30 Ekim 2013 Çarşamba

Türk Donanması kaç kez yakıldı ??????

Türk Donanması kaç kez ‘yakıldı’...
TÜRK donanması tarihinde 3 kez yakılmıştır. 1770 Çeşme’de Ruslar tarafından, 1827 Navarin’de Rus, İngiliz, Fransızlar tarafından, 1853’te Sinop’ta yine Ruslar tarafından....
Cumhuriyet donanmasının 137 denizcisi de 9 Ekim 2013 sabahı Ankara’da yakıldı. Kendi mahkememiz, kendi Genelkurmayımız, kendi Yargıtayımız tarafından...
Sözde ‘balyoz’ tertibinin küresel bir operasyon olduğunu artık herkes biliyor. Böyle bir ihanet Anadolu Toprakları tarihinde yaşanmadı, örneği yok. Yargıtay, tarihinde hiçbir darbede rol almamış deniz kuvvetlerine, balyoz davasında baş rol verdi.
Aziz ruhlu Türk milleti tehlikenin farkında mısın? Donanmanın her yakılışı, Anadolu’ya toprak, can ve mal kaybı getirdi. Bu son ihanette farklı bir sonuç getirmeyecek. Kıbrıs, Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’de son 90 yılın tüm kazanımlarını tek, tek, yitiriyoruz. Bu çıkar ve kazanımları koruyacak donanma amiralsiz ve ehil komutansız bırakılmıştır. Böyle bir donanmanın savaşması yıkım ve ölüm getirir. Artık gerçekleri gör, tehlikenin farkına var, 137 denizcisine ve diğer tertip davalardaki tüm askerine sahip çık, yoksa faturayı ödeyen yine ülkemiz olacak.
Cem GÜRDENİZ-Emekli Tümamiral-Balyoz hükümlüsü.

Katip iddianamesi..!

6 Ekim 2013 Pazar

Amiral Vesim Paşa ve Abdülhamit 2

cemgurdeniz
Deniz tarihimizde kendi donanmamızı devlet gücü ile zayıflatmanın iki çarpıcı örneği vardır. İlki, II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) 93 Türk-Rus Harbi sonrasında donanmanın Haliç'te hareketsiz bırakılmasıdır. Bu gelişme nedeniyle sadece donanmanın kuvvet yapısı değil, kurumsal kültürü ve tecrübe birikimi de kaybedilmiştir. İkincisi de 2008 yılından itibaren Cumhuriyet Donanmasının Atatürkçü amiral ve subay kadrolarına düzenlenen sahte delil ve iftiralara dayalı tertip davalar dönemidir. Bu dönem henüz bitmemiştir. Bu süreçte 40 Amiral ile çoğu komodor, gemi ve birlik komutanı 400 deniz subayının tasfiyesi hedeflenmiştir. II. Abdülhamit dönemi sonunda Türkler 20'nci yüzyıla donanmasız; Tertip davalar sonucu da 21'nci yüzyıla amiralsiz girdi. Bu yazımızda Türk Donanmasının 19'uncu yüzyıl sonunda yaşadığı karanlık döneme değineceğiz.
II. Abdülhamit'in donanma sevgisizliği
II. Abdülhamit donanmayı tasfiye etmeyi kişisel kaygılar ve tercihleri nedeniyle devlet politikasına dönüştürdü. Tarihçiler bu tercihi değişik nedenlere bağlamaktadır. İlki amcası Abdülaziz gibi kendisinin de donanma desteği ile tahtından indirileceği korkusu; İkincisi 93 Harbinde Yeşilköy'e kadar gelen ve İngiliz Akdeniz Donanmasının İstanbul'a gelmesiyle durdurulan Rusya'ya taviz vermek; üçüncüsü iflas eden ve Düyun-u Umumiye kontrolüne giren Osmanlı ekonomisine donanmanın oluşturduğu yükü kaldırmak; Dördüncüsü başta İngilizler olmak üzere Akdeniz'de batılı donanmalarla silahlanma yarışına girmemek ve Navarin veya Sinop benzeri bir baskını önlemek.
Neticede bahriye için karanlık sayılan bu dönemde değil tatbikat yapmak, savaş durumunda dahi Donanma görevini yapamamıştır. Nitekim 1897 Türk-Yunan savaşında Donanmanın Ege'ye çıkması emredilmişse de, donanma gemileri değil Ege'ye Haliç'ten Çanakkale'ye zor gidebilmişlerdi. Bu dönemin sonlarına doğru yeni gemi alımı ancak Ermeni olayları sonucunda tazminat baskısına maruz kalan sultanın, tazminat ödemek yerine ABD ve İngiltere'de inşa edilen yeni savaş gemilerini almak zorunda bırakılması ile gerçekleşebildi. Sultanın kendi iradesi ile satın aldığı sadece iki gemi vardır. Onlar da iki denizaltıdır. İsveç -İngiliz yapımı Nordenfelt denizaltıları Yunanistan satın aldığı için alınmıştır. 1886 yılında Taşkızak Tersanesinde monte edilen ve 1888 yılında başarılı torpido atışı yaparak kendini ispat eden bu denizaltılar, Sultan tarafından bir daha kullanılmamak üzere önce İzmit'e sonra tekrar Haliç'e hapsedilmiş ve çürümüştür.
Deniz Kuvvetlerinin prestij kitabında II. Abdülhamit
Balyoz tutuklamalarının tepe yaptığı 2012 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı prestij bir kitap çıkardı. Evren Mercan isimli araştırmacı tarafından yazılan "Osmanlı Bahriyesinde ilk Denizaltılar" isimli bu kitap, denizaltıların hazin hikâyesini belgelere dayanarak açıklamaktadır. Kitabın arka kapağında tanıtımının yapıldığı kısa bir metinde Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mensubu Yard. Doçent Doktor Selim Karakışla şöyle yazıyor: "Donanmayı Haliç'e bağlayıp çürümeye terk etmiş olmakla suçlanmış olan, Sultan II.Abdülhamit'in, aslında 19. yüzyılda zırhlı diplomasi çağında başta büyük devletlerin güçlü donanmalarına karşı koyabilmek için denizaltılardan faydalanmayı düşünmüş ilk hükümdar olduğu gözler önüne serilmektedir."
Aslında gözler önüne serilen, başarılı iki denizaltının hiçbir neden gösterilmeden Sultan'ın iradesi ile çürümeye terk edilmesi ve esas alım nedeni olan Türk Yunan harbinde hiç kullanılmamış olmasıdır. Ancak burada asıl önemli olan, Yard. Doçentin bu yorumunun, II. Abdülhamit döneminde en çok acı çeken devlet kurumunun bugünkü temsilcisi olan Deniz Kuvvetlerinin, Balyoz tutuklamaları sonrasında çıkardığı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı imzasını taşıyan prestij bir kitapta ve hem de kapağında yer almasıdır.

Amiral Vesim Paşa ve Abdülhamit

cemgurdeniz
Deniz tarihimizde kendi donanmamızı devlet gücü ile zayıflatmanın iki çarpıcı örneği vardır. İlki, II. Abdülhamit döneminde (1876-1909) 93 Türk-Rus Harbi sonrasında donanmanın Haliç'te hareketsiz bırakılmasıdır. Bu gelişme nedeniyle sadece donanmanın kuvvet yapısı değil, kurumsal kültürü ve tecrübe birikimi de kaybedilmiştir. İkincisi de 2008 yılından itibaren Cumhuriyet Donanmasının Atatürkçü amiral ve subay kadrolarına düzenlenen sahte delil ve iftiralara dayalı tertip davalar dönemidir. Bu dönem henüz bitmemiştir. Bu süreçte 40 Amiral ile çoğu komodor, gemi ve birlik komutanı 400 deniz subayının tasfiyesi hedeflenmiştir. II. Abdülhamit dönemi sonunda Türkler 20'nci yüzyıla donanmasız; Tertip davalar sonucu da 21'nci yüzyıla amiralsiz girdi. Bu yazımızda Türk Donanmasının 19'uncu yüzyıl sonunda yaşadığı karanlık döneme değineceğiz.
II. Abdülhamit'in donanma sevgisizliği
II. Abdülhamit donanmayı tasfiye etmeyi kişisel kaygılar ve tercihleri nedeniyle devlet politikasına dönüştürdü. Tarihçiler bu tercihi değişik nedenlere bağlamaktadır. İlki amcası Abdülaziz gibi kendisinin de donanma desteği ile tahtından indirileceği korkusu; İkincisi 93 Harbinde Yeşilköy'e kadar gelen ve İngiliz Akdeniz Donanmasının İstanbul'a gelmesiyle durdurulan Rusya'ya taviz vermek; üçüncüsü iflas eden ve Düyun-u Umumiye kontrolüne giren Osmanlı ekonomisine donanmanın oluşturduğu yükü kaldırmak; Dördüncüsü başta İngilizler olmak üzere Akdeniz'de batılı donanmalarla silahlanma yarışına girmemek ve Navarin veya Sinop benzeri bir baskını önlemek.
Neticede bahriye için karanlık sayılan bu dönemde değil tatbikat yapmak, savaş durumunda dahi Donanma görevini yapamamıştır. Nitekim 1897 Türk-Yunan savaşında Donanmanın Ege'ye çıkması emredilmişse de, donanma gemileri değil Ege'ye Haliç'ten Çanakkale'ye zor gidebilmişlerdi. Bu dönemin sonlarına doğru yeni gemi alımı ancak Ermeni olayları sonucunda tazminat baskısına maruz kalan sultanın, tazminat ödemek yerine ABD ve İngiltere'de inşa edilen yeni savaş gemilerini almak zorunda bırakılması ile gerçekleşebildi. Sultanın kendi iradesi ile satın aldığı sadece iki gemi vardır. Onlar da iki denizaltıdır. İsveç -İngiliz yapımı Nordenfelt denizaltıları Yunanistan satın aldığı için alınmıştır. 1886 yılında Taşkızak Tersanesinde monte edilen ve 1888 yılında başarılı torpido atışı yaparak kendini ispat eden bu denizaltılar, Sultan tarafından bir daha kullanılmamak üzere önce İzmit'e sonra tekrar Haliç'e hapsedilmiş ve çürümüştür.
Deniz Kuvvetlerinin prestij kitabında II. Abdülhamit
Balyoz tutuklamalarının tepe yaptığı 2012 yılında Deniz Kuvvetleri Komutanlığı prestij bir kitap çıkardı. Evren Mercan isimli araştırmacı tarafından yazılan "Osmanlı Bahriyesinde ilk Denizaltılar" isimli bu kitap, denizaltıların hazin hikâyesini belgelere dayanarak açıklamaktadır. Kitabın arka kapağında tanıtımının yapıldığı kısa bir metinde Boğaziçi Üniversitesi Tarih Bölümü mensubu Yard. Doçent Doktor Selim Karakışla şöyle yazıyor: "Donanmayı Haliç'e bağlayıp çürümeye terk etmiş olmakla suçlanmış olan, Sultan II.Abdülhamit'in, aslında 19. yüzyılda zırhlı diplomasi çağında başta büyük devletlerin güçlü donanmalarına karşı koyabilmek için denizaltılardan faydalanmayı düşünmüş ilk hükümdar olduğu gözler önüne serilmektedir."
Aslında gözler önüne serilen, başarılı iki denizaltının hiçbir neden gösterilmeden Sultan'ın iradesi ile çürümeye terk edilmesi ve esas alım nedeni olan Türk Yunan harbinde hiç kullanılmamış olmasıdır. Ancak burada asıl önemli olan, Yard. Doçentin bu yorumunun, II. Abdülhamit döneminde en çok acı çeken devlet kurumunun bugünkü temsilcisi olan Deniz Kuvvetlerinin, Balyoz tutuklamaları sonrasında çıkardığı ve Deniz Kuvvetleri Komutanı imzasını taşıyan prestij bir kitapta ve hem de kapağında yer almasıdır.

4 Ekim 2013 Cuma

Hndistan ın Uçak Gemisi

cemgurdeniz
Ağustos ayının ilk haftasında gazetelerin birçoğu Hindistan'ın ulusal olanaklarla inşa ettiği ve donatımına başladığı INS Vikrant isimli uçak gemisini haber yaptı. Gemi 2018 yılında donanmadaki görevine başlayacak. Bu gemi Hindistan'ın ilk uçak gemisi değil. Günümüzde 1986 yılında İngiltere'den satın aldıkları (eski HMS Hermes) INS Viraat isimli uçak gemisini kullanmaya devam ediyorlar. Bu gemi 54 yaşında olmasına rağmen son zamanlarda ciddi bir yatırım yapılarak yenilendi. Gemide, dikine havalanan/inen (VSTOL) tipi Sea Harrier uçakları kullanılıyor. Deniz stratejisinde tek uçak gemisi doktrini olmaz. Zira uzun süreli onarıma girdiğinde tek gemiye bağımlı kalan donanmalar zor duruma düşerler. O nedenle en az iki gemiye sahip olmalıdır. Bu nedenle Rusya Federasyonu'ndan Vikramaditya isimli ikinci uçak gemisini (eski adıyla Gorshkov) tedarik çalışmaları da tamamlanmak üzere. Rusya'da büyük tadilat ve onarım geçiren gemi Kasım ayı ortasında donanmaya katılacak. 2018 yılında INS Viraat hizmet dışına çıkacak.
Hindistan egemenliğini kazandığı 1946 yılından sonra donanmasını oluştururken uzun süre sömürgesi olduğu İngiltere donanmasını örnek aldı. Gerek kuvvet yapısı gerekse komuta yapısı ile gelenek ve göreneklerinde dahi Kraliyet Donanması'nın özelliklerini hala taşıyor. Bugün için hem uçak gemisi hem de nükleer denizaltı işletebilen, idame edebilen ve dünyanın en gelişmiş donanmaları ile ortak tatbikat yapabilecek beraber çalışabilirlik (interoperability) seviyesine sahip prestijli bir donanmaya sahipler. 1971 yılına kadar denizaltısı olmayan Hindistan, özellikle son 20 yılda inanılmaz bir gelişme göstererek Hint Okyanusu'nda ciddi bir jeopolitik aktör haline geldi. Bugün için uçak gemisi harekâtında Çin Halk Cumhuriyeti'nden en az 30 yıl öndeler.
Hindistan, güçlü bir denizaltı filosuna sahip
Bünyesinde Alman HDW yapımı, Type 209 sınıfı ve Rus yapımı Kilo sınıfı dizel elektrik denizaltılar var. Rusya'dan kiraladıkları Charlie sınıfı Nepra isimli nükleer hücum denizaltısına sahipler. Kiralanan bu gemi haricinde, Rusya'dan yeni bir nükleer hücum denizaltısı tedarik ediyorlar. Uluslararası anlaşmalar bu sınıf gemilerin satışına izin vermediği için, söz konusu denizaltı kira usulü ile tedarik ediliyor. 14 Ağustos 2013 günü Mumbai'de bir kaza sonucu batan INS Sindhurakshak denizaltısı da Rus yapımı Kilo sınıfı bir dizel elektrik denizaltı idi. (Bu kazaya neden olan infilakın muhtemelen tersanede onarım esnasında batarya dairesinde oluşan hidrojen gazı birikiminden kaynaklanabileceğini değerlendiriyorum.)
Nükleer güç Hindistan
INS Vikrant'ın haberleri arasında ulusal olanaklarla nükleer bir reaktörün inşa edildiği haberi de birçok okuyucunun gözünden kaçmış olabilir. Bu haber de çok önemlidir. Hindistan 1998 sonrası nükleer bir güç haline geldi. Dolayısı ile nükleer füzelere sahip. Nükleer denizaltı işletme tecrübesini de 80'li yıllardan itibaren Sovyetler/Rusya Federasyonu üzerinden sağladılar. Geriye, kendi gemilerini inşa etmek kalmıştı. Bunu da tersine mühendislikle, Rusya'dan kiraladıkları denizaltılar üzerinden yaptıklarına şüphe yok. Bu gelişmelerin yanı sıra, dalmış denizaltıdan konvansiyonel gezginci (cruise) füze fırlatma yeteneğine de ulusal olanaklara kavuştukları biliniyor. Ancak dalmış denizaltıdan atmosfer dışına çıkacak nükleer balistik füze atabilme yeteneğine kavuşmaları henüz olası değil. Hepsini topluca değerlendirdiğimizde şu ortaya çıkıyor.
Kıtasal deniz gücü
Günümüzde kıtasal deniz gücü olabilmenin anahtarı iki platformda saklıdır. Birincisi uçak gemisi diğeri de nükleer denizaltıdır. 1,2 milyar insanla dünyanın en kalabalık ikinci ülkesi olan Hindistan, şüphesiz Hint Okyanusu'nun en kritik ülkesidir. Dolayısı ile "bölgesel güç ya da kıtasal gücün" sahip olması gereken güçlü bir donanmaya ve deniz silahlarına adım adım sahip olmuştur. Bu arada Brezilya'nın da birkaç ay önce kendi olanakları ile nükleer hücum denizaltı inşasına başlayacağını ilan etmesi de dikkat çekmektedir. Böylece BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika Cumhuriyeti) içinde nükleer denizaltısı olmayan (Güney Afrika Cumhuriyeti dışında) ülke kalmıyor. Hindistan Deniz Kuvvetleri, savunma bütçesinden % 19 ile en düşük payı alıyor. (Aynı Türkiye gibi) Ancak buna rağmen Hindistan'a prestij sağlayan en önemli güç de donanması.
Donanmanın stratejik kullanım hedefleri neler?
Hindistan'ın Pakistan ile Keşmir, Çin ile Güney Tibet sınır sorunları var. Bu sorunlar nedeniyle her iki ülkeyle değişik zamanlarda savaştılar. Çin-Pakistan stratejik işbirliğinin temeli bu sorunlara dayanmaktadır. Günümüzde İslami köktendinciliğin bataklığına kapılan Pakistan, süratle başarısız nükleer bir devlete dönüşürken, Hindistan ciddi sosyal sorunlarına rağmen ekonomik büyümesini sağlıyor ve dünyanın en büyük demokrasisi olma özelliğini koruyabiliyor. Pakistan'ın aksine ülkede ne siyaset ne de ekonomi askerlerin kontrolünde. Pakistan'ın ilk kullanan olmayı reddetmeyen nükleer silah doktrini ile Hindistan için ciddi bir güvenlik endişesi olduğu bir gerçektir. Ancak ulusal güç kıyaslaması yapıldığında Hindistan'ın her alanda Pakistan'ın çok önünde olduğu da ortaya çıkmaktadır. Hindistan için asıl rakip, Çin Donanmasıdır. Pakistan'ın stratejik ortağının Çin olması da bu konuda önemlidir. Pakistan'ın Arap Denizi'nde, Gwadar limanını Çin'e kiralaması ve Pakistan silahlı kuvvetlerinin en büyük silah tedarikçisinin Çin olması bu durumu açıklamaktadır. Dolayısıyla Hindistan, ŞİÖ içinde gözlemci statüde olmasına ve soğuk savaş yıllarından bu yana Bağlantısızlar Ligi'nde lider ülke olmasına rağmen yeni konjonktürde Avrupa-Atlantik yapı ile ileri seviyede ilişkiler geliştiriyor. Bu durum ABD için son derece önemli. 2005 yılında Hindistan ile nükleer teknoloji alanında imzaladıkları işbirliği antlaşması bu ilişkilerin geldiği seviyeye iyi bir örnektir. ABD kendi iradesi dışında nükleer güç sahibi olan bir ülkenin bu statüsünü tanımakla kalmıyor, aynı zamanda işbirliği geliştiriyor. Diğer yandan ABD, Çin'in Hint Okyanusu'nda varlık göstermesinden ve deniz gücü erişim çapını büyütmesinden rahatsız. Çin, dünya deniz ticaretinin yarısının geçtiği suları kontrol ediyor. Çin'in son 40 yıldır nükleer donanmaya sahip olması ve 2012'den sonra uçak gemisi işletmeye başlaması bu rahatsızlığı ileriye taşıyor.
Hindistan'ın deniz gücü yeteneği ile Çin'e bir endişe kaynağı yaratması ABD'nin nihai hedefidir. Dolayısıyla Hindistan, ABD'nin Asya Pasifik'e yönelik yeni pivot stratejisinde en önemli ülkelerin başında gelmektedir. Hindistan donanması, Çin'in dış ticaretinin önemli bölümünün geçtiği Malakka Boğazını, arkasında ABD desteği olduğu sürece batı yönünden kontrol altına alabilir. (Bunu tek başına gerçekleştiremez.) ABD'nin önümüzdeki dönemde en büyük hedefi Hindistan'ı yanına tam çekmek ve onun bağlantısızlık ilkesini zamanın ruhu paralelinde değiştirmek ve özellikle silahlanmada Rusya'dan uzaklaştırmak olacaktır.

20 Eylül 2013 Cuma

Cumhuriyet dönemi ve Haliç


cemgurdeniz
Kurtuluş Savaşı sonrası Lozan'la İstanbul bölgesi askersizleştirilmiş statüye geçirildiğinden, Taşkızak Tersanesi'ndeki askeri olanakların bir bölümü, yeni kurulan Gölcük Tersanesi'ne taşındı. Böylece Montreux Sözleşmesi'nin imzalandığı 1936 yılına kadar donanma gemilerinin Haliç'te önemli faaliyeti olmadı. Zaten tersaneler de önce 33 yıllık Abdülhamit dönemi ve sonrası yaşanan sürekli savaşlar nedeni ile pek çok yeteneğini kaybetmişti.
Neredeyse son 50 yıldır yeni gemi inşa edilmemişti. Cumhuriyet, ilk gemisini 1937 yılında Gölcük'te inşa edecekti. Montruex Sözleşmesi sonrası, İstanbul eski statüsüne kavuşunca, Donanma, Taşkızak Tersanesi'ni geliştirmeye devam etti. Diğer tersaneler de değişik dönemlerde Seyri Sefain, Şirket-i Hayriye, Fabrikalar ve Havuzlar Müdürlüğü, Deniz Yolları, Denizcilik Bankası vb. kamu kurum ve kuruluşlarının hizmetinde kaldı. Bu arada her geçen gün büyüyen donanmaya ait savaş gemilerinin onarım ve bakım için Taşkızak Tersanesi'ne giriş ve çıkışları Galata ve Unkapanı köprülerinin açılış kapanış zamanlarına aşırı bağımlı hale gelince ve acil onarım ihtiyaçlarında ciddi sıkıntılar yaşanınca, 1990'ların başında yeni tersane arayışına girildi.
1999 Marmara Depremi sonrasında Gölcük Tersanesi'nin suüstü gemi inşa kızaklarının yok olması sonucu, Pendik (İstanbul) Tersanesi Deniz Kuvvetleri'ne devredilince, Taşkızak Tersanesi kapatılarak bu tersaneye taşındı. Böylece 2000 yılında Donanma savaş gemisi onarım/inşaat varlığını Kasımpaşa bölgesinden tamamen çıkarmış oldu. Aslında bu, gelişen şartların zaruri kıldığı doğru bir karardı. Bahriyenin varlığı bugün için tarihi Divanhane binasında bulunan Kuzey Deniz Saha Komutanlığı ve Cezayirli Gazi Hasan Paşa (Kalyoncu) kışlasında devam ediyor.
Bugünkü durum
Özetle, Haliç bölgesi 500 yıllık Türk denizcilik tarihinin bir merkezi durumundadır. Şimdi, geçmiş ve gelecek nesilleri temsil eden İstanbul halkının hiçbir şekilde fikri sorulmadan; çoğulcu demokrasilerin olmazsa olmaz şartı katılımcılık prensibi içinde, halkın görüş ve önerilerine, bir anket, bir kamuoyu yoklaması ve plebisitle başvurulmadan Kasımpaşa'nın 500 yıllık deniz tarihi yok ediliyor.
Altın Boynuz bir nevi Altın Ranta dönüşüyor. Basından takip edebildiğimiz kadarıyla, rant kurbanı 250 dönümlük alandaki tarihi doku ve yapılar korunacak; Haliç bölgemiz, marinalar, oteller ve AVM ile canlanacakmış. Neden marina, neden otel ve neden AVM? Bu seçimi İstanbul halkı adına kim yaptı?
Haliç, tarih ve kültür merkezi olmalı
Yüzlerce yolcu motoru, İDO'nun deniz otobüsleri, Salıpazarı/Karaköy rıhtımına yanaşıp kalkan dev yolcu gemileri ve günde 150 geminin geçtiği Boğaz trafiği içinde çatma riskinin en yoğun olduğu bu en karmaşık alanındaki marinaları, hangi amatör denizci kullanmak ister. Köprüler sık sık açılmadığına göre hangi yüksek direkli yelkenli veya yüksek gövdeli yat bu marinaya girebilecek?
Bu bölgede sadece zengin turistlerin kalabileceği beş yıldızlı oteller ya da AVM'ler yerine neden ABD/Washington DC'deki, Smithsonian benzeri müzeler zinciri düşünülmüyor? Neden Valide kızağının içine Kırım Savaşı'nın efsanevi kalyonu Mahmudiye'nin bir replikası yapılmıyor? Neden aynı alanda sivil bir denizcilik müzesi kurulmuyor? (Bu arada Donanmanın Beşiktaş'ta büyük bir deniz müzesi varken, sivil denizciliğimizin hala bir müzesi yok) Neden, Karaköy ve Salıpazarı rıhtımlarına yanaşan dev cruise gemilerine ve tarihi yarımadaya yürüme mesafesindeki bu bölgede yeni etnografya, teknoloji, sanat, kültür ve tarih müzeleri ya da akvaryum kurulmuyor?
Neden hükümetin övünerek koruduğunu iddia ettiği Osmanlı mirası sadece Topkapı Sarayı' nda sergileniyor ve depolarda tutulan on binlerce obje için yeni müzeler kurulmuyor? İstanbul'da 33 müze olduğu ve bunun 12 milyonluk turistik bir şehir için ne denli yetersiz olduğu görülmüyor mu? Kopenhag-Danimarka'da 150, Stockholm-İsveç'te 70, Kyoto-Japonya'da 203, Hamburg- Almanya'da 60, Berlin'de 180 müze olması yöneticilerimizi hiç mi ilgilendirmiyor?
Litorum usus, publicus est
(Kıyılar halkın kullanımı içindir)
İngiliz kraliyet donanmasının kalbi, Portsmouth'da atar. Zira Trafalgar deniz savaşında (1805) Amiral Nelson'ın hayatını kaybettiği sancak gemisi HMS Victory ile sanayi devriminin ilk ürünü HMS Warrior müze gemileri burada bulunur. Kıyı şeridinde ayrıca başka müzeler de bulunur. Cameron hükümeti bırakın bu alanda beş yıldızlı otel yapmayı en ufak tadilat bile yapamaz. Çok iyi bilir ki İngiliz halkı böyle bir şeye izin vermez.
Bir topluluk ortak tarihi mirasının bilincinde olarak ve onu koruyarak millet olur. Tarihimizin içinden gelip geleceğe uzanan 500 yıllık denizcilik mirasımızı gelecek kuşaklara mutlaka aktarmalıyız. Unutmayalım uygarlık, denizde ve kıyıda başlar. Roma hukukunun en temel prensiplerinden birini burada hatırlatalım. "Litorum usus, publicus est." (Kıyılar halkın kullanımı içindir.) Dünyanın en değerli coğrafyasında 500 yıllık denizcilik mirası ve geleneği, rant uğruna yok edilmemelidir.

6 Eylül 2013 Cuma

Deniz, kitap, sanat ve hapis



Deniz karşılıksız sevilir. Ben de onu karşılıksız sevdim. Çok şanslı idim. Hem denizci bir ailede, hem de deniz kıyısında Boğaziçi’nde hayatla tanıştım. 8 yaşında sandalım 15 yaşında yelkenlim oldu. Yaşıtlarım çelik çomak oynarken, ilkokulda gemi maketleri yapmaya başladım. Daha sonra meslek olarak denizciliği seçtim ve 2012 Ağustosuna kadar 40 yıl Cumhuriyet Donanmasının üniformasını şerefle taşıdım. 40 yılın sonunda gücünü yalan ve iftiralardan alan Balyoz davası ile tasfiye edildim ve çok sevdiğim Bahriyeden ve savaş gemilerinden ayrılmak zorunda kaldım.
Hapis hayatı denizcileri zorlamaz
Hapis hayatı denizcileri zorlamaz. Zira denizdeki yaşantı başta doğa ile mücadele; daha sonra dar bir alanda diğer insanlarla birlikte yaşamak; sevdiklerinizden, kişisel konforunuzdan ve önceliklerinizden haftalarca, bazen aylarca ayrı kalmaya katlanmak demektir. Uzun süre karadan ayrı kalabilen denizciler özgürlüğünden bilerek geçici olarak vazgeçmiştir. Artık o doğanın ve kendi iradesinin rehinidir. Önce kendisi ile giriştiği mücadeleyi daha sonra doğa ile mücadeleyi kazanmalıdır. Kendi iradesine yenilen denizci hayatta kalamaz. İradesini yenerek özgürleşmelidir. İşte bu nedenle bir şekilde tutsak edilen denizciler hapis hayatını diğer meslekten gelenlere nazaran çok daha farklı değerlendirebilirler. 1755 yılında İngiltere’de yayımlanan “Life of Johnson” isimli eserinde Boswell şunları söylüyordu:
“Kendini bilerek tutsak edecek bir niyeti olmayan hiç kimse denizci olmayacaktır. Bir gemide olmak denizde boğulma şansı da olan hapishanede olmakla eş değerdedir. Hapishanedeki bir adamın en azından daha geniş yaşam alanı, daha iyi yemeği ve arkadaşları vardır.”
Tam 2 yıl karaya ayak basmamıştı
Boswell’in kitabından tam 50 yıl sonra Trafalgar deniz savaşında İngiltere’ye neredeyse 100 yıl denizlerde egemenlik kuracak bir zafer armağan eden ve bu savaşta sancak gemisinde ölen, İngiliz Donanma Komutanı Amiral Horatio Nelson, Napolyon Fransa’sına karşı Atlantik ve Akdeniz’de Kraliyet Donanmasının uyguladığı abluka sırasında tam 2 yıl boyunca değil evine gitmek, karaya ayak basmamıştı. Aynı Amiral, subaylık yıllarında bir defasında evinden ve ilk eşi Frances’den tam beş yıl ayrı kalmıştı. Ancak denizin büyüsü, geminin karşı konulamaz kendine has dünyası ve sarsılmaz vatan sevgisi Amiral Nelson’ı her zaman ayakta tutabildi. Ölmeden önce sancak gemisi HMS Victory Komutanına söylediği son sözler çok anlamlıdır. “Hardy, Vatanıma karşı görevimi yaptım. Huzur içindeyim.”
Değişen tek şey zaman
1968 yılında Güney Okyanusunda sürekli doğuya giderek dünyayı durmaksızın ve tek başına dolaşan ilk denizci olan İngiliz yelkenci Knox Johnston da Güney Okyanusu geçişini zor bir hapis cezasına benzetiyor ve şöyle diyordu:
“Böylesine bir dünya turu, en acımasız hapis cezasına eş değerdi. Her an boğulma tehlikesinin olduğu bir ortamda, yüksek güç gerektiren bedensel faaliyetler ve tecrit.”
İşte ben de içinde bulunduğum TCG Hasdal ve TCG Silivri adını verdiğim beton gemilerde zorlu bir deniz seyrine katıldığım kabullenmesiyle hapishane günlerimi denizdeymiş gibi geçiriyorum. Bu beton gemilerin en önemli özellikleri hiç sallanmamaları ve varış limanının belirsizliği. Değişen tek şey zaman ve gök cisimlerinin hareketleri.
Hasdal ve Silivri’de deniz özlemimi gidermek için üç şeyle uğraştım. Birincisi kitap okumak ve yazmak. İkincisi gemi maketleri ve diyaromalar yapmak; Üçüncüsü de görebildiğim tüm gök cisimlerini incelemeye çalışarak, göksel, diğer adıyla astronomi seyrindeki kullanımlarına yönelik pratik uygulamalarda bulunmak.
2,5 yılda 2000 sayfa kitap yazdım
Hasdal ve Silivri’de geçirdiğim 2,5 yıl içinde 2000 sayfaya yakın kitap yazdım. Bu kitaplar Cumhuriyet Donanmasının gelişimi ve 2010 yılında uğradığı Balyoz Baskınının sebep-sonuç ilişkileri üzerine odaklandı. Yazdıklarımın küçük bir bölümü “Hedefteki Donanma” isimli kitapta kamuoyuna sunuldu. Bahriyeli diğer Balyoz tutsaklarının yazdıkları kitaplar denizcilerin zor şartlarda bile ne kadar üretken ve yaratıcı olduklarını ortaya çıkardı. Amiral Semih Çetin’in “Bir İhanetin Öyküsü”, Deniz Kurmay Albay Ali Türkşen’in “Kardak’ta Kahraman, Hasdal’da Tutsak”, Amiral Özden Örnek’in “Cambaza değil Balyoz’a Bak” isimli kitapları kamuoyunun Balyoz tertibi ve donanmanın düşürüldüğü durum ile ilgili uyanışına büyük hizmetlerde bulundu.
Diğer bir uğraşım sanat oldu. Özellikle Silivri’de gemi maketleri ve diyaromalar yapmaya başladım. Yaratıcılıkla değişim geçiren malzemeler örneğin şeker karıştırma çubuğundan güverte tahtası, kürdandan direk, diş macunundan deniz gibi uygulamalar ile maket ve diyaromalara hayat verdim. Çocukluğumda yaşadığım ortamları ve gitmeyi hayal ettiğim yerleri modelledim.
Sanat ruhu özgürleştiriyor
Şuna inandım, sanat hapisteki insanın yaratıcılık duygusunu güçlendirerek onun ruhunu özgürleştiriyor. Öylesine özgür ki, bedeni tutsak alınsa bile ruhu diş macunundan yapılan denizde yüzecek, kağıttan bir kotrada yelken yapabilecek kadar özgür. Hasdal, Hadımköy, Silivri ve Maltepe’de bulunan tutsak askerlerin Vardiya Bizde Platformu vasıtasıyla İstanbul, İzmir ve Ankara’da açtıkları resim sergilerinin başarısını benim anlatmama gerek yok. Basında çok yer aldı.
Avluda bile güneş görünmüyordu
Üçüncü uğraşım denizcilerin seyir (navigasyon) disiplini üzerine odaklandı. Ancak bu seyir olağan koşullar seyri yerine, olağanüstü koşullar seyrine (emergency navigation) yönelikti. Örneğin Silivri’de bulunduğum cezaevinde Kasım ayı ortasından Ocak ayına kadar koğuşumuzun 6x10 metre ebadındaki avlusundan açık havada güneş hiç görünmüyordu. 5 metre derinliğindeki boş bir yüzme havuzunun dibinde yürüdüğünüzü düşünün. İşte duvarlar o kadar yüksek ki, güneş meridyen geçişinde tepe yaptığında dahi avludan görünmüyordu. Bu durumun ne kadar süreceğini hesap etmek için çalışmaya başladım. Meslek bilgilerimi tazeleyerek sonuçta 7 Ocak 2013 öğlen meridyen geçişi esnasında güneşin görünebileceğini hesapladım ve doğru çıktı. Bu sonuç bende yeni bir fikir oluşturdu. Olağanüstü durumlarda açık denizde gemide ya da can salında her şeyini kaybeden bir denizci için yönünü ve mevkiini bulmasına yardım edecek bir navigasyon kitabını yazmaya başladım. Kısaca, hapis insanı gerçek kimliği ile buluşturan bir sınavdır. Sınav sonunda, her fırtınalı seyirden gemisini emniyetle limana döndüren kaptan gibi, daha güçlü ve daha tecrübeli çıkarsınız.
Nelson Mandela’nın dediği gibi: “İnsan direngenliği, ruhunun adaletsizliğe direnme yeteneğini bizzat hapishanede buluyor. Ve burada... Liderlik vasıflarına, adaletsizliğe karşı nerede olursa olsun mücadele etmeye kararlı bir insanın niteliklerine sahip olmak için yüksek okullardan mezun olmak gerekmediğini öğreniyorsunuz... Teslim olmaktansa cezayı hatta aşağılanmayı tercih ederek militan bir tavrı benimseyen o kadar çok insan gördüm ki.” (Mandela, Kendimle Konuşmalar-Optimist Yayınları, İstanbul 2011, Sayfa 236)

3 Eylül 2013 Salı

Hukuk ve İHA lar


Peki, bu araçların hukuki meşruiyetleri nedir? Obama yönetimi, Bush dönemine oranla Pakistan ve Afganistan’da silahlı İHA kullanımını olağanüstü boyutlarda öne çıkardı. 11 Eylül sonrası Kongre’nin Başkan’a verdiği askeri gücün yetkilendirilmiş kullanımı (AUMF) yasası ile bu güç kullanılıyor.
Terörle mücadelede bu kullanıma “Hedeflenmiş Kimlik İmhası: Targeted Signature Killings” adı verildi. Böylece Afganistan, Pakistan, Yemen ve Somali’de 500’e yakın saldırı yapıldı. Büyük çoğunluğu CIA kontrolünde terörle mücadele kapsamında yapılan bu saldırılarda 2004 yılından bu yana, sadece Pakistan’da 900’ü sivil (200 çocuk) 3300 civarında insan öldürüldü, 1500 kişi yaralandı. Sivil ölümler İHA’ların uluslararası savaş hukuku bakımından meşruiyetinin sorgulanmasını gündeme getirdi.
Öncelikle izinsiz hava sahası kullanımı ve ileri teknoloji sayesinde karşı tarafa hiçbir ikaz/uyarı yapmadan kullanılması gibi konular eleştirilmeye başlandı. Başkan üzerinden CIA’ya verilen yetkinin ne kadar meşru ve ahlaki olduğu dış dünyada da sorgulanıyor. 2012 yılında küresel çapta yürütülen bir anketin sonuçlarına göre, Fransızların %63, Almanların %59, Türklerin %81 ve Yunanlıların %90’ı silahlı İHA kullanımına karşı.
‘Terörle mücadele’ klişesi
Birleşmiş Milletler ilk kez 24 Ocak 2013 tarihinde Amerikan İHA’ları konusunda özel inceleme başlattı. Diğer taraftan ABD, yoğun İHA saldırıları ile hukuku zorlayarak ve hatta ihlal ederek küresel çapta diğer ülkelere de bu silahın yaygın kullanımı için hukuki ve ahlaki zemin hazırlıyor. Böylece gelecekte sadece dış tehdit için değil, bazı hükümetler muhalif gruplara karşı sınırsız bir şekilde “terörle mücadele ediyorum” klişesi altında silahlı İHA kullanırsa şaşmamak gerekecek.
Bu durumdan fazlasıyla rahatsız olsa gerek, Başkan Obama geçen Mayıs ayında Washington DC’de, NDU-Ulusal Savunma Üniversitesi’nde yaptığı bir konuşmada, “Bir askeri taktiğin yasal ya da hatta etkili olduğunu söylemek, her durumda akıllıca ya da ahlaki olduğunu söylemem anlamına gelmez” dedi. Obama artık şirazesinden çıkan İHA kullanımıyla ilgili, olarak bu konuşmasında öldürme yetkisinin CIA’dan alınarak Savunma Bakanlığı’na verileceğini; sadece teröristler yakalandığında kullanılacağını; harekât yapılan ülke ile mutlaka danışmalarda bulunulacağını vurguladı.
CIA-Savunma Bakanlığı rekabeti
Rekabetin özü CIA’nın artık savaşan bir kurum haline dönüşmesinden kaynaklanıyor. İHA savaşı neredeyse CIA ürünü askeri bir taktiğe dönüşmüş durumda. Savunma Bakanlığı’nda İHA kullanımı hesap verilebilir bir süreç izlerken, CIA’da böyle bir durum söz konusu değil. Savunma Bakanlığı’nın öldürücü güç kullanımı, Kongre yetkisine bağlıyken ve bu eylemeler uluslararası hukuk ve silahlı çatışma hukukuna tabiyken, CIA’da bu durum Başkan’ın örtülü onayı ile gerçekleşebiliyor. Savunma Bakanlığı’nın kullanımı gizli (clandestine) statüdeyken, CIA kullanımı, örtülü (covert) statüde gerçekleşiyor. Bu durum CIA’ya kendi iç hukuk sistemlerine göre eylemleri reddetme hakkı veriyor.
Yeni bir hukuki düzenlemeye gerek var
Görünen o ki, 21’inci yüzyılda ABD silahlı kuvvetleri personel kayıplarını ve personel bütçesini ileri teknoloji kullanarak uzun dönemde azaltmak için insansız savaş araçlarını her alanda geliştirmeye devam edecek. Dolayısı ile bu gelişme, Türkiye dahil tüm ülkeleri hem insansız araçlarla donanmak ve hem de insansız araçlara karşı tedbir almak için yeni yatırımlara sevk edecek. Ancak bu savaşın kuralları kodifiye edilmiş değil. Dolayısı ile Birleşmiş Milletlerin, artık çok geç olmadan insansız savaş araçlarının silahlı çatışma hukukuna göre kullanımlarını düzenleyecek ve kısıtlama getirecek bir kodifikasyon sürecini başlatması gerekiyor.