedi sadece dondurdu. 
 Yunan Emrivakileri Dönemi Kapanmıştır. 21. Yüzyıl başında Yunanistan bu kez Doğu Akdeniz gerçeği ile yüzleşmek zorunda kaldı. Doğu Akdeniz’de Türkiye’den Ege’dekine benzer bir siyasa bekleyen Yunanistan, jeopolitik sürprizle karşılaştı. Zira Doğu Akdeniz krizi, kenar kuşağın yıkılmaya yüz tuttuğu, tek kutuplu dünyanın çok kutuplu düzene evrildiği ve Türk Amerikan ittifakının, Türk Amerikan krizine dönüştüğü bir döneme denk geldi. Türkiye geri adım atmadı. Sorunu dondurmadı. Acilen batıdan yardım istediler. Doğrudan bir yardım gelmedi. Türkiye caydırılamadı. Kendi gücüne dayanmayan Yunanistan’a Türkiye Cumhuriyeti  9 Eylül 1922 ve 20 Temmuz 1974’den sonra bu kez askeri bir çatışma olmadan büyük bir yenilgi tattırdı. Zira Yunanistan 21. yüzyıl başına kadar başta savunma sanayi olmak üzere endüstrileşme, ekonomik büyüme, insani sermayesini genişleterek milli hedeflerine erişmedi. Entrikalar, harici ittifaklar ve Batıdaki Yunan hayranlığı sayesinde hedeflerine erişti. Emperyalizmin izin verdiği ölçüde geliştiler. Müflis kumarbaz durumunda ülkelerini 2008 sonrası iflas ettirdiler. 
Ders Almıyorlar. Bugün hala yaşananlardan ders almış görünmüyorlar. Gerek hükümet gerekse medyada Türk düşmanlığı ve aleyhtarlığı artarak devam ediyor. Aklı başında bilge ve akil insanların varlığı bu gürültücü çoğunluğa sesini duyuramıyor. Hala Ege ve Doğu Akdeniz’in ev sahibi olduklarına inanıyorlar. Bir türlü Türkiye’nin Deniz Kuvvetleri boyutunda ileri seviyede denizcileştiğine, milli güce dayalı bir donanmaya sahip olduğuna inanamıyorlar. İnanmak istemiyorlar. Covid19 krizinde bile bu gücün neredeyse 3000 denizci ile 1,5 aydır önemli bir güçle denizde varlık gösterdiğini; tersanelerimizde TCG Anadolu başta olmak üzere tüm yeni gemi inşa projelerinin aksamadan devam ettiğini görmek istemiyorlar.  
Yunanistan ne Yapmalı? Bu sorunun tek ve basit bir cevabı var. Yunanistan içerde kendi geçmişinin hayal dünyasında yaşayabilir. Sonsuz fanteziler kurabilir. Ama bunu dışarıya Ege’ye, Akdeniz’e, Karadeniz’e Türkiye’nin egemenlik ve çıkar alanlarına taşımamalıdır. Haddini bilmelidir. Donanmasız Osmanlının hatalarını Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet asla tekrarlamaz. Cumhuriyet hakkı olan Mavi Vatanın bir damlasının kaybına izin vermez. Artık Ege’deki kronik sorunların çözümü için masaya oturmanın vakti gelmiştir. Zira her kronik hastalığın mutlaka terminal bir safhası vardır. Bu safhaya gelmeden 400 yıl birlikte yaşamış iki millet bir araya gelerek sorunları barış içinde halletmelidir. 
KİTAP TAVSİYESİ: Deniz Kuvvetleri Kurmay Başkanı, 27 Kasım 2019 Türk Libya Deniz Sınır Mutabakat Muhtırasının Mimarı Tümamiral Cihat Yaycı’nın Türk Tarih Kurumundan çıkan ‘’Yunanistan Talepleri -Ege Sorunu (Soru ve Cevaplarla)’’ isimli kitabı bu makalemde bahse konu Ege Sorunlarına akıcı, analitik ve bütüncül yaklaşımla ışık tutmakta, çok önemli tavsiyeler sunmaktadır. Başta Hükümet olmak üzere akademisyenler ve konuya meraklılar için son derece önemli bir dokumandır. Deniz Hukuku külliyatımıza kazandırdığı bu yeni eser için Amiral Yaycı’yı kutluyorum.






15 Nisan 2020 Çarşamba

Küresel Sistem Demir Tarıyor


 


Küresel Sistem Demir Tarıyor
Denizcilerin, özellikle gemi komutanı veya kaptanların en büyük kâbusu geminin demir taramasıdır. Rüzgâr altına ya da akıntı yönüne doğru kademe kademe sürüklenen gemi bir noktadan sonra ne makinesinin ne de demir ve zincirinin karşı koymasını dinlemez ve sonunda karaya oturur. Karaya oturan gemi eğer kumluk bir alanda oturmuşsa daha sonra kurtulma şansı olabilir. Ancak kayalıklara doğru sürüklenerek karaya oturmuşsa belirli bir süre sonra parçalanarak su almaya başlar ve kurtarılmayacak duruma gelir. Artık bir enkazdır. 
Devletler de karaya oturur. Savaşlar, iç savaşlar, taht savaşları, ayaklanmalar, ekonomik krizler, doğal afetler, salgın hastalıklar gibi nedenlerle devletler de karaya oturabilir. Bazıları bu olağanüstü koşullardan enkaza dönüşmeden kurtulabilirler. Bazılarının bu olanağı olmaz. Tarihten silinirler. Bazıları da enkaz üzerine yeni bir ruhla yeni bir kimlikle ve taze bir güçle yeni bir devlet kurarlar. 
Dünya demir tarıyor. Dünya Savaşları, iklim değişikliği, çevre felaketleri, doğal afetler, küresel ısınma, ekonomik krizler ve salgın hastalıklarda da dünya demir tarar. Ancak Homo Sapiensten bu yana dünyada yaşamış olan 100 milyarın üzerindeki insanın kurduğu topluluk, kabile, millet, devlet sistemleri her ne kadar milyonlarca yıl önce insanın kontrolü dışında beş ayrı yok olma (extinction) süreci ile karşı karşıya kalsa da topyekûn ortadan kalkma tehdidi ile hiçbir zaman karşılaşmadı. Bu nedenle çeşitli nedenlerle demir tarayan dünya, asla karaya oturup enkaza dönmedi. 
Nükleer Tehdit. Ancak 1945 sonrasında yerküre ilk kez insan marifeti ile kendi kendini yok edecek ve altıncı yok olma sürecine girecek kendini yok etme (self extinction) potansiyeline sahip bir dönemi başlattı. Bu sürecin işaret fişeği Japonya’da nükleer silahın patlatılmasıydı. Nükleer silahlar insanlık tarihinin yarattığı en büyük yıkıcı güç oldu. İnsanlık, tarihinde ilk kez kendi kendini yok edecek süreci kendi iradesi ile başlatıyordu. Bu irade Amerikan iradesiydi. Bu nedenledir ki Hiroşima ve Nagasaki’ye atılan Amerikan atom bombalarının mimarı Oppenheimer, Manhattan projesinin ilk testi başarılı olunca kutsal bir Hint kitabında okuduğu şu cümleleri sarf etmişti: ‘’Şimdi ben ölüm ve dünyaların yok edicisi oldum.’’ 2012 kayıtlarına göre, dünyada 8 devlet (ABD, RF, İngiltere, Çin, Fransa, Hindistan, Pakistan, İsrail, K.Kore) her an kullanıma hazır 4400 nükleer silaha sahip. Eğer depolarda tutulanlar dahil edilirse kabaca 19 000 nükleer silahtan bahsediliyor. Yıkım gücü dünyada neredeyse canlı bırakmayacak kadar büyük. Canlı kalanlar da radyasyon tehdidi ile yaşamak zorundalar. 
Çevresel Tehdit. Diğer yıkım çevreden geldi. 18. Yüzyıl sonunda Sanayi devriminin; 20. Yüzyıl başlarında petrol çağının başlamasıyla yerküredeki en gelişmiş canlı türü olan insan, doğayı kontrol etme gücünü katladı. Bu süreci başlatan asıl sebep, insan oğlunun kazanma hırsının kontrol altına alınamamasıydı.  Liberal kapitalist batı hem kazanmak hem sömürmek hem iyi yaşamak istiyordu. 21. yüzyıla girdiğimizde kabaca 4,5 milyar yaşında olan yerkürede insan, 200 bin yıldır varlığını sürdürüyordu. Medeniyetlerin en erkeni 10 bin yıl öncesine; Tek tanrılı dinlerin ilk kitabı bile kabaca 5 bin yıl öncesine dayanıyordu. Son 260 yılı saymazsak insanlık ve ekonomi kas ve rüzgâr gücü üzerinde yükseldi. 1773 yılında İngiliz James Watt’ın sitim makinesini bulmasından sonra her şey değişti. Yerkürenin sunduğu olanaklar ile önce kömür, yüz yıl sonra petrol, endüstriyel medeniyeti insan aklının tahmin edemeyeceği boyutlarda geliştirdi. Ancak doğayı da mahvetti. Petrol, enerjiden, plastiğe, gübreden kimya sanayine insan hayatının her alanına nüfuz etti. 21. yüzyıl biterken doğalgaz talebi artmaya başladı.Neticede hidrokarbonlar yani petrol, doğal gaz ve kömür insanlığa tarihte emsali olmayan büyük bir enerji arzı ile gelişme sağlarken, başta karbondioksit salınımları ve plastik, gübre vb. desteklediği yan ürünler ile doğayı mahvetti. Bugün insan dışındaki biyolojik tüm varlıklar yer kürede insan olmasa 100 kat daha az yok olacaklar. 1970’den sonra insan nüfusu 2 kat artarken, vahşi hayvan nüfusu tam 2 kat azaldı. Bazı bilim insanları bu dönemi altıncı yok olma dönemi olarak isimlendiriyor. Atmosferdeki CO2 seviyesi milyonarca yıllık tarihte yaşanmadık ölçüde yüksek. Okyanusların binlerce metre derinliklerindeki dünyana oksijen temin eden organizmalar ölüyor. Denizler, nehriler ve göller ölüyor. Küresel ısınma sunucu buzullar eriyor. Deniz seviyesi yükseliyor. Kuraklıklar, su baskınları, kasırgalar artıyor. Katı atıklar yüzünden okyanuslarda Türkiye büyüklüğünde plastik adalar oluşuyor. 
COVİD19 Yerküre eriyen buzulları, yok olan canlı türleri, perişan edilen yağmur ormanları, neoliberal kapitalist sömürüye teslim edilen tüm varlıkları ile imdat sinyalini veriyordu. Yani yer küre demir tarıyordu. Kapitalist sistem, 18. yüzyıldan sonra dünya gemisinin kaptan köşküne geçmişti. Protestan ahlakı ile şekillenen kapitalizm emperyalizme evrilmiş, iki dünya savaşını ve soğuk savaşı kazanmış olmanın rahatlık ve şımarıklığı ile neo liberal kapitalizme dönüşmüştü.  Sözde demokrasi maskesi altında emperyalist etki alanını genişleten bu sistem, sahip olduğu sermaye gücü, kültürel güç, psikolojik üstünlük ve yok edici nükleer askeri gücü kullanarak ulus devletlerin doğal kaynaklarını kontrol edecek tüm mekanizmaları ortadan kaldırdı. Artık doğanın kontrolü neoliberal elitlerin eline geçmişti. Sınır tanımıyorlardı.  Gemi, 21. Yüzyılın ilk yarısında doğanın tüm uyarılarına rağmen ısrarla karaya oturmaya kararlıydı. Zira sistem yanlıştı; teori yanlıştı. Pratik yanlıştı. İnsanlık intihar ediyordu. Tüm dünyan nüfusunun %1’lik bölümü, küresel gelirin %80’ine sahipti. Gelir dengesizliği, nüfus artışı, doğanın yok edilişi artık iç içe geçmişti. Bu dengesizlik sadece insanın insanı sömürmesinden kaynaklanmıyordu. Bu aynı zamanda neo liberal kapitalist ekonominin doğayı sömürmesinden de kaynaklanıyordu. Nükleer silahları geliştiren küresel sistem bu sefer doğayı yok ediyordu. Covid19 bu süreci durdurdu. Diğer taraftan küresel ekonomik sistemin demir taramasını hızlandırdı. 
Yeni Dünya Düzeninde Gemiyi Kurtarmak. Bir aydır neredeyse 3 milyar insanı evine hapseden virüs, dünyanın ve doğanın kurtulabileceğini ispat etti. Yaratacağı yeni düzen milyonlarca ölü ve yaralı ile mahvolmuş şehirler ve devletleri yaratan bir dünya savaşı üzerinden değil, salgın bir hastalık üzerinden kendine yol açıyor. Batı, yarattığı iki devasa kötülüğün (nükleer ve çevre tahribatı) daha büyük felaketlere yol açmadan kontrol altına alınması gerçekliği ile yüzleşiyor. Ulus devletlerin güçlenme döneminin önü açılıyor. Bu yeni dönemde Kemalizm öğretisinin yani altı okun her birinin sükûnet, refah, barış ve istikrar için her devlete rehber olacağını söyleyebiliriz. Zira Kemalizm doğaya, insan hayatına, devlete, millete saygılıdır. Devletçi, halkçı, laik, milliyetçi, cumhuriyetçi ve devrimcidir. Asya çağında Kemalizm’i rehber edinecek yenilenen dünya, karaya oturan insanlığı selametle açık denize çıkaracak tek reçetedir. Türkiye’de yeni arayış içinde, hala çöken Atlantik sistemden medet umanlar ve ulusalcılığı hastalık olarak görenlere hatırlatalım. Titanik 108 yıl önce, 14 Nisan 1912 günü gece 2335’de buzdağına çarptığında, kaptan dahil yolcu ve mürettebattan yani 2200 kişiden hiç kimse geminin 2 saat 45 dakika sonra batacağını tahmin etmiyordu. Ne yazık! Mustafa Kemal Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratan bu topraklar, bugün bile Titanik artıklarını yaratmaya devam edebiliyor. Sorun onların ortaya çıkması değil. Onların dedelerini Mütareke döneminde gördük. 1919 yılında Sadrazam Damat Ferit, İngiltere Yüksek Komiseri Amiral Arthur Calthorpe'a şöyle diyordu: ‘’Padişahın ve benim yegâne ümidimiz, Allah'tan sonra İngiltere'dir." Sorun bu gibilerin batmakta olan güneşi doğuyor diye pazarlamaları ve bu yüzsüz yalana inananların varlığıdır. Bu güzel ülkede kısa dönem çıkarları nedeniyle bu yalana hala inanan ve inanmak isteyenleri kripto FETÖ’cüler, açık Atatürk düşmanları  ve sahte Atatürkçülerin yoğunlaştığı günümüz konjonktüründe ikaz etmek görevimizdir. 







8 Nisan 2020 Çarşamba

Karantina Günlerinde Denizci Tavsiyeler


Mart 2020 başından bu yana gündemimizi her yönü ile meşgul eden Kovid-19 salgını gerek yazılı gerekse görsel ve sosyal medyada çok boyutlu analiz ediliyor. Özellikle 65 yaş ve üzerine sokağa çıkma yasağı ile genel olarak evinde kal prensibiyle hareket serbestisi kısıtlanan milyonlar içinde bu durumdan şikâyet edenler ve psikolojik olarak menfi etkilenen kitleler var. Kendilerini bir nevi ev hapsinde gören bu kesimlere bu kez değişik bir yazı ile farklı bir perspektif sunmak isterim. Bu perspektif temelini kumpas bir dava sonucu haksız ve hukuksuz şekilde iki farklı hapishanede geçirilen 3,5 yıldan almaktadır. Bazen kıyas yapmak ve başkalarının tecrübelerini öğrenmek en büyük yardımcı olabilir. 

KENDİ VATANINDA TUTSAK OLMAK

ABD destekli FETÖ ve işbirlikçilerinin kurgulayıp uyguladığı Balyoz kumpası sonucunda, 11 Şubat 2011 günü Tümamiral rütbesi ile girdiğim Hasdal Askeri Tutukevinden, 5 Eylül 2012 tarihinde tasfiye edilmiş emekli bir Amiral olarak Silivri Cezaevine nakledildim. 2012 yılı Yüksek Askeri Şurasının mevcut kanun ve yönetmeliklere aykırı şekilde aldığı karar, beni büyük bir sadakat ile bağlı olduğum Cumhuriyet Donanmasından ayırmıştı. Böylece, Hasdal ve Silivri Hapishanelerinde 19 Haziran 2013 tarihine kadar FETÖ ve Atatürk karşıtı cephenin tutsağı olarak toplamda 3 yıl 7 ay kendi vatanımda tutsak oldum. Sahte Balyoz davasında kısa süreli (bir ay) ilk tutuklandığım 24 Şubat 2010 gününe kadar bırakalım bir mahkeme ile muhatap olmayı, 52 yıllık hayatımda trafik cezam bile yoktu. 

FARKINDALIK GÜÇ VERİR

Büyük bir haksızlığa uğramış olmaya rağmen, yaşananın büyük siyasi bir hesaplaşma ve Mustafa Kemal Atatürk’ten intikam süreci olduğunun farkında olmak, 3,5 yılın her gününe güçlü başlamak için büyük bir nedendi. Silivri’de kabaca 60 metrekarelik kısıtlı yaşam alanında, açık hava ve gökyüzünün bile sınırlı olduğu bir ortamda; ailenizle haftada bir kez bir saat kapalı ve yine bir kez 10 dakika telefon görüşme şartlarına bedenen ve ruhen dayanmalıydınız. Bu süreçte Mustafa Kemal Atatürk ve Mavi Vatan için bedel ödüyor olmanın bilinç iklimi altında duyduğum huzur dışında, en büyük gücü denizci olmaktan aldım. 

HAPİS HAYATI DENİZCİLERİ ZORLAMAZ

Zira denizdeki yaşantı başta doğa ile mücadele; daha sonra dar bir alanda diğer insanlarla birlikte yaşamak; sevdiklerinizden, kişisel konforunuzdan ve önceliklerinizden haftalarca, bazen aylarca ayrı kalmaya katlanmak demektir. Uzun süre karadan ayrı kalabilen denizciler özgürlüğünden bilerek geçici olarak vazgeçmiştir. Artık o doğanın ve kendi iradesinin rehinidir. Önce kendisi ile giriştiği mücadeleyi daha sonra doğa ile mücadeleyi kazanmalıdır. 
Kendi iradesine yenilen denizci hayatta kalamaz. İradesini yenerek özgürleşmelidir. İşte bu nedenle bir şekilde tutsak edilen denizciler hapis hayatını diğer meslekten gelenlere nazaran çok daha farklı değerlendirebilirler. 1755 yılında İngiltere'de yayımlanan "Life of Johnson" isimli eserinde Boswell şunları söylüyordu: “Kendini bilerek tutsak edecek bir niyeti olmayan hiç kimse denizci olmayacaktır. Bir gemide olmak denizde boğulma şansı da olan hapishanede olmakla eşdeğerdir. Hapishanedeki adamın en azından daha geniş yaşam alanı, daha iyi yemeği ve arkadaşları vardır.”
İşte ben ve pek çok denizci arkadaşım Hasdal ve Silivri isimli beton gemilerde zorlu bir deniz seyrine katıldığımız kabullenmesiyle hapishane günlerimizi denizdeymiş gibi geçirdik. Beden ve ruh sağlığına dikkat ettik. Rutinden uzaklaşmadık. Beton gemilerin ve bu gemilerde seyrin en önemli özellikleri hiç yalpaya düşmemeleri ve varış limanı ile varış zamanının belirsizliği idi. Değişen tek şey zaman ve hapishane avlusundan görülebilen kısıtlı sayıdaki gök cisimlerinin hareketleriydi. 

RUHU BESLEMEK

Böyle bir düşünce sistematiği içinde Hasdal ve Silivri'de deniz ve aile özlemimi gidermek için ruhun beslenmesi şarttı. Bunun için şahsen üç şeyle uğraştım. Okumak, Yazmak ve sanatla uğraşmak. 

KİTAP HAYATTIR

Hasdal ve Silivri'de geçirdiğim 3,5 yıl içinde 350 civarında kitap okudum, 2500 sayfaya yakın kitap yazdım. Bu kitaplar Cumhuriyet Donanmasının gelişimi ve denizcilik gücü üzerine odaklandı. Yazdıklarımın ilk ürünü 2013 yılında “Hedefteki Donanma” isimli kitap ile kamuoyuna sunuldu. Bu kitabı daha sonra 2017 yılına kadar 4 ayrı kitap takip etti. Diğer bir uğraşım sanat oldu. Özellikle Silivri'de gemi maketleri ve dioramalar yapmaya başladım. Yaratıcılıkla değişim geçiren malzemeler örneğin şeker karıştırma çubuğundan güverte tahtası, kürdandan direk, diş macunundan deniz gibi uygulamalar ile çocukluğumda yaşadığım ortamları ve gitmeyi hayal ettiğim yerleri modelledim. Bedenim tutsak alınsa bile, ruhumu diş macunundan yapılan denizde yüzecek; kâğıttan bir kotrada yelken yapabilecek kadar özgür hissedebiliyordum. 

HAPİS VE İRADE

Kısaca, hapis insanı gerçek kimliği ile buluşturan bir sınavdır. Sınav sonunda, her fırtınalı seyirden gemisini emniyetle limana döndüren kaptan gibi, daha güçlü ve daha tecrübeli çıkarsınız. Nelson Mandela'nın dediği gibi: “İnsan direngenliği, ruhunun adaletsizliğe direnme yeteneğini bizzat hapishanede buluyor. Ve burada... Liderlik vasıflarına, adaletsizliğe karşı nerede olursa olsun mücadele etmeye kararlı bir insanın niteliklerine sahip olmak için yüksek okullardan mezun olmak gerekmediğini öğreniyorsunuz...”

KOVİD-19

Sonuç olarak kovid-19 nedeniyle evlerinde zorunlu kalan kitlelere tavsiyem şudur. Aileniz, sevdikleriniz, yuvanızla birliktesiniz. Kurallara uyarak kutsal yaşam hakkınızı elinizden alma fırsatı vermediğiniz, direndiğiniz ve katlandığınız sürece salgına yenilmezsiniz. Kovid-19 ile mücadele kurallarına uyma konusunda iradeniz sizi aksine zorladığında direnin, sonunda kazanacak olan sizsiniz. Bu süreçte yol gösterici tek rehber bilimdir. Uzmanların tavsiyeleridir. İnsani değerlerin yerlerde süründüğü batıda sürü bağışıklığı ve gevşek karantina uygulamaları altında hayatını kaybeden yaşlılar, sadece hükümetlerin aldığı yanlış kararlardan etkilenmedi. Başlangıçtan bu yana yapılan ikazlara kulak asmadılar. Başta İtalya olmak üzere pek çok ülkede, gençler ileri yaştakilerle özellikle ev içinde yan yana gelerek hastalığı onlara bulaştırdılar. Kendileri büyük bir çoğunlukla bir veya iki haftada hastalığı atlatırken, büyükleri bunu başaramadı. Türkiye’nin gençleri ve ileri yaştakileri bu süreçten ders almalıdır. Büyüklerimize sabır ve onları dışarıya çeken iradelerine direnme tavsiyesi yapalım. Gençlere de Atatürk'ün sözleri ile hatırlatma yapmak isterim. Şöyle diyor Ölümsüz Başkomutan: “Bir milletin yaşlı vatandaşlarına ve emeklilerine karşı tutumu; o milletin yaşama kudretinin en önemli kıstasıdır. Geçmişte çok güçlüyken, tüm gücüyle çalışmış olanlara karşı minnet hissi duymayan bir milletin, geleceğe güvenle bakmağa hakkı yoktur.”
Vefat eden her yaşlımız, geleceğin büyük kubbesinden düşen bir tuğladır. Sözde medeni batı alemine inat Türkler olarak yaşlılarımıza bu zor dönemde destek olalım. Onları el üstünde tutalım. Yaşlılarımız da evde kalmayı bir nevi seferberlik zamanı görevi bilsinler. Son sözümüz: Evde Kal Güzel Türkiye’m.
***
67 yıl önce elim bir kaza sonucu kaybettiğimiz ve Mavi Vatan derinliklerine emanet ettiğimiz TCG Dumlupınar denizaltımızın 81 şehidini rahmet ve minnetle anıyoruz. Vatan Sağ Olsun sözleri ile Türk milletinin kalbinde çok özel yeri olan aziz şehitlerimiz, bugün de tertemiz ruhları ile Çanakkale Boğaz karakol görevine devam ediyorlar. O görev sonsuza kadar devam edecek. Tanrı devletimizin bekasının en büyük sigortası Cumhuriyet Donanmasını ve Denizaltı Filomuzu her türlü kötülük ve beladan korusun.