
100 yıl Sonra Tekrar Ettirmeyiz...
Tam 100 yıl önce bugün,
15 Mart 1920’yi 16 Mart’a bağlayan gece yarısından sonra İngiliz ve Fransız
kuvvetleri İstanbul’da Şehzadebaşı karakolunu bastı. 10. Kafkas Fırkası Mızıka
Takım erlerinin bulunduğu koğuşta silahsız 4 er şehit edildi. İstanbul’un
ikinci işgali başlamıştı. Birincisi 13 Kasım 1918 sabahı 55 parça savaş gemisi
ve bu gemilerden çıkan 3500 üzerindeki silahlı asker ile sağlanmıştı. Stratejik
noktalar işgal edilmişti. Bu kez, yani ikinci işgalde hedef idare idi. İşgalin
pek çok nedeni vardı. Akbaş baskını ile Maraş savunması gibi askeri başarıların
yanısıra en önemli neden, 28 Ocak 1920 tarihinde Osmanlı Meclisi Mebusan‘ında
Misak ı Millinin kabul edilmesiydi. Bunu kabul eden ve ettiren de Mustafa
Kemal’in Anadolu’da yaktığı kurtuluş ateşiydi. Öyle bir ateşti ki bu, önüne
çıkan engelleri yakıyor, umutsuzlukları dağıtıyordu. Ümmeti, Türk milletine
dönüştürüyor; bağımsızlık ve hürriyet duygularına cesaretle sarılanları bir
araya getiriyor; Anayurdu ve milleti korumaktan aciz, teslimiyetçi saltanatı
halkın gözünde her geçen gün küçültürken, Kuvayı Milliye’yi yüceltiyor ve
büyütüyordu.
İlk fitili Mustafa
Kemal’in ağzından çıkan 3 kelime ateşliyordu: 13 Kasım 1918 günü Kartal
İstimbotu üzerinde Sarayburnu açıklarında ‘’Geldikleri
gibi Giderler’’ diyen büyük önder, 4 yıl sonra 1 Eylül 1922 sabahı Dumlupınar’da
ordularına bu kez dört kelime ile hedef gösteriyor ve son fitili ateşliyordu. ‘’Ordular İlk Hedefiniz Akdeniz’dir.’’
Askeri zafer Lozan Antlaşması ile taçlanıyor ve 1923 Temmuzunda Churchill
hatıratında şunları yazmak zorunda kalıyordu. ‘’ Türklerin yeniden Avrupa’ya girmeleri,
müttefikler için en kötü aşağılanmadır… müttefiklerin zaferi hiçbir yerde
Türkiye’deki kadar tam olmamıştı. Şimdi galibin gücü hiçbir yerde Türkiye’deki
kadar gösterişli bir şekilde aşağılanmamıştır. ‘’
Evet aşağılanan,
güneşin hiç batmadığı sanayi devi Britanya İmparatorluğu ve müttefikleriydi.
Mustafa Kemal o dönemin en büyük gücünü yenmiş, 850 yıldır anayurdumuz olan
Anadolu’yu kısa bir işgal döneminden sonra Türk kanı ile kurtarmıştı. 10 milyonu zor bulan bir
nüfusa, olmayan sanayiye, çiftçi köylü ağırlıklı geri kalmış bir tarım toplumunun
varlığına rağmen eldeki imkanları son kerteye kadar kullanmış ve anayurdu çiğnetmemişti. Sakarya Meydan
Muharebesinde nüfusun ancak % 1’ni teşkil eden 100 bin kişilik orduyu
hazırlamak için büyük çaba sarf edilmiş, zafer sonrası istilacı Yunanı tepelemek
için büyük taarruza kadar ordunun mevcudu ancak bir yılda 200 bine çıkarılabilmişti.
Savunma sanayi yoktu. İmalat-ı Harbiye pencere demirlerinden ve hurda raylardan ancak kama, kılıç veya süngü yapıyordu.
Mustafa Kemal, ‘’Gözüm Sakarya’da
Kulağım İnebolu’da’’ diyecek kadar Karadeniz’den gelecek cephaneye
bağımlıydı. Sovyet Rusya’nın 1920 Eylül’ünden itibaren yolladığı 300 bin ton cephane her iki büyük savaşın
kaderini belirlemişti. Kocatepe’de 26 Ağustos 1922 sabahı Türk saldırısı
başladığında modern ve tam teçhizatlı Yunan ordusu karşısında sayıca az, üniforması
bile olmayan, ama çelik yürekli ve cesur
Türk askeri vardı. 9 Eylül’de İzmir kurtarılmıştı.
Onun dehası ve
liderliği yıllarca sömürülmüş, hor görülmüş, işgale uğramış çöken bir imparatorluğun
enkazı altında kalmış Türk’e imkansızlıklar içinde büyük bir zafer sunmuş, boynu
bükük, 19. yüzyıl ortasından bu yana sürekli yurdundan edilmiş, çöken bir
imparatorluğun başı eğik insanlar topluluğunu, Britanya İmparatorluğunu yenerek
bir Cumhuriyet kuran onurlu, başı dik, kahraman milletler arasına sokmuştu.
Yepyeni bir ruhla Türk milletini yaratmıştı. Hintli kurucu lider Gandi kadar kimse bu
başarıyı özetleyemez. ‘’Mustafa Kemal
İngilizleri yenene kadar, Tanrı'yı da İngiliz zannediyordum’’
demişti.
Gelelim bugüne. Şehzadebaşı Karakol baskınından tam tamına 100 yıl sonra, Anadolu
Türk’ü yeni işgal tehlikeleri ile karşı karşıya. İşgal iki cepheli. İlki Mavi
Vatan işgali; diğeri Zihinlerin İşgali. Türkiye’nin uluslararası hukuk,
içtihatlar ve divan/hakem mahkeme kararları paralelinde hakkı olan Akdeniz ve
Ege’deki Münhasır Ekonomik Bölge/Kıta Sahanlığı sınırlarının reddine yönelik
girişimler devam ediyor. 21. Yüzyılda Türkiye jeopolitiğinin ana cephesi olması
gereken bu alanda 150 bin km karelik deniz alan gaspı söz konusu. Kuzey
Kıbrıs’taki Türk askeri varlığının sonlandırılması ve KKTC’nin federal çözüm
aldatmacası altında eritilmesi bu işgal girişiminin önemli yan cephesi. Diğer
bir yan cephe ise Suriye’de denize çıkışı olan kukla bir Kürt devletçiğinin
kurulma gayretleri. İdlib krizi ile yan cephe olması gereken Suriye cephesinin
Mavi Vatan savaşının enerjisini emecek kadar öne çıktığı bir dönemi geçen
haftalarda maalesef yaşadık, yaşamaya devam ediyoruz. 5 Mart 2020 Moskova
Antlaşması ile Türkiye ve Rusya son anda Atlantik sistemin tuzağına düşmeyi
önledi. Bu tuzak önlenmeseydi, üzülerek söylüyorum Türkiye sadece sonucu
olmayacak uzun bir yıpranma döneminin içine çekilmekle kalmayacak, demir ve
kanını siyasi ve askeri hedefleri açık ve anlaşılır olmayan bir silahlı çatışma
sürecinde heba edecekti. Enerjimizi emecek bu kara delikten en büyük payı Mavi
Vatan alacaktı. İdlib tuzağı aynı zamanda Türkiye’de medyanın, akademi
dünyasının ve en önemlisi iç siyasetin ne kadar kırılgan, istikrarsız ve aynı
zamanda ulusal çıkar odaklı düşünmekten ne kadar uzak olduğunu gösterdi. 1952
sonrası dönüştürülen Türkiye’de Atlantik mandacılığının ne kadar güçlü olduğu
ve bu gücün hamaset duygularını sömürerek Türkiye’yi neredeyse Rusya ile savaşa
davet edecek kadar jeopolitik, strateji ve akılcı siyaset yoksunu olduğunu
ispat etti. Türkiye’yi 15 Temmuz 2016 felaketine getiren mandacılığın İdlib
tuzağı ile yeniden hortlamasının önlenmesinde devlet aklını öne çıkaran tüm
kurum ve kuruluşların varlığı gelecek açısından son derece önemlidir. Bu
süreçte Rus medyasının da dikkat çekici hatalar yaptığını söyleyebiliriz.
Sputnik Ajansının İngilizce
yayınında Hatay konusunu gündeme getirmesi ve bir Rus TV kanalının Türk devlet heyetinin
Kremlin’de RF Devlet Başkanı Putin’in toplantı salonuna gelişini beklemelerini
haber yapması örnekler arasında gösterilebilir. Nasıl ki Türkiye’de Türk Rus
düşmanlığını körükleyen başta FETÖ militanları ve mandacı bir zihniyet varsa,
Rusya’da da Türk - Rus yakınlaşmasından rahatsızlık duyan başta fanatik Ermeni
gruplarla, finans kapital dünyaya yakın çevrelerin varlığı göz ardı edilemez.
Asıl Cephe Mavi
Vatan’dır. Mavi Vatan mücadelesini
kazanmak istiyorsak Doğu Akdeniz’in jeopolitik resmini bir bütün halinde görmek
zorundayız. Asli cephe Doğu Akdeniz’dir. Akdeniz’de Rusya’yı karşı kampa
alırsak Mavi Vatanı kaybederiz. Unutmayın Çeşme, Navarin ve Sinop baskınlarında
Osmanlının denize çıkışını önlemek isteyen Avrupa emperyalizminin temsilcisi
Romanov hanedanı başat rol almıştı. Rusya, bugün stratejist Alexandre Dugin’in
de ifade ettiği üzere Akdeniz’de Atlantik sistemin Türkiye’yi denizlerden ve
denizcileşmeden uzaklaştırmasının önlenmesinde Türkiye ile işbirliğine hazır.
Yeter ki kışkırtmalara iki taraf da geçit vermesin. Bölünmeyi ve ayrışmayı o
kadar seviyoruz ki, Türkiye’nin çıkarlarını akılcı ve bilimsel şekilde
tartışmaktan zaman zaman uzaklaşabiliyoruz. Bu ayrışmayı FETÖ gibi ihanet
şebekeleri kışkırtırken, aynı dozu fanatizm ve cehalet ile yıkanmış hamaset
söylemlerine sahip kitlelerden de görebiliyoruz. Mavi Vatanı içi boş
tartışmalar ve yanlış kararlar sonucu kaybettiğimizde çok geç kalmış
olabileceğimizi bir kez daha hatırlatalım.
İkinci Cephe Türk
iç siyasetindeki işgal Cephesidir. Bu cephenin
işgali 11 Kasım 1938 sonrası Kemalizm’den ve Atatürk’ten uzaklaşma ile
başlamıştır. NATO üyeliği sonrası tavan yapmış, 12 Mart ve 12 Eylül askeri
darbeleri ile komünizm ile mücadele başlığı altında Atlantik soslu dincileşme ikamesine yol açılmıştır. 15 Temmuz 2016 FETÖ darbesi bu sürecin
kreşendosu olmuş ve Atlantik sistem güdümündeki söz konusu ihanet şebekesi,
kutsal dini değerleri kullanarak oluşturduğu birikimle Türk halkına ateş açarak
ülkemizde bir iç savaşı tetiklemeyi denemiştir. Karşısında Türk milletini bulan
bu şebeke başarısız olmuştur. Ancak FETÖ süreci, Türk siyasi hayatında yeni
kimlikler ve transformasyonlarla devam etmektedir. Günümüzün Ali Kemalleri,
Damat Feritleri, Sait Mollaları, Nemrut Mustafa Paşaları atalarını
aratmıyorlar. Siyasi parti yelpazesinin her renginde yerlerini almış
durumdalar. Sınır tanımıyorlar. Geçen hafta kurulan yeni siyasi partide kumpas
davalar sürecinin adalet ve iç işleri bakanları, medya mensupları ve
bürokratlarının olması halkın sadece geleceğe olan güven duygusunu değil, tuzaklardan
ders almasını bilmeyen toplumlarda ortaya çıkan umut kaybına da neden oluyor. İdlib
tuzağı süreci ve Moskova Antlaşması sonrasında 180 derece rota değiştirerek gerek
eylem, gerek söylemleri ile halka asla güven vermeyen, gerek devlette gerekse
medya ve akademi dünyasında yer alan şahsiyetlerin çokluğunun yanısıra, kumpas
davalar döneminin ‘eski’ tüfeklerinin ‘yeni’ bir parti kurması Türkiye’de ders
alınması gereken bir tablodur. Nitekim
eskiden yeni olamayacağı gibi dertten de deva olmaz. Ancak başta gençlik olmak üzere, Türkiye’nin aydınlık ve vatansever kitleleri bu tuzakları aşacak güce sahiptir.
Bugünün karanlık tipleri ve tablolarına rağmen unutmayalım ki 15 Mart 1920
tarihindeki Şehzadebaşı baskını ve İstanbul işgali hegemonyaya başarı
getirmedi. Bir olayın nasıl başladığı değil, nasıl bittiği önemlidir. Yüzde 1, 100
yıl önce yokluklar içinde Mustafa Kemal liderliğinde düşmanı tepelemeyi bildi. Bugün
yüzde 1’den çok daha fazlayız. 100 yıl sonra endişe etmeyin. Hegemonya
emrindeki mandacılar ve FETÖ artık bu topraklarda tutunamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder