10 Aralık 2020 Perşembe

2020 Sonunda Türkiye için Jeopolitik Vizyon

 

2020 Sonunda Türkiye için Jeopolitik Vizyon

Cem Gürdeniz

 

Önce doğa ile başlayalım. Endüstriyel medeniyet çağını yaşayan insanlık için yeni bir dönemi başlatan 2020 senesi, birkaç hafta sonra bitiyor. 2020, doğanın insanoğluna verdiği en büyük derslerden biri olarak hatırlanacak. Zira insan doğaya ihanet etti. Neoliberal, kapitalist ekonomi modelinin dizginlenemeyen kazanma ve tüketme hırsı ile tükenme aşamasına gelen bir düzenden bahsediyoruz. Küresel sermaye ve kapitalizm doğayı yok edeceğini bildiği halde özellikle son 50 yılda aşırı tüketimi acımasızca teşvik etti.  Soğuk savaş sonunda ABD ve AB, siyasi ve askeri güçlerini kendi ticaret ağlarını gerek tüketici sayısını gerekse sömürülecek hammadde kaynaklarını artırmak için kullandı. Zorla haritalar değiştirildi. Hükümetler düşürüldü. Kan, gözyaşı ve yıkım bu dönemin markaları oldu. 

 

Batının Yok ettiği Doğa. Diğer yandan küresel nüfus artarken, Washington Konsensüsü gereğince aşırı tüketmeye teşvik edilen insan, doğayı yok etme aşamasına geçti. 7,8 milyar nüfusun büyüyen orta sınıfı, aşırı tüketim modeli ile buluşunca insan denen canlı türü sadece karadaki kaynakları yok etmedi, soluduğu oksijenden, atmosfere kadar doğanın her boyutunu rekor seviye ve zamanda kuruttu. Endüstriyel medeniyetin elektrik üretimi, ulaştırma, sanayi ve hane ısıtmasında kullandığı fosil esaslı enerji atmosferi aşırı ısıttı. Oluşturduğu su buharı, metan ve karbondioksitin yarattığı sera etkisi dünya ortalama ısısını 1860’takı 13,5 dereceden 2019’da 14,5 dereceye arttırdı. Bu artışın en büyük kısmı son 13 yılda yaşandı. Doğa dengesinin belirleyicisi olan Arktik (Kuzey Buz Denizi) bölgesi, günümüzde bu yok oluşun en ciddi göstergelerine tanıklık ediyor. Küresel iklim düzeninin bir nevi sigorta teli olan buz örtüsünde 1970’ten bu yana %31 oranında küçülme yaşandı. En fazla küçülme 2007’de meydana geldi. 2015, Paris İklim Anlaşmasında küresel sıcaklık artışının karbon emisyonlarını azaltarak kontrol altına alınması hedeflendi. Hedeflerden birisi, 2050 yılında pek çok ülke için yenilenebilir enerjiye geçilerek sıfır karbon emisyonuna erişmek. Ancak buna erişmenin çok zor olduğu biliniyor. O nedenle 21. yüzyılda artan ve artacak sıcaklıklara, yükselen deniz seviyesi nedeniyle kıyılarda su baskınlarına, kuraklıklara, orman yangınlarına, çölleşmeye, su kıtlığına, dolaylı şekilde gıda krizlerine, frekans ve şiddeti artan tayfun ve kasırgalara insanoğlu hazırlıklı olmalıdır. Örneğin ABD’de 2 metrelik deniz suyu seviyesi yükselmesinin 882 milyar dolarlık masraf çıkaracağı simülasyonlarla kanıtlanmış. Doğanın bu son derece ciddi ikazları insanoğlunu ve özellikle kapitalizmin sınırsız kazanma ve sömürme güdüsünü etkileyecek mi? Bunu zaman gösterecek. Ancak petrol endüstrisinde artık taşların yerinden oynadığını görüyoruz. Uluslararası Enerji Ajansı IEA, yeni yayınladığı 2020 WEO (Dünya Enerji Geleceği) raporunda petrol endüstrisinin ciddi kayıplara uğradığını ve milli gelirini petrol ihracatına bağlayan ülkelerde yüzde 25’lik gelir azalması yaşandığını belirtiyor. Bu durum uluslararası petrol firmalarının (IOC) yeni yatırımlar yerine yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırıma yönelmelerini ortaya çıkarıyor. Bu yönelişin devrimsel özellikte olduğunu belirtmeliyiz.

 

Doğadaki Gelişmeler ve Jeopolitik. Uzun bir doğa girişi yapmamın temel nedeni doğa olaylarının yaratacağı ekonomik krizler, kitlesel göçler, kaynak savaşları (su ve tarım alanları), iç çatışmalar, rejim değişiklileri vb. nedenlerle jeopolitiği etkileyeceği gerçeğidir. Örneğin güneyimizde denize çıkışı olan kukla bir Kürt devletinin kurulmasının gelecekte Anadolu’dan pay alması riskini görmezden gelebilir miyiz? Su havzalarının, GAP ziraat alanlarının, kısacası gelecek nesillerimizin su ve gıda merkezlerinin kaybına yol açacak gelişmelere evet diyebilir miyiz? 

 

Kıbrıslı Rumlara Kötü Haber. Diğer yandan, Doğu Akdeniz’de yaşanan jeopolitik mücadelemizde gerek Covid 19, gerekse küresel ısınmaya bağlı koşulların sunduğu konjonktür, GKRY ve Yunanistan aleyhinde yeni gelişmeleri yaratacaktır. Atlantic Center’da Enerji uzmanı Charles Ellinas’ın geçen hafta Kıbrıs Postası gazetesinde yayınlanan ‘Cyprus: In need of a new (energy) growth model?’’ başlıklı makalesinde GKRY’nin Afrodit sahasından çıkaracağı gazın gerek miktar, gerek fiyat olarak yeterli ticari şartları yaratmayacağını; GKRY’nin ruhsat  sahalarında önemli yatırımcı olan İtalyan ENI ve Fransız Total firmalarının 2050 yılına kadar karbon emisyonlarını % 80 azaltacaklarını, bunun yatırımları kısıtlayacağını; Her iki firmanın da yenilenebilir enerji alanında yatırıma yöneldiğini; en önemlisi ucuz Rus gazını  piyasada en ciddi sorun  olduğu ve bununla baş edilmesinin zor olduğunu belirtiyor. Ama en önemlisi makalede AB’nin Doğu Akdeniz Gazını taşıyacak EastMed boru hattına ihtiyacı olmadığını okuyucunun suratına çarpıyor. Son darbesini ‘doğal gaz artık AB için ana mesele değil; AB 2050 yılına kadar sıfır emisyon politikasını, 2030 yılına kadar da karbon emisyonlarını % 55 azaltma kararı verdi; 2050 yılına kadar doğal gaza bağımlılığını % 80 azaltacak, AB artık fosil yakıt projelerini desteklemekten vaz geçti,’’ diyerek vuruyor. Makalede ayrıca ENI CEO sunun en önemli sorun olarak bölgedeki jeopolitik dengesizliği gösterdiğini belirtiyor. 

Doğu Akdeniz’de Aslolan Jeopolitiktir. Bu koşullar altında Doğu Akdeniz’de başından bu yana vurguladığım ‘’asıl olan jeopolitiktir, enerji mücadelesi ikinci plandadır’’ tezimi bir kez daha hatırlatmak isterim. Doğu Akdeniz ve genelde Akdeniz, 21. Yüzyıl Türk jeopolitiğinin asli damarıdır. Bu denizden bizim soyutlanmamız düşünülemez. İzin verilemez. Ancak, emperyalizm asla vaz geçmez. Türklerin Atatürk ve denize yaklaşmasını asla istemezler. Arkas Holding gibi dünyanın en büyük ve prestijli konteyner firmaları arasındaki bir ticari kuruma ait Roseline A gemisine 22 Kasım 2020’de Ankara onayı olmadan çıkılması bile bu stratejinin ve vaz geçmemenin bir parçasıdır. Almanya yaptığı hukuksuzlukla sadece denizlerdeki seyir serbestisi ilkesini katletmemiş aynı zamanda tarihte ilk kez denizde Türk’e silah doğrultmuştur. Bu hukuksuzluk onları o  kadar zor bir duruma düşürmüşmüştür ki, önce Der Spiegel gibi BND emrindeki bir dergiye -Türkiye’nin 2000 li yıllarındaki utanç kaynağı Taraf gazetesine benzer- suni haber ürettirilirmiş, ardından önemli Alman deniz hukukçularından Prof. Dr. Stefan Talmon’a    acilen bir makale yazdırmışlardır. (“Like pirates” – Turkey accuses Germany of illegally boarding its merchant vessel on the high seas’’.) Son derece hukuki zafiyetleri olan bu makalenin hemen ardından, Alman tarafı, Türkiye’deki muhipleri üzerinden acele ile Almanya’nın Ankara Büyükelçisini 4 Aralık 2020 sabah haberlerinde Fox TV programına çıkarmak gereğini duydular. Aynı zaman diliminde ana muhalefet partisi lideri Alman tezlerini destekleyen açıklama yaptı. Ne acı. Türk bayraklı bir gemiye cumhuriyet tarihimizde ilk kez onayımız olmadan çıkma (boarding) yapıldı. Bu hukuksuzluğu milletçe reddetmemiz ve eleştirmemiz gerekirken başta ana muhalefet partisi lideri ve ana akım medyada en çok izlenen bir kanal, Alman tezlerini savunabildi veya savunulmasına fırsat verdi. Bu durumun 25 Nisan 1915‘de Çanakkale Savaşında İngiliz istila güçlerinin Gelibolu’ya çıkmasını savunmaktan ne farkı vardır? Ne acıdır ki iktidar da milli birliği Atatürk gerçekçiliği rehberliğinde güçlendireceğine, ülkede kutuplaşmayı artıracak konjonktürü yaratabilmiştir.  Halbuki her yazımızda ne diyoruz? Zaman Mustafa Kemal Atatürk rotasında yumruk olma zamanıdır. 

 

Coğrafyamızı kendi Lehimizde kullanabilmek. Türk devleti, hükümeti, muhalefeti ve Türk milletinin farkında olması gerçek şudur: Atalarımız bu coğrafyayı vatan seçmekle sadece yaşayan nesilleri değil gelecek nesilleri de ödüllendirdiler. Bu coğrafyanın farkına varabilenler 15 ve 16. Yüzyılda olduğu üzere coğrafyayı güç ve gönenç için kullanabildiler. Ancak coğrafya tek başına bir şey ifade etmez. Siyasi, askeri, ekonomik, teknolojik ve kültürel güçle desteklenmesi gerekir. Osmanlı bunu 17. Yüzyıldan sonra yapamadı. Aydınlanmayı beceremedi. Dinin dogma koridorlarındaki sonsuz kısır döngüleri içinde zamanını kaybetti. Sonunda ana vatanı istila edildi. Atatürk olmasaydı var olamazdık. Osmanlının çöküşü ve sonlandırılmasını önleyen tek faktör, emperyalizmin vizyonu paralelinde Rusya’nın Akdeniz’e inişine mâni olan emsalsiz coğrafyasıydı. Ancak bu coğrafyanın İngiltere ve Rusya arasında paylaşılmasına karar verildiği anda (1907 Reval) bu kez, Almanlar yine coğrafya avantajımız ile yanımıza geldi. (Berlin Bağdat demiryolu) Sonumuz istila oldu. 1922’de Sevr Anlaşması yırtılıp atıldı. 1923’de mucizevi lider Atatürk ile kurtulan bir Türk ırkı ve kurulan Türkiye Cumhuriyetinden bahsediyorum. Ardından 1939 yılında İnönü zamanında İngiltere ve Fransa ile ittifak anlaması ve bugüne kadar devam eden Atlantik bağımlılığı. Sebep yine coğrafya.  O zaman şu soruyu soralım: ‘’Emperyalizm neredeyse 17. Yüzyıldan bu yana coğrafyamızı kendi çıkarları için kullandı. Biz ne zaman kendimiz için kullanacağız?’’

 

O zaman bugündür. Türkiye soğuk savaş zamanının kendi jeopolitik çıkarlarını göz ardı ederek Atlantik çıkarlarını koruduğu dönemi artık kapatmalıdır. İktidar, 2002 yılında bu coğrafyanın batı çıkarlarına uyumlandırılması için teşvik edildi ve desteklendi. Ancak aynı sistem 2016, 15 Temmuz’unda sadece batı desteği ile cumhuriyetin kurucu paradigmalarını değiştiren iktidarı devirmeyi değil, devletimizi iç savaş tuzağına çekerek Türkiye’yi tarih sahnesinde bitirmek için FETÖ üzerinden tetiği çekti. Yeter deme zamanı gelmiştir. Türkiye kendi coğrafyasını kendi jeopolitiğini sahiplenmeli, pergeli ve paraleli alarak kendi rotasını çizmelidir. Zira son 350 yıllık tarihimizde bu fırsat ilk kez bu kadar yakıcı bir şekilde karşımıza çıkıyor. Konjonktürü okuyamayan sığ kasaba politikacılığı; mandacı sözde aydınlar ve gardırop Atatürkçülüğü; Amerikan indoktrinasyonu ile şekillenen din soslu sahte Türk milliyetçiliği; 21. Yüzyılda vicdani alanda kalması gereken inancın, aklın ve bilimin önüne geçerek laik bir cumhuriyetin siyasetini şekillendirdiği sözde tarikat demokrasisi; devleti yıkma pahasına iktidar düşmanlığı içindeki Tolstoy Horozları yeter artık. 

Yeni Fırsatlar Dönemi. Önümüze olağanüstü küresel ve bölgesel fırsatların çıktığı bir dönemi yaşıyoruz. Emperyalizm nadir de olsa kendi içinde bölünmüş durumda. Yeni çok kutuplu bir dünya düzeni çoktan kuruldu. Sadece son ay içinde yaşananlar bile bunun somut göstergeleri oldu. Asya Pasifik’te RCEP (Regional Comprehensive Economic Partnership) ile 15 ülkenin serbest ticaret bölgesi kurması ve bu anlaşmada ABD’nin Pasifik’teki en hayati ve önemli beş müttefiki Japonya, Avustralya, Yeni Zelanda, Singapur ve Güney Kore’nin Çin’in yanında anlaşmaya imza koyması Washington Consensus’a büyük darbe oldu. Benzer şekilde, Cumhuriyet tarihimizde ilk kez Nahcivan üzerinden Azerbaycan ve Orta Asya ile doğrudan ulaştırma hattı kurabileceğimiz bir konjonktürün yakalanması ve Rusya’nın Türkiye’nin Orta Asya, Azerbaycan ve Kafkasya’da etkinliğinin ve parmak izinin artışına sebep olan siyasi ve askeri gelişmelere muhalefet etmemesi bu dönemin en somut örnekleri oldu. Bugün emperyalizmin ABD ve AB üzerinden her türlü sıkıştırma ve baskısına rağmen yeni bir konjonktür mevcut. Asya uyandı. Türkiye uyanıyor. Türkiye, Batı Asya’da kendi bölgesinin jeopolitik kaderini ele almayı öğreniyor. Türk dünyası ile 1938 sonrası ara verilen büyük buluşmasının şartlarını oluşturuyor. Atatürk’ün mirası Rusya ile karşılıklı çıkar ve iyi komşuluk ilkeleri içinde stratejik seviyede ilişkiler kurmaya yöneliyor. Küresel ekonominin yeni lideri Çin ile ekonomik iş birliği için Asya ve okyanuslar üzerinden yeni rotalar üretiyor.  Türk ekonomisi, demografik gücü ve savunma sanayi batıya teslim olduğumuz 1853 ve 1947 şartlarıyla kıyaslanamaz. Batı ile zoraki evlilik döngüsünü kırmakta olduğumuz bir döneme giriyoruz.  AB’nin Alman savaş gemisi üzerinden onurumuzu kıran, geçmişimize yakışmayan 22 Kasım 2020 tarihinde bayrağımızı taşıyan gemimize çıkmasını unutmamız mümkün değildir. Akademisyen ve gazeteci Barış Doster’in ifadesi ile AB bir uygarlık projesi değildir. Politik, diplomatik, ekonomik bir projedir. Dahası, uygarlığın patent bürosu değildir. Emperyalist bir projedir. ABD ise yazılı tarihi henüz 244 yaşında olan genç bir devlettir. Deniz Harp Okulu muz bile ondan 3 yıl yaşlıdır. ABD’nin ne durumda olduğunu Covid 19 süreci, George Floyd isyanları ve başkanlık seçimlerinde gördük. Dünya düzenine, huzur ve refahına katkılarını soğuk savaş bittiğinden bu yana zaten irkilerek izliyoruz. Bu gerçekleri görerek hareket etmeliyiz. Bu topraklarda atalarımızın imparatorluk kurduğunu, Kurtuluş Savaşı ve Kuruluş devrimleri ile emperyalizme ilk tokat atabilen ulus olduğumuzu unutmamamız gerekir. Ayrıca, vatan topraklarımız tarihte Türklerden başkası tarafından kurtarılmadı. Anayasalarımızı sömürge valileri yazmadı. Türk halkı kendine güvenmelidir. Küresel çapta doğanın insanoğluna her türlü sürpriz yıkımları yaşattığı bir dönemde belki de dünyanın en güzel coğrafyası ve doğa koşullarında bulunan cumhuriyetimizin, ana vatan ve mavi vatanımızın değerini bilmeliyiz. 1923-1946 arası döneme yeniden dönebilme artık potansiyel bir vizyon değil, kinetik bir gerçeklik olmalıdır. Türklerin en önemli özelliğini hatırlatayım: Bir kere başardılar mı bir daha başarırlar. 

 

 

 

 

 

 

 

 

30 Kasım 2020 Pazartesi

MV Roseline-A Olayı ve Denizcilik Tarihimiz

 MV Roseline-A Olayı ve Denizcilik Tarihimiz

Cem Gürdeniz

 

Neredeyse 365 yıllık bir ayrılık sonrası, 16 Kasım 1936 sabahı 13 yaşındaki genç cumhuriyetin Türk Donanması ilk kez toplu halde Akdeniz seyrine çıktı. Donanma önce Malta ve sonra Pire limanını ziyaret etti. O dönemde altıncı sayısını çıkaran Türk Ticaret Kaptan ve Makinistler Cemiyeti meslek dergisinin başyazısı, deniz ticaret filomuzun ya da eski söylem ile ticaret-i bahriyenin donanmaya bakışı açısından ibret vericidir.

"...Türk denizcileri yıllardan beri ilk defa olarak bir bütün halinde Çanakkale Boğazı’ndan çıkıp uzaklara gittiler. Denizlere yıllarca hükmeden Türk Donanmasının eski aşinası, dedelerinin eski sevgilisi Akdeniz’e dostluk ziyaretlerine gittiler... Evet gittiler. On sekiz milyonun kalbini heyecanlara boğarak gittiler. Artık Akdeniz’de yıllar süren hasret diniyor. Lakin az beklenmedi. Kabuslar içinde yıllar süren bir hasretten sonra bu hasretin sonunu bildiren bir kucaklaşma...Bu Tanrının bile imreneceği bir tablodur..." 

Tanrının Bile İmreneceği Tablo Cumhuriyetin kaptanları ve çarkçıları Türk Donanmasının denize dönüşünü ‘’Tanrının bile imreneceği bir tablodur’’ haykırışıyla kâğıda dökmüşlerdi. Çok mutlu ve gururluydular. Zira onları her yerde her zaman koruyacak donanmaları vardı artık. Ve onlar da Türk’ün denizde var olması için çabalıyorlardı. Karada kurtuluş savaşını veren ordumuz, Karadeniz’de Rus askeri yardımını gece, gündüz, karda, fırtınada Sakarya’ya, Dumlupınar’a yetiştiren Kuvayı-ı milliye denizcilerimizden sonra artık sıra ticaret-i bahriyemizdeydi. 

Kutsal Kabotaj Hakkı Cumhuriyetin en büyük kazanımlarından birisi şüphesiz kapitülasyon belasından kurtulması ve kabotaj hakkını en önemli egemenlik hakkı olarak geri alması ve sahiplenmesidir. 1 Temmuz 1926’da kabotaj kanunu yürürlüğe girdiğinde yeterli alt yapı ve milli ticaret gemimiz yoktu.  Türk bayraklı filo o kadar yaşlı ve yetersizdi ki pek çoğu seyre elverişli olmadığı halde kabotaj hakkını sulandırmamak için kaptanlar çok zor ve yetersiz koşullarda bile denize çıkıyor ve denizde bir nevi kurtuluş savaşı veriliyordu. Cumhuriyetin ilk yıllarında, özellikle Karadeniz’de fırtınalarda pek çok gemimiz battı. Çok deniz şehidi verildi. Ama yaşlı ve eski filo gerek armatörü gerekse kamu sektörü ile geri adım atmadı.  Kabotaj hakkını korumak uğrunda yaşlı gemiler ve eksik personelle fedakârca görevlerine devam ettiler. Zira, yurt içi ekonominin ulaştırma hizmetleri deniz üzerinden sağlanmak zorundaydı. 1938 yılında kabotaj yüklerde deniz ulaştırmasının payı % 68 idi. (Çok üzücü ama bugün % 4.) O yılların deniz ticaret tarihi, gemisiyle batan kaptanlarla doludur. Akan yıllar içinde deniz ticaret filomuz genişledi. Limanlarımız büyüdü ve sayıları arttı. Kaptan Sait Özege, Kaptan Şefik Gögen gibi efsane kaptanlar ve çarkçıbaşılar yetişti. 

Ticaret-i Bahriyede Büyüdüm. Ben de doğduğum andan itibaren bu seçkin camia ile tanıştım. Babam, amcam, eniştem -25 yıl sonra kayınpederim- hepsi Ticaret-i Bahriye’den ekmeğini kazanıyordu. Yetiştiğim ortam, Atatürk hayranı ve onun temsil ettiği tüm değerleri benimsemiş denizcilerle doluydu. Modern hayatı, cumhuriyetin onuru ve aynı zamanda geçmişin örf ve adetleriyle bağdaştırabilmiş nesillerdi. Onlar, Kabotaj hakkını korumak için 30’lu yıllarda gemileri ile batmayı göze alan başı göklerde, fedai denizcilerin devam eden nesilleriydi. Babam merhum Halit Gürdeniz’in Yüksek Denizcilik Okulundan (1949) sınıf arkadaşı olan Kaptan Burhanettin Işın’ın 17 Şubat 1970 tarihinde Biskay Körfezinde fırtınada batan gemisi Amasya ile şehit olmasının 12 yaşında bir çocuk olarak aklımda ve kalbimde yarattığı hisler hala tazedir. Babamın bir bayram sabahı olayı öğrendiğinde sessizce ağladığını hala hatırlarım. Kıbrıs Barış Harekâtında ticaret filomuzun kahraman kaptan ve mürettebatının Magosa’ya yönelecek sahte konvoyu nasıl oluşturduğunu, stratejik silah ve cephanenin Mersin’den Girne ve Magosa’ya ne denli hızlı taşındığını dönemin önemli şahitlerinden merhum Kaptan Oktay Sönmez’den ve Kaptan Levent Akson’dan dinlemişimdir. 

Stratejik Hata Kısacası Ortaköy’deki efsane Yüksek Denizcilik Okulu, kurulduğu 1909 yılından itibaren Türk Ticaret Denizciliğine fedai ruhlu, vatan ve deniz aşkı yüksek zabitler yetiştirmiş, deniz gücümüzün donanmadan sonraki tartışmasız en önemli unsurunu bugünlere getirmişlerdir. Ortaköy ruhu bağımsız Atatürkçü Türkiye’yi temsil etti. 12 Eylül sonrası taktik değerlendirmelerle çok büyük stratejik bir hata yapıldı. Okul, 18 Ağustos 1981 tarihinde Deniz Kuvvetlerine bağlandı ve Tuzla’ya taşındı. Adı Denizcilik Yüksek Okulu olarak değiştirildi.  Ancak bu bütünleştirmenin sonuçları o dönem koşullarında ne tartışıldı ne de düşünüldü. O zamanın şartlarında dönemin yöneticilerinin kendilerine göre beyan ettikleri gerekçelerle dünyada örneği olmayan bu uygulama daha sonra okulun 3 Temmuz 1992 tarihinde İstanbul Teknik Üniversitesine bağlanmasıyla son buldu. Adı da bu kez İTÜ Denizcilik Fakültesi olmuştu. Bu süreç aslında etle tırnak olması gereken iki kurumu (harp ve ticaret bahriyesi) ayrı düşürdü. Yüksek Denizcilik Okulu kurumsal ruhu ve aidiyeti gerek okulun son 54 yıllık tarihi mekânından ayrılması gerekse kendi özgün kurumsal aidiyetine verilen 7 yıllık ara ile yara aldı. 

İdealizm Ölüyor  Bu süreç, daha sonra, neoliberal ekonomi modeline geçerek devletçilikten uzaklaşan, her şeyi özelleştiren, idealizmin önüne materyalizmi, dolar sevgisini vatan sevgisinin önüne koyan, benim memurum işini bilir diyen köşe dönmeci ideolojiye teslim oldu. 90’lardan sonra yeni açılan denizcilik eğitim ve öğretimi veren kurumların denizciliği bir eğitim ve öğretim bütünü olarak değil, sadece öğretim faaliyeti olarak görmesi ticaret-i bahriyenin liderlik ve kurumsal kimliğinde derin yaralar açtı. Yatılı okul eğitiminden uzaklaşılması, üniformaya gereken saygının gösterilmemesi, astlık üstlük zincirinin bozulması, okul gemisi olmayışı gibi faktörler geleceğin zabitlerinin önemli bir bölümünde denizcilik mesleğini, devlet onuru ve saygınlığını temsil eden liderlik ve fedakârlık mesleği olmaktan daha çok, dolara endeksli yüksek maaşlı ve kazançlı hizmet sektörünün bir mesleğine dönüştürdü. Özelleştirme Kanseri  Özelleştirme sonrası adeta köklü bir çınar ve aynı zamanda okul olan DB Deniz Nakliyatı TAŞ ve DB Deniz Yolları TAŞ’nin özelleştirilerek gemileri ve tüm kurumsal varlıklarının haraç mezat satışı, Ticaret-i Bahriyeye çok ama çok büyük büyük darbe oldu. Özelleştirmenin limanlar ve hatta devlet tekelinde olması gereken kılavuzluk (pilotaj) alanlarına dahi sıçraması, denizcilik gücümüz içinde sadece bu kurumları yöneten, vizyon belirleyen şahsiyetleri değil, aynı zamanda sahadaki uygulayıcıları da etkiledi. Konfor bölgeleri, materyal hedefleri ve hedonist yaklaşımları gelişen ve büyüyen kesimler idealizmin gerektirdiği yer ve zamanlarda devletin ve gelecek nesillerin çıkarlarını korumakla, firmaların ve kandi çıkarlarını korumak arasında tercih yaptılar. Maalesef çok büyük bir çoğunluk son seçeneğe yöneldi. Bugün denizcilik sektöründe devlet ve gelecek kuşakların çıkarlarını koruyan ve kollayan kesim son derece azdır. Özelleştirilen limanlar, özelleştirilen kılavuzluk hizmetleri, kolay bayrağa geçen armatörler, sismik ve sondaj gemilerimizle son alınan FSRU Doğal Gaz Depolama gemisinde kabotaja aykırı uygulamalar, denizcilik eğitim ve öğretiminde ciddi nitelik noksanlıkları ve eşitsizlik, Kanal İstanbul’un yaratacağı jeopolitik, hukuki ve çevresel sorunlarla, Montreux Boğazlar Sözleşmesine ruhuna ve lafzına yönelik riskler, kabotaj deniz ulaştırmamızda gerek yük gerek yolcu taşımada acınası durumumuz ve buna benzer daha nice konularda devleti gerek iktidarı gerekse muhalefetiyle eğitecek, yönlendirecek, eleştirecek ve kamu hak ve menfaatlerimizi korumaya sevk edecek liderliğe kısacası 1930’ların ruhuna ihtiyacımız var. Denizcilik sadece maddi çıkarları geliştirmek için yapılan bir meslek değildir. Devletin, bayrağın ve vatanın onurunu, jeopolitik çıkarlarının gerekirse hayatını feda etmeye hazır olarak korumayı gerektiren yüce bir meslektir. 

Roseline A olayı Bu uzun girişi 22 Kasım 2020 tarihinde yaşanan Arkas Holding’e ait Roseline A isimli konteyner gemisine, AB İrini Harekâtı kapsamında Mora güneybatısında icra edilen hukuk dışı gemiye çıkma ve arama harekâtı nedeniyle yaptım. 

Denizcilik Tarihimizde İlk. Bu olay denizcilik tarihimiz açısından son derece önemlidir. Zira cumhuriyet tarihimizde ilk kez devletimiz onay vermediği halde bayrağımızı taşıyan bir ticaret gemimize yabancı güçler tarafından çıkılmıştır. Geçmişte Türk bayraklı ticaret gemilerine gerek Yugoslavya krizinde Adriyatik Denizinde gerekse Irak müdahalelerinde Arap Denizi ve Basra Körfezinde çıkıldığı olmuştur. Ancak bunların hepsinde Ankara’nın onayı vardır. Irini Harekâtı başladığı Mayıs 2020’den bu yana 5 gemiye çıkmıştır. Son gemi hariç hiçbiri Türk bayraklı değildir. 22 Kasım olayı bu yönü ile hafife alınabilecek ya da unutturulacak bir olay değildir. Çok ciddiye alınması gerekir. 

Bu olaydan hükümet dersler çıkarmalıdır.  Libya’ya uğrak yapacak gemilerin AIS ve LRIT sistemleri ile takiplerinin yapılmaları, önceden uyarılmaları ve gerektiğinde desteklenmeleri gerekir. Mora yarımadası güney batısında Türkiye’den 350 mil uzakta, bayrağımızı taşıyan gemiye şartlar ne olursa olsun, 16 saatlik izinsiz arama boyunca hava desteği veya savaş gemisi desteği gönderilmemesi ciddi hatadır. Libya ve Doğu Akdeniz gibi hassas stratejik alanlarda devletin sorumlu tüm birimleri özellikle tatil ve hafta sonları gibi zamanlarda eşgüdüm ve iş birliği içinde süratli karar verecek şekilde donatılmalı ve standart uygulama usullerine sahip olmalıdır. Roseline A vakasında görülen o ki, devlet krizi yönetememiştir. İzin alınmadan gemimize çıkılması; 16 saat boyunca gemi ve personelinin tutsak alınması karşısında hiçbir fiili reaksiyon gösterilmemesi bunun olgularıdır. Bakanlıklar arası eşgüdüm ve sorumlu personelin bilgi eksikliği olması muhtemeldir. Bu kapsamda BMGK 2292 ve 2526 numaralı kararlarının yorumu ile SUA Sözleşmesi 2005 Ek Protokolünün Alman Savunma Bakanı tarafından bile yanlış yorumlanması, (dört saatlik bekleme süresine gönderme yapmış olması) 7 aylık bir harekatın hukuki temellerinin henüz sahada tam olarak anlaşılamadığını da göstermektedir. 

Libya’ya gidecek Türk bayraklı gemi kaptanları mutlaka talimatlandırılmalıdır. Gemilerine zorla çıkma yapılması durumunda acil destek hatları kurulmalı ve başta hava unsurlarımızla koruma sağlanmak üzere hazır olunmalıdır. Bölgede savaş gemilerimiz varsa mutlaka refakat sağlanmalıdır. Zira anlaşılmıştır ki AB’nin Irini Harekâtı ile amacı üzüm yemek değil, bağcıyı dövmektir. Son olay gemiye çıkma harekatının tamamen siyasi saikle yapıldığını ispat etmektedir. 

Geminin Tutumu Geminin başından itibaren saldırganlarla iş birliği içinde olması can kaybının önlenmesi açısından önemlidir. Zira karşı tarafın medyaya yansıyan karelerden anlaşılacağı üzere çok sert tutum içinde her şeyi yapması beklenebilirdi. Yine de videolardan anlaşıldığı üzere Alman SAT timlerine karşı gemi içinde direnen gemi personelini görmek içimizi rahatlatmıştır. Her iki dünya savaşında ve soğuk savaşta hiçbir zaman birbirine ateş etmeyen Türk ve Alman devletleri tarihte ilk kez silahlı güç kullanımı ile karşı karşıya gelmiştir. Bu tarihsel ilkin de mutlaka psikolojik sonuçları olacaktır. 

Yeni Dönem Yeni Paradigma Belli ki Türkiye’ye karşı her cephede artık açıkça ABD ve AB’nin baskı ve yıldırma savaşı başlamıştır. Bundan sonra AB ve ABD limanlarına uğrayacak gemilerimize karşı liman devlet kontrolleri (PSC) sıklaşacak ve Libya’ya mücavir açık deniz alanlarında tacizler artacaktır. Bu tacizlere karşı önlem almak ve her tacize mütekabiliyet içinde cevap vermek devletin görevidir. Türk bayraklı gemiler de o bayrağın onurunu korumak için uluslararası hukuki sorumluluklarını disiplin içinde yerine getirmelidir. Başta liman devleti kontrolleri (PSC) ile ISM ve ISPS kontrollerine titizlikle uymalıdır. 

Son sözümüz denizcilik camiamızadır. Türk bayraklı bir gemiye açık deniz alanında devlet izni olmadan çıkılması ve personelinin 16 saat esir alınması tarihimizde bir ilktir. Bu bir nevi açık denizde korsanlıktır. Zira bu müdahale AB’nin ve Yunan Amiralin kışkırtması ve manipülasyonu ile Almanya ve AB için "özel siyasi kazanımlar" için yapılmıştır. Bu bakımdan “devlet adına modern korsanlık” biçimine, benzetilebilir. Bu hukuksuz eylemi Türk denizcilik camiası, gereken şekilde protesto etmemiştir. Türk Denizcilik Federasyonu ve TMMOB Gemi Makineleri İşletme Mühendisleri Odasının basın açıklaması dışında olayın vahametini kamuoyuna açıklayan denizci sivil toplum örgütü olmamıştır. Deniz Ticaret Odalarımız, Türk Armatörler Birliği, Türk Uzakyol Gemi Kaptanları Derneği, Türk Kılavuz Kaptanlar Derneği, Brokerler Derneği gibi denizci STK’larımızın web sitelerinde en azından bu makale yazılırken bir açıklama yoktu.  Belki bu durum basit bir bürokratik aksama gibi görülebilir. Ancak özünde önemli bir olgudur. Denizcilik Camiamız Türkiye’nin adı konulmamış yeni bir hibrid savaşın içinde olduğunu bilmelidir. Cumhuriyet tarihimizde hiç yaşanmayan, bayrağımızı ve filomuzu küçültücü çok ciddi bir olay yaşanmıştır. Önümüzdeki günler daha da zor olacaktır. 1980 sonrasının düşünce paradigmasının değişme zamanı çoktan gelmiştir. Savunma denizde başlar ve bu sadece donanmanın görevi değildir. Donanma lokomotifse ticaret filosu vagonlardır. İkisinden biri olmadığında deniz gücünden bahsedemeyiz. Her ikisini de güçlü tutmalıyız. Gücün temeli de iç cephenin sağlamlığından gelir. 

 

 

(Merhum Mümtaz Soysal’ın ‘’Öpülesi Gemiler’’ isimli unutulmaz eserinin yeni baskısı Telgrafhane Yayınlarından çıktı. Yıllar önce okuduğum bu eşsiz eseri tüm deniz ve vatanseverlere tavsiye ediyorum.) 

 

 

25 Kasım 2020 Çarşamba

Avrupa’da yükselen nükleer risk

 Avrupa’da yükselen nükleer risk

Cem Gürdeniz

İkinci Dünya Savaşı sona yaklaşıyordu. 24 Temmuz 1945 günü Almanya’nın Potsdam şehrinde Cecilienhof Sarayında toplanan konferansta ABD Başkanı Truman, Sovyet lider Stalin’e Rus tercüman vasıtasıyla ‘’Benzeri olmayan tahrip gücüne sahip yeni bir silah (a new weapon of unusual destructive force)’’ geliştirdiklerini ve başarıyla test ettiklerini söylüyor. Bu cümleden tam 13 gün sonra ABD, Japonya’nın Hiroşima şehri üzerinde ilk nükleer bombayı patlattı. Halbuki bu silahın kullanılmasına gerek yoktu. Japonya teslim olmaya hazırdı. Roosevelt ve Truman dönemlerinde, Genelkurmay Başkanlığı yapmış bulunan Amiral Leahy, şunları söylemişti: ‘Benim şahsi kanaatime göre böyle bir bombayı ilk kez kullanmakla, orta çağ dönemlerine ait ahlaki bir standardı kabul etmiş oluyoruz. Ve ayrıca bana öğretilen savaşın kuralları böyle değildi. Savaşlar kadınları ve çocukları öldürerek kazanılamaz.’ O tarihteki Amerikan Deniz Kuvvetleri Komutanı, Amiral King ise: ‘Bu silahı kullanmak bize maddeten hiçbir yarar sağlamayacaktır’ demişti. İngiliz stratejist Lidell Hart da ‘Atom bombasının bugüne kadar kullanılmasına gerçekten ihtiyaç olmadığı söylenmektedir’, demişti.”

O zaman bu bomba neden kullanıldı ve o vahşet neden uygulandı? Asıl neden Sovyetlere dur demek içindi. 1950’li yıllardan sonra Amerikan ve Sovyet silah sanayilerinin büyük bir rekabet içinde geliştirdiği stratejik nükleer silahlar dünyanın çevresini ve kaderini yüzlerce kez değiştirecek seviyeye erişti. 1945 yılından bu yana 2000’den fazla nükleer test yapıldı ama muharebe sahasında kullanılmadı. Soğuk Savaşta en yakın nükleer silah kullanım riski 1962 yılında Küba Füze krizinde yaşandı, ancak kullanılmadı. Bu kriz sayesinde topraklarımıza Jüpiter nükleer silahlarının konuşlandırılmış olduğunu öğrendik.

Nükleer Silahlanmayı Durdurma Girişimleri. Bu yarışı durdurmak için 70’li yıllarda nükleer silahları kısıtlayan SALT (Strategic Arms Limitation Talks) görüşmeleri başladı. 80’li yıllarda ABD Başkanı Reagan; kısıtlama yetmez ciddi kesintiye gidilmeli diyerek, SSCB ile START (Strategic Arms Reduction Talks) görüşmelerini başlattı. Bu safhada her iki tarafın elinde 8000’e yakın stratejik nükleer silah vardı. Bunlar karadaki rampalarda bulunan kıtalararası balistik füzeler (ICBM); nükleer takatli balistik füze denizaltılarında (SSBN) bulunan (SLBM) füzeleri ile Stratejik Hava Komutanlığı (SAC) bağlısı bombardıman uçaklarında bulunan stratejik nükleer bombalardı. Bu üç unsurun oluşturduğu ateşgücü üçgenine ‘’Strategic Triad- Stratejk Üçleme’’ adı verilmişti. Nükleer caydırıcılık içinde dehşet dengesi ile sağlanan bu dönemin askeri doktrinin kısa paradigması, ‘’Karşılıklı Garantilenmiş İmha (MAD-Mutually Assured Destruction) idi. Bu üçgende en kritik yeteneğin ikinci darbe yeteneği sağladığından denizaltılar olduğunu vurgulayalım. ABD bugüne kadar nükleer silahlara 5 trilyon dolar harcamıştı. 

Tomahawklar Konvansiyonel Caydırıcı Rolde. Diğer yandan soğuk savaş bittiğinde, 1991 yılında Tomahawk gezgin füzesinin ABD envanterinde ilk kez kullanılması nükleer silahların bir alt kademesinde Amerikan hegemonyasının en etkili silahı oldu. Bu silahı kendi haricinde sadece İngiltere’ye verdi. (Sonradan Japonya) Bu silah ve Amerikan uçak gemileri soğuk savaş sonrası ABD’nin yaratıcı kaos stratejisi ile Afganistan’dan Libya’ya; Irak’tan Suriye’ye Afro-Avrasya coğrafyasına kan ve göz yaşı getirmesinin ve küresel kabadayılığın en etkili enstrümanı oldu. Konvansiyonel silahlarla küresel kabadayılık donemi başlamıştı

INF -Orta Menzil Füze Anlaşması . Stratejik nükleer füzelerin yanısıra bir de 500-5500 km menziller arasındaki orta menzilli nükleer balistik füzeler ve gezginci (cruise) füzeler vardı.  IRBM olarak adlandırılan bu füzeler henüz soğuk savaş bitmeden Reagan - Gorbacov döneminde 1987 yılında INF (Intermediate Range Nuclear Forces) Antlaşması ile yasaklandı. 1991 yılına kadar 2692 füze karşılıklı olarak imha edildi. Avrupa’ya konuşlandırılması planlanan Pershing II füzeleri geri çekildi. Avrupa, son anda nükleer riski azaltmıştı. 

START Görüşmeleri. Soğuk Savaşın sona ermesiyle birlikte bu kez stratejik nükleer silahların azaltılmasına yönelik START görüşmeleri INF antlaşmasının verdiği güçle hızlandı. 1991 yılında START I; 1992’de START II anlaşmaları imzalandı. Ancak START II, 2001 yılına gelindiği halde Rus Duma’sında onaylanmadı. Zira ABD, füze kalkanı girişimi ile 1972 tarihli ABM (Anti Ballistic Missile Defense) Anlaşmasından çekilmişti. Bu kez, Clinton, Yeltsin döneminde START III görüşmeleri başladı. Hedef savaş başlıklarını her iki tarafta 3000’den 2500’e çekmekti. Obama- Medvedev döneminde imzalanan Yeni START anlaşması ile bu sayının 500-1000 nükleer başlık ve 1500-1675 atma vasıtası sayısına indirgenmesine karar verildi. Ancak tarihin akışı değişik şartlar yaratıyordu.

Balistik Füze Savunması Başlıyor.  Rusya Federasyonu 8 Ağustos 2008 Gürcistan-Güney Osetya Savaşından sonra 5 Şubat 2010 tarihinde onaylanan Askeri Doktrininde ülkenin hayati çıkarları tehlikeye girdiğinde ve büyük bir konvansiyonel tehdit karşısında nükleer silah kullanılabileceğini deklare etti. Bu durum ABD ve NATO’nun Füze Kalkanı olarak bilinen (BMD) girişimine hız verdi. Bu durum,  gerek X Bant radarların (Örneğin, Kürecik Malatya) gerekse SM 3 füze sistemlerinin (Örneğin, Devesul Romanya) konuşlandırılması sonucunu doğurdu. Ancak her şeye rağmen 5 Şubat 2011’de yürürlüğe giren START III ile iki taraf da anlaşmaya uyacaklarını deklare ettiler. Bu duruma göre taraflar 700 konuşlandırılmış ICBM, SLBM füzeleri ile saldırı uçaklarında mevcut bomba ve tüm silahlarda toplamda 1550 nükleer savaş başlığına ve 800 atma vasıtasına sahip olacaklardı. Ancak tam bir anlaşma sağlanamadı. Bu akit de gerçekleşmedi. Mart 2013’te Rusya, ABD’nin rakamlarla oynadığını iddia etti. 

ABD’nin Karşı Hamlesi. Aradan 5 yıl geçti. 2 Şubat 2018 günü açıklanan ABD Nükleer Silahlar Durum Değerlendirmesi (NPR-Nuclear Posture Review) mevcut durumu daha da karmaşıklaştırdı. Zira bu raporda Trump Yönetimi nükleer yeteneklerin artırılmasını hedefliyordu. Bu durum gelecek 30 yılda 1,2 trilyon dolarlık yeni silahlanmayı gerektirecekti. Bu silahlanma içinde en önemli olan nükleer saldırı denizaltılarından (SSN) atılacak cruise (gezginci) füzelerinin (SLCM) ve SSBN ‘lerden atılacak yeni tip balistik füzelerin düşük şiddette nükleer savaş başlığı ile donatılmasının önünün açılması olarak dikkat çekiyordu. ABD Donanmasında önceden nükleer Tomahawk füzeleri vardı ancak George W. Bush döneminde bu füzeler Japonya veya Güney Kore üzerinde kaza ile düşerse endişesi ile kaldırılmıştı. Şimdi Rusya, Kuzey Kore, İran ve Çin bahanesi ile Pentagon’un isteğinin herhalde daha gelişmiş teknolojiler uygulanarak gerçekleştiğini anlıyoruz. Bu durumun karşılıklı yanlış hesaplara neden olacağı açıktı. Zira atmosfer dışına çıkmasa bile bir Amerikan denizaltısından atılan Tomahawk füzesinin nükleer olma potansiyeline karşı Rusya veya Çin’in nükleer balistik füze ile karşılık vermeyeceğini kimse garantileyemez. Zira bu düşük güçlü füzelerin en küçüğü bile Hiroşima ‘ya atılandan yüzlerce kez daha fazla etki yaratacaktır. Nitekim, 28 Ocak 2019’da ABD Ulusal Nükleer Güvenlik İdaresi (NNSA), balistik füze denizaltılarından atılan Trident füzeleri için düşük güçlü nükleer başlık (W76-2) üretmeye başlandığını deklare etti. Bu füzelerin yıkım gücünün Hiroşima'ya atılan nükleer bombanın üçte birine denk geldiğini belirtelim. Burada Amerikalı iktidar çevrelerinin temel kabullenmesi, savaşın stratejik eşiğe geçilmeden taktik nükleer silahlar ile kazanılabileceğiydi. Bu son derece tehlikeli bir aşamaydı. Zira SSBN’lerden ve SSN’lerden atılacak füzelerin ateş gücünün karıştırılma sorunu doğacaktı.  Tomahawk benzeri cruise füzeleri ile stratejik füzelerin fırlatılmaları arasındaki farkı anlamak çok zordu.  Yani kısacası konvansiyonel bir saldırıya nükleer bir saldırı ile cevap verme riski çok yüksekti.

ABD INF’den Çekiliyor.  2019’da Putin START III ile uyumlu olmak istediklerini söyledi. 17 Ocak 2019’da Dışişlerleri Bakanı Lavrov, bu konudaki iyi niyetlerine rağmen ABD’den karşı jest gelmediğini söyledi. Ağustos 2019’da bu kez ABD’den çok farklı bir hamle geldi. 1987 yılında imzaladıkları INF anlaşmasından çekildiklerini resmen ilan ediyorlardı. Bu dünya barış ve istikrarı için büyük bir darbe oldu. Trump, Şubat 2019 ayı içinde çekilme sürecini başlattıklarını ve çekilme işleminin Rusya’nın ihlale neden olan 9M729 orta menzil nükleer füzelerini imha etmediği sürece 6 ay içinde tamamlanacağını duyurmuştu. ABD’nin bu çıkışının temel nedeni Rus füzesinin menzilinin 500 km. yi aşması ve testlerine devam edilmesi iken Rusya’nın bu hamlesinin temel nedeni de Romanya ve Polonya’ya yerleştirilen Aegis ABM füze sistemlerinin varlığıydı. Ancak bu kararın temel nedeni INF anlaşmasının ABD’yi Pasifik harekât alanında doğrudan olmasa da dolaylı şekilde Çin’e karşı bağlamasından kaynaklanıyordu. ABD, Rusya bahanesi ile Çine karşı hamle yapılıyordu.  Rusya füzelerin menzilinin 500 km altında olduğunu deklare ediyordu. 27 Nisan 2020’de bu kez INF dışında stratejik silahlar seviyesinde önemli bir teklif Rus tarafından geldi. “START-III anlaşmasının bir yıldan kısa bir süre içinde sona ereceğini ve yeni silah türlerinin ortaya çıktığı dikkate alındığında, bu yeni silah türlerini, START-III anlaşmasının kapsamı dışında görüşmeye hazırız.” ABD bu teklifi reddetti. 

Nükleer Çıkmaz. 6 Mayıs 2020 de Rusya Bilimler Akademisi ABD ve Kanada Enstitüsü Başkanı Sergey Rogov, ABD Başkanı Donald Trump yönetiminin faaliyetlerinden dolayı nükleer savaş tehdidinin artma riskinin bulunduğuna dikkat çekerek şu yorumu yapıyordu: ‘’ABD, Bu sürece Çin’in de dahil olmasını istedi, oysa bu hiçbir şekilde gerçekleşmez. ABD Orta Menzilli Nükleer Kuvvetler Anlaşması’ndan (INF) çıktıktan sonra START-III aslında nükleer silahların üzerinde kontrolü sağlayan son anlaşma. Eğer o da bozulursa nükleer savaş tehdidi de dahil olmak üzere askeri gerginlik sert bir şekilde yükselecek” diyordu. İki taraf da akıntıya karşı kürek çekmeye devam ediyordu. Temmuz 2020 de iki taraf Viyana’da buluştu. ABD Çin’i de davet etti. Ancak Çin gelmedi. 27 Eylül 2020’de ABD Dışişleri Bakan Yardımcısı Stephen Biegun, Moskova ve Washington'un START III Anlaşmasını uzatmak istediğini ancak bunun hangi koşullarla yapılacağının soru işareti olduğunu söylüyordu.  Ekim 2020’de Putin mevcut START anlaşmasını en az bir yıl uzatmayı teklif ettiyse de ABD bunu reddetti ancak karşı teklif olarak en az bir yıl için yeni başlık üretimini teklif ettiler. Rusya bunu kabul etti. 

Rus Teklifi Reddediliyor. 26 Ekim 2020 tarihinde Putin ABD’nin INF anlaşmasından çekilmesini ciddi bir hata olarak tanımladı. ABD Rusya sınırına benzer füzeleri yerleştirmediği sürece Rusya’nın da NATO sınırlarına yakın alanlarda füze yerleştirmeyeceğini söyleyerek karşılıklı dondurma ve silah denetim usullerini önerdi. Bu teklif hem NATO Genel Sekreteri hem de batılı devletler tarafından kabul edilmedi. NATO genel sekreteri bu teklife karşılık ‘’nükleer silahlar barışı korumak için hayat rol oynuyor’’ dedi. 

İtalya’ya IRBM Füze İddiası. Son olarak 6 Kasım 2020 tarihinde Amerikan silah sanayi devi Lockheed Martin ABD ordusundan 340 milyon dolarlık bir sipariş aldı. Neydi bu? Avrupa’ya sevk edilecek SM 6 füzeleriydi. Küreselleşme Araştırma Merkezi akademisyenlerinden İtalyan Manlio Dinucci bu sevkiyatın yakın gelecekte İtalya/Sicilya’ya yapılacağını iddia ediyor. Eğer bu gerçekleşirse İtalya’nın hava kuvvetlerine ait Amerikan nükleer füzeleri dışında bu kez IRBM nükleer füzeler tarafından da ipotek altına alınacağına dikkat çekiyor. Rusya’nın ABD’yi ancak stratejik nükleer füzelerle vurabilecekken, Avrupa’yı kısa menzilli IRBM’ler ile çok rahat vurabileceği ve aslında Avrupa’nın ABD tarafından rehin alındığına dikkat çekiyor. (https://www.voltairenet.org/article211695.html-Nuclear Euromissiles are back) 

Türkiye Dersleri. Buradan Türkiye için hatırlatma yapalım. İncirlik’te bulunan Türk savaş uçaklarından atılan B61 bombaları aslında Türkiye’ye hiçbir fayda sağlamıyor. Ancak Türkiye’yi genel nükleer harpte Rusya’nın açık hedefi haline getiriyor. Türkiye’nin   kullanımında hiçbir yetkisi olmadığı bu silahlar yeni dönemde mutlaka değerlendirilmelidir. ABD‘de bazı çevrelerin sürekli vurguladıkları üzere bu bombaların Girit’e taşınmalarının bizim için son derece uygun bir hal tarız olduğunu vurgulayalım. 

Nükleer Silah Kullanmak İnsanlık Suçudur. Günümüzde doğa gerek karbon salınımı gerekse ona bağlı ozon tabakasının incelmesi nedeniyle çok hassas bir dengededir. Nükleer silah kullanan bir ülke bu hassas dengeyi daha da bozacak ve küresel extinction (yok olma) sürecini hızlandıracaktır. Nükleer bir silah patladığında blast (patlama/çarpma) etkisi, ısı yayılması ve nükleer radyasyon meydan gelir. Kiloton (KT) (yani bin ton dinamit), menzilindeki nükleer bir silah için bu enerjilerin payı sırasıyla %50, %35 ve % 15 dir. Hiroşima’ya atılan bomba 15 KT (15 bin ton) gücündeydi. Bu güçteki bir bomba 800 km hızla giden çarpma (blast) ve ısı yayılması ile 3,5 km içinde; 550 KT gücündeki bir bomba ise 9 km içindeki alanlarda ani ölümlere neden olur. Ancak uzun vadede bu yıkımdan daha çok zarar verir. Patlama sonucu oluşan Kiloton (KT) seviyesinde binlerce santigrat; Megaton (MT) seviyesinde milyonlarca santigrat derece ısıya sahip ateş topu, kiloton seviyesinde birkaç yüz metreiçinde, MT seviyesinde 1 km üzerindeki alanda ne varsa buharlaştırarak yok eder ve atmosfere toz zerrecikleri ile yükselterek taşır. Bu zerreler, uzun dönemde canlılara ve doğaya çok büyük zarar verirler. Nükleer serpinti ile yer sıfır noktasının çok uzaklarına ve çok geniş alanlara uzun dönem yıkıcı sonuçları olan radyasyonu taşırlar. 

En büyük tehdit: Nükleer Serpinti. Nükleer serpinti, patlamadan 24 saat sonra atmosferde hazırdır. Küçük parçacıklar stratosferde küresel çapta yayılırken, daha büyükleri yerküreye yakın alanlarda mahalli serpinti olarak yerlerini alır. İşte tam bu noktada nükleer silahın kazanana da huzurlu bir zafer getirmeyeceğini söyleyebiliriz. Zira küresel serpintiden kurtuluş yoktur. Kurtulduğunu zannedenler uzun dönemde DNA, metabolizma ve üreme sistemlerdeki sinsi hasarlar nedeni ile kansere yakalanırlar. Antarktika’da son 40 yılda buzlar üzerinde yapılan incelemelerde, Fransızların, Pasifik Okyanusunda Fransız Polinezya’sında yıllar önce yaptığı nükleer denemelerin izleri tespit edildi. Bu alanlar patlama noktasına on bin km uzaktaydı. Nükleer serpintinin uzun dönemde yaratacağı diğer etki küresel iklim sisteminin bozulmasıdır. Birincisi güneş ışınlarının yeryüzüne erişmesine engel olacak bulutlar nedeni ile soğuma; diğeri de ozon tabakasının zayıflaması nedeni ile mor ötesi ışınların canlılara büyük zarar verecek kadar artışıdır. NASA, patlama sonrası oluşan nükleer serpinti dumanının %40’ının stratosferde 10 yıl kalacağını tespit ediyor. Kısacası günümüzde kullanıma hazır nükleer envanterin sadece %1’inin gücü bile nükleer karanlık çağı başlatabilir. Büyük şehirlerde patlatılacak 100 Hiroşima gücünde (1,5 MT) nükleer bomba stratosferde kabaca 5 milyon ton serpinti zerrecikleri dumanı yaratarak küresel ısının buz çağı dönemine geri dönmesine neden olabilir. Bu durum 1 milyar üzerinde insanın açlıktan ölmesi demektir. Kısacası nükleer silah kullanan taraf sadece insanları öldürmekle kalmıyor, doğayı öldürüyor. Doğa ise asla affetmiyor. Çernobil’de 26 Nisan 1986’da patlayan 1000 mw’lık reaktörün yarattığı radyasyon bir bombadan farklı olarak blast ve ısı yayılması yaratmadığı halde 100 Hiroşima’ya yakın serpinti yarattı. Etkileri bugün bile sürüyor. 1986 yılından sonra Marmara’da kanser vakaları 2 kat, Karadeniz’de 3 kat arttı. 

Nükleer Tehdit artıyor. ABD’nin başlattığı nükleer dönem, dünyaya huzur ve mutluluk getirmedi. Aksine Hiroşima ile başlayan son 70 yıl, 4000 yıllık yazılı insanlık tarihinin en tehlikeli dönemi oldu. Yerküre, Soğuk savaş döneminde insan neslini birkaç kez dünya üzerinde yok edecek silah stoklarına sahip oldu ve nükleer stratejinin özünü dehşet dengesi oluşturdu. Bu denge Soğuk Savaşta, NATO ve Varşova Paktı arasında topyekûn bir savaşı yarım asır önlediyse de (proxy) vekalet savaşlarını önleyemedi.  1950 başında dünya üzerinde iki nükleer güç vardı. Bugün ise dokuz. Daha kötüsü dünya kaynakları hızla azalırken nüfus artıyor. Öyle bir döneme giriliyor ki, nükleer silahların kullanılmasının önlenmesine yönelik soğuk savaş disiplini hızla ortadan kalkıyor. ABD Başkanı Truman, Hiroşima ve Nagazaki’de da bu silahın kullanımını emrettiğinde insanlık tarihine sunduğu karanlık geleceğin acaba farkında mıydı? 

 

20 Kasım 2020 Cuma

ABD SEÇİMLERİ VE KÜRESEL JEOPOLİTİK

 ABD SEÇİMLERİ VE KÜRESEL JEOPOLİTİK 

Cem Gürdeniz

ABD’de 3 Kasım Başkanlık seçimleri önemli iki gelişmeye tanıklık etti. İlki 1900 seçimlerinden 120 yıl sonra %67 katılım oranı ile tarihinin en büyük ikinci katılım oranına erişti. İkincisi, ABD tarihinde bugüne kadar görülmemiş kutuplaşma ve bölünme rekorunu sağladı. İlk kez duyduğumuz kavramlar siyasi gündemi meşgul etti. Etmeye devam ediyor. Kırmızı eyaletleler, mavi eyaletler, deplorables (acınacak halde olanlar) gibi yeni terimler seçim terimleri arasında yerini aldı. Kısacası ABD, 1861-1865 arasında yaşanan İç Savaş sonrası ilk defa gerek içerde gerekse dışarıda iç savaş söylemlerine sahne oldu. Olmaya devam ediyor. Düşünebiliyor musunuz? Obama dönemi CIA Direktörü John Brennan 10 Kasım 2020’de ABD Başkan Yardımcısı Pence’e çağrı yaparak Başkan Trump’ın gizli devlet bilgilerini yok etmesini önlemesi için darbe yapmasını ve görevi devralmasını teklif edebiliyor. (https://sputniknews.com/us/202011101081118567-video-ex-cia-director-urges-palace-coup-against-president-trump-to-stop-declassifications/)

Gerileyen Hegemon ABD seçimlerinin sadece Türkiye için değil, tüm dünya için jeopolitik sonuçları olacak. Ancak görünen o ki, bu sonuçlar yer küreye yeni kriz ve istikrarsızlıklar getirmeye aday. Dünya, gerileyen bir hegemonun kışkırtıcı ve yıkıcı hamleleri ile karşı karşıya kalabilir. Biraz geriye gidelim. İki Dünya Savaşı, Kore, Vietnam Savaşları, Küba Füze Krizi, Anti Komünist Mc Carthy ve zenci hakları mücadele dönemi gibi önemli aşamalardan sonra, soğuk savaşı kazanan ABD, 1990 sonrası geçen 30 yılda iç savaş eşiğine geldi. Sovyetleri yenen ABD, arkasına NATO, Japonya, Güney Kore, Singapur ve Yeni Zelanda gibi sarsılmaz müttefiklerini aldığı halde bu büyük zafer ve mirası 30 yılda nasıl tüketti? İç savaşın ve bölünmenin eşiğine nasıl geldi? Dünya tarihinde örneği olmayan bir durum ile karşı karşıyayız. Soğuk savaşın sona erdiği ve Rusya Federasyonu'nun Gorbaçov ve Yeltsin sayesinde neredeyse dağılma aşamasına geldiği; Çin’in içine kapanarak üretime odaklandığı 90'lardan sonra Amerikan üstünlüğü tartışmasızdı. NATO doğuya genişlemiş, Yugoslavya parçalanmış yeni devletler NATO’ya üye yapılmıştı. Avrupa’da jeopolitik düzenleme çok hızlı başarılmıştı. Ancak önemli olan Asya ve Afrika idi.  11 Eylül sonrası GWOT (Terörle Küresel Savaş) mantrası altında Afganistan’dan Irak’a; Libya’dan Suriye’ye pek çok alanda jeopolitik deprem dayatıldı. Amerikan Dışişleri Bakanı Rice 2004 yılında gururla ‘’22 devletin sınırlarını değiştireceğiz’’ diyebiliyordu. Maalesef bu süreçte doğrudan ve dolaylı nedenlerle milyonlarca masum insan öldü, yaralandı, sakat kaldı, mülteci oldu, cesetleri kıyılara vurdu ve vurmaya devam ediyor. Duraksama 2008 de geldi. Mali kriz ile birlikte, aynı yıl yaşanan Rusya-Gürcistan çatışmasında Amerika'nın geri çekilmesi dünya için yeni bir uyanış sağladı. Hegemonya düşüşteydi. 2012 mali krizi, Libya, Suriye, Yemen, Venezuela ve Batı kaynaklı diğer kriz bölgelerinde devam eden kışkırtmalar, Washington Mutabakatının güç kaybının koşullarını yarattı. 

Trump ile Hızlanan Gerileme Donald Trump, devam eden başarısızlıklara ve hızlı düşüşe bir yanıttı. Trump yönetimi, son 4 yılda dünya hegemonik sisteminde ve ABD iç politikasında önceden benzeri görülmemiş değişimler yarattı. Trump, küreselleşme karşıtı içe dönük teori ve pratik ile paradigma değişimi yarattı. Cumhuriyetçi olmasına rağmen, Washington Mutabakatınınbirçok özelliğine meydan okudu. Bu meydan okuma, Askeri Sanayi Kompleksi ve finans güç merkezlerini rahatsız etti. Zira savaşa başvurmadı. Ancak düşüş durdurulamadı. Çin’in askeri, siyasi ve ekonomik yükselişi ve Rusya ile birçok alanda stratejik iş birliğine girmesi çok kutuplu dünya koşullarını güçlendirdi.  Diğer yandan Covid 19 yönetiminin yanı sıra iç cephede George Floyd ayaklanmalarının kriz yönetimi başarısızlıkları ABD prestijinin kaybına katkıda bulundu. Dış politika alanında, ABD'nin Golan Tepeleri ve Kudüs gibi hassas konularda BM Güvenlik Konseyi Kararlarını tanımama yönündeki tek taraflı uygulamaları ile dünya barışı ve çevre için önemli uluslararası anlaşmalardan çekilmesi, İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana kural koyucu ve dürüst arabulucu aracı olarak öne çıkan liderliğini ortadan kaldırdı.

 

 

 

 

 

Biden ve Beklenen Fırtına Medyaya yansıdığı kadarıyla Biden kabinesinde adı geçen isimler tartışmasız bir savaş kabinesi formatında. İsmi geçenlerin pek çoğu ABD’nin son 20 yılda yarattığı karmaşık tabloya katkı sağlamış neocon isimler. Sadece bu isimler bile yaklaşan dönemin yakıcı ip uçlarını veriyor. Ancak ABD, İkinci Dünya Savaşı sonrası yakalamış olduğu ekonomik, siyasi ve askeri koşulları tekrar yaratamaz. Zira ABD halkı ikiye bölünmüş durumda. Onları tekrar bir araya getirecek değerler, tehdit ve risk algılamaları ortadan kalktı. ABD’de toplumsal mutabakata hiçbir katma değer sağlamayan ve hatta bizdeki FETÖ gibi devleti yok etmeye odaklı dini tarikatlar ile ırkçı ve ayrımcı oluşumlar henüz 250 yaşındaki bu suni devleti ve 20 yüzyıl medeniyet temsilcisini başarısızlık çukuruna çekiyor. Zira toplum sözleşmesi artık yok.  Başkan George W. Bush gibi bir neocon Cumhuriyetçinin desteklediği Demokrat lider Joe Biden yeni maceralara atılsa bile artık Amerikan sert gücü hiçbir yerde kalıcı sonuç alamaz. Diğer bir deyişle Başkan Biden’ın Washington Mutabakatını yeniden kurması çok kutuplu dünya düzeni altında neredeyse imkansız. Müesses nizam (The Estabishment) Ulusal Güvenlik Devleti (Askeri Endüstri, Pentagon, Medya, Düşünce Kuruluşları, Akademi, İstihbarat Dünyası) ve Wall Street (Finans Dünyası), Amerikan Merkez Bankası (Federal Reserve) bu hedefe kitlenmiş olsa da koşullar ve yetenekler yetersizdir. Üretim ve ekonomik büyümedeki ciddi yapısal sorunlar; genel borç, işsizlik ama en önemlisi kutuplaşma süreci ABD’de yeni bir yükselişi zorlaştırmaktadır. Küreselciler ve ulusalcılar; kıyı eyaletleri (Mavi Amerika) ve kara eyaletleri (Kırmızı Amerika); Cumhuriyetçiler ve Demokratlar; Beyaz Yakalılar, Mavi Yakalılar; Şehirliler ve Taşralılar; Muhafazakârlar ve liberaller; Elitistler ve fakir kitleler (Deplorables); Eğitimliler, eğitimsizler.  (ABD nüfusunun yüksek okul mezunu sayısı her gün azalmaktadır. Bugün için bu oran %28 dir.) Bu saydığım gruplar, yeni dönemde kutuplaştırmayı derinleştirecek sosyal katmanlar ve faktörlerdir. Bu kutuplaşmanın en önemli dışa vurumlarından birisi de aşırı seviyelere ulaşan bireysel silahlanmadır. 

 

Düzen Kuramayan ABD. Bugün ABD'nin tarafsızlığından, arabuluculuğundan ve son tahlilde oyun kuruculuğundan bahsedemeyiz. Kaldı ki soğuk savaş sonrası, finansal krizler, çatışma ve savaştan başka katma değer yaratamamış süper bir güç ne içerde ne dışarda düzen kuramıyor, değişim yaratamıyor, ancak hala hegemonya iddiasında bulunmaya çalışıyor. Yeni seçilen Başkan Biden, Trump’a nazaran çok daha iddialı bir şekilde ‘’Hür Dünyanın, Demokrasi ve İnsan Haklarının’’ Temsilciliği rolüne sarılacaktır. ABD kendi ülkesinde ayrımcılık, aşırı güç kullanımı, insan hakları ihlallerini günlük düzenin alışılagelmiş bir uygulaması olarak içselleştirirken, Çin, İran, Venezuela, Rusya ve Türkiye’ye demokrasi ve insan hakları dersi vermeye devam edecek. ABD’de birilerinin artık bu ülkenin normal ülke konumuna geçmesini ve içerde toparlanmasını tavsiye etmeli. Yoksa içerdeki huzursuzluk ve bölünmüşlük ABD’yi daha da dibe çekecek.  1946’dan bu yana nükleer silahlara harcanan 1 Trilyon dolarlık yatırım, 11 nükleer uçak gemisi grubu ve binlerce savaş uçağı ve muharebe tankı Pax Americana’yı yeniden kurmaya yeterli olamıyor. Zira içerde kurum ve kuruluşların ne uyumundan ne ülkü birliğinden bahsedilebilir. Doların rezerv para birimi olma özelliğinin aşınmaya başlamasını da bu tabloya eklememiz gerekir. Bugün 1945’e oranla ABD’ye kayıtsız şartsız sevgi ve saygı duyan ülke sayısı çok büyük oranda azalmıştır.  Yale tarih profesörlerinden Paul Kennedy ABD’nin düştüğü bu durumu 1987 yılında yayınladığı kitabı Büyük Güçlerin Yükseliş ve Düşüşü isimli kitabında emperyal aşırı gerilim (over stretch) terimi ile izah ediyordu. Bunu da ulusal refaha katkısı olmayan küresel taahhütleri karşılamak için güç intikal ettiren devletin iflası olarak tanımlıyor. ABD, 200’e yakın denizaşırı askeri üsleri, Türkiye’nin milli gelirine yakın savunma bütçesi, 80 milyar dolarlık istihbarat bütçesi ile yeryüzünde istediği yere güç intikal ettiriyor ancak kendi içine refah ve mutluluk intikal ettiremiyor. Bu kadar savaş ve askeri yatırım, ülkeye istikrar, refah ve prestij getiremiyor. ABD 27 trilyon dolar borcu olan bir ülke. Altyapısı yıpranmış, okul sistemi geri kalmış, sağlık sistemi iflas etmiş durumda. ABD eskiden fırsatlar ülkesi olarak bilinirdi. Çok güçlü orta sınıfı vardı. Bu orta sınıf tükendi. ABD’de artık fakir doğan, fakir ölüyor. Amerikan Rüyasının Amerikan Kabusuna dönüştüğü bir dönem yaşanıyor. Covid’e yakalanan bir fakir yaşlının hayatta kalma olasılığı %50 ‘nin altında. Son 10 ayda Covid’ den ölenlerin toplamı Kore ve Vietnam savaşında ölenlerin toplamından fazla.

 

Biden Döneminde Dünyayı  Bekleyen Gelişmeler.  ABD’nin yeni dönemde en önemli hedefleri, NATO’yu güçlendirmek; Rusya ile Çin’i çevreleyerek küresel güç mücadelesinde üstün gel­mek ve böylece müdahaleci küresel liderliği yeniden tesis etmek; enerji arz güvenliği ile deniz ticaret rotaları ve kritik düğüm noktalarının kontrol tekelini idame etmek; baş­ta İran’ı etkisiz kılarak İsrail’in güvenliğine katkı sağlamak ve Arap Dünyası’nın bölünmüşlüğünü devam ettirmek, olacaktır. Bu süreçte Türkiye de hizaya sokulması veya gerekirse dönüştürülme­si gereken ülkeler listesindedir. Unutulmamalıdır ki, Biden’ın Türkiye’yi tehdit eden görüşleri sosyal medyada son aylarda en çok izlenen videolar arasındadır. Diğer yandan Biden dönemini bekleyen en önemli gelişme Neocon müdahaleci politikalara karşı hem içerde hem dışarda oluşacak yüksek direniş olacaktır.  Şartlar 11 Eylül saldırıları sonrası oluşturulan suni iklimden farklıdır. Bu direnişin en yakın örneği Karabağ’da yaşandı. Turuncu devrim kışkırtıcısı Soros kuklası Ermenistan Başbakanı Paşinyan, giriştiği emrivakiler sonrası Rusya, Azerbaycan ve Türkiye’yi köşeye sıkıştırmayı hayal ederken, feci dayak yedi. Rusya, gerçekte koruması altında olan bir ülkeye atılan dayağa 44 gün boyunca ses çıkarmadı. Böylece, ABD seçimlerini arkasına alan Ermenistan’ın giriştiği macera büyük bir hezimet ile kapandı. Bu durum daha zorlu bir dönemi başlatacaktır. Biden ve ekibinin Rusya düşmanlığının üst seviye boyutu göz önüne alındığında NATO üzerinden Ukrayna, Gürcistan NATO üyelik hedefleri de kullanılarak özellikle Karadeniz’deki kışkırtmalar büyük ölçüde aratacaktır. Bu kapsamda Suriye’de rejimin ve Rusya’nın doğrudan Biden rejimi tarafından hedef alınacağını da söyleyebiliriz. Bu durum Ankara’yı tehlikeli bir şekilde ABD’nin yanına çekmede kullanılabilecektir. Ankara’daki Atlantik mandacıları bu durumu sonuna kadar kullanacaktır. Biden rejiminin Doğu Akdeniz ve ege sorununda Türkiye’ye destek vermesini beklemediğimizi belirtelim. Zira Türk Yunan krizi ABD’ye tarihinde olmadığı ölçekte Yunanistan’a askeri yığınak yapma olanağı veriyor. Bu olanak Güney Kıbrıs için de kullanılacaktır. 

Diğer taraftan Karabağ zaferi Asya güçlerine ciddi bir kazanım ve moral üstünlük sağladı. Bu gelişme şüphesiz ABD’nin hedefinde olan iki ülke için de önemli sonuçlar doğurdu. Çin ve İran yeni dönemde en az Rusya kadar Biden Hükümetinin hedefinde olacak. İran’a uygulanan yaptırım, ambargo ve tehditler 2016 Ocak ayında Çin ile İran’ın 400 milyar dolarlık yatırım ve ticaret anlaşmasını getirmişti. Bir Kuşak -Bir Yol girişimini ilgilendiren bu yatırımlar aslında ekonomik boyutun çok önünde jeopolitik sonuçlar doğuruyor. Pakistan, İran ve Çin yakınlaşmasını doğururken, Hindistan’ı dışarıda bırakıyor. Hindistan aynen Türkiye gibi ABD ve hegemonya için oyun değiştirici bir ülke. Bayan Kamala Harris’in anne tarafının Hintli olması onun Başkan Yardımcılığına seçilmesinde en önemli rolü oynadı. Aksi takdirde Hindistan Sindirellası ancak Hollywood/Bolywood dramalarında söz konusu olurdu. ABD, 21. Yüzyılda küresel üstünlük ile Çin’i kuşatmak ve dengelemek için Hindistan’a muhtaç. Hindistan ABD ilişkilerinin gelişmesi İran Hindistan ilişkilerini menfi etkileyecektir. İran gerek doğal kaynakları gerekse coğrafyası ile halen Çin’e jeopolitik çapta büyük katkı sağlıyor. Örneğin, Bir Kuşak Bir Yol’un parçası olan İran’ın Körfez dışındaki limanı Şahbahar ile Pakistan sınırındaki Zahidan arasındaki demiryolu projesi en az (Çin Pakistan Ekonomik Koridoru) CPEC kadar etki yaratacak. Çin ile Arap Denizindeki Gwadar Limanı merkezli CPEC Koridoruna paralel geliştirilecek bu yol Çin’in Malakka Boğazına olan bağımlılığını bir kat daha azaltacak. Bu koridorlara Türkiye’nin gerek Şahbahar gerek Gwadar üzerinden deniz yolu ile gerekse Kars, Tiflis, Bakü ve Zahidan üzerinden (gelecekte) demiryolu; Karabağ zaferi sonrası Nahcivan, Azerbaycan karayolu üzerinden bağlanması söz konusu olacaktır. Diğer yandan Bandar e Jask petrol terminalinin de Hürmüz Boğazı dışında olması Çin ve İran’a gerekirse farklı alternatifler sunabilecektir. ABD bu projeleri önlemek veya geciktirmek için başta Keşmir sorunu olmak üzere hem Çin hem Pakistan’ı Hindistan üzerinden rahatsız etmeye devam edecektir. 

 

En kritik iki ülke: Türkiye ve Hindistan Yeni dönemde Biden ve neocon ekibi, ekonomik, askeri ve Soros benzeri hibrid güçlerini kullanarak hegemonyanın el değiştirmesini engelleyecek veya geciktirecek kışkırtıcı tedbirlere başvuracaktır. Bu süreçte kenar kuşak jeopolitiğinin iki önemli ülkesi Türkiye ve Hindistan kilit rolde olacaktır. Türkiye 15 Temmuz 2016 darbe teşebbüsü sonrası devlete kasteden güçlerin sahibi ile hiçbir şey olmamış gibi yeni bir sayfa açar mı bunu bilemeyiz. Ancak tarihin tekrar etmemesi en büyük dileğimizdir. Hindistan’a gelince. Biden rejiminin bir numaralı tehdidinin Rusya ve Başkan Yardımcısının Hint asıllı olması, önümüzdeki dönemde Hindistan’ı kuruluşundan bu yana en zorlu seçimlerle karşı karşıya bırakacaktır. Türkiye ve Hindistan’ın neocon müdahaleci bir rejimin yanında saf tutması şüphesiz gerileyen ve çöken hegemonya döneminde küresel barış ve istikrara katkı sağlamayacaktır. 

 

 

(Kuruluşunun 33. Yılında Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni kutluyorum. Anavatan, Yavru Vatan ve Mavi Vatanın sonsuza kadar ayrılmayacağı bir gelecek içinde Türk dünyasının bu tek ada devletinin halkına geçmişlerinin güçlü ve onurlu  hatırasının ışığında, birlik ve beraberlik diliyorum. Merhum Fazıl Küçük ve Rauf Denktaş ile vatan uğrunda hayatını feda eden şehitlerimizi rahmet, minnet ve takdirle anıyor, azizi hatıraları önünde tazimle eğiliyorum. )

 

 

 

 

12 Kasım 2020 Perşembe

Batının Ezeli Türk Düşmanlığı

 Batının Ezeli Türk Düşmanlığı 

Cem Gürdeniz

Avrupa seferleri sonucu Atilla’nın Avrupa Hun Devletini kurması ve Roma’nın gözünde Tanrının Kırbacı konumuna yükselmesi batıdaki Türk düşmanlığının bundan 16 yüzyıl önceki ilk filizlenmesidir.  Atilla’dan 600 yıl sonra, Haçlı Seferleri üzerinden Türk düşmanlığı yeniden canlandı. Bu kez Türklüğe İslam kimliği de eklenmişti. Medeniyetler Çatışması için ortam hazırdı. 1453 yılında dinsel açılardan Roma’dan çok daha önemli olan İstanbul’un Osmanlılar tarafından fethi batıdaki Türk düşmanlığını nefrete taşıdı. Gelecek yüzyıllarda Osmanlı İmparatorluğunun karada Viyana’ya; denizde Batı Akdeniz kıyılarına dayanması 16 yüzyılda Avrupalı gözünde Türkleri nefret kavramı dışında varoluşlarına en büyük tehdit konumuna yükseltti. Türk korkusu dönemi başlamıştı. Avrupalı devletler, bırakalım doğuya ve Akdeniz’e genişlemeyi, Avrupa’daki konumlarından bile emin değillerdi. Her yerde Türkler ve Türk korkusu vardı. Burada dikkat çeken olgu, Osmanlı İmparatorluğunun taşıdığı hanedanın ismi ile genişleyip Avrupa’da korku salarken, Türk kelimesinin ne içerde ne dışarda kullanılmamasıydı. Hatta içerde, özellikle yönetimde Türklük teşvik edilmeyip, ikinci sınıf bir konuma indirgenirken, Avrupa korktuğu varlığa, Türk diyordu. Osmanlı duraksayana kadar Türk korkusu devam etti.  Türklerin yenilmezlik efsanesi önce denizde İnebahtı yenilgisi ile (1571); karada ise Karlofça anlaşması (1699) sonucu bitmişti. İnebahtı yenilgisinden sonra savaşa katılan bir Venedikli Gemi Komutanı şöyle demişti: ‘Her şeye rağmen, Türklerin de başkaları gibi insan olduğunu nihayet anlayabildim.’’

Türk Korkusundan Türk Nefretine. Korku yerini artık nefrete bırakmıştı. Matbaanın Avrupa’da ortaya çıkması nefret söyleminin yayılmasına imkân sağlarken, rönesans, reform ve aydınlanma sonrası teknolojinin Avrupa merkezli yükselişi, batının askeri gücünü Osmanlıyı köşeye sıkıştıracak seviyeye getirdi. Gerileme ile birlikte Türklerin doğuya sürülmesini hedefleyen Şark Meselesi yaratıldı. Nefret, Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşında Almanya yanında yenilmesi sonunda Sevr Dayatmasına dayanan jeopolitik katliama dönüştü. Sevr haritasına en büyük payanda tarih sahnesinde yeni hegemon olma sürecindeki ABD’den, Başkan Wilson prensipleri ile geldi. Artık Türk nefretine yeni bir teorik alt yapı daha kazandırılmış, tarih sahnesinden Türklerin silinmesi hedeflenmişti. İngiltere Başbakanı Lloyd George: ‘Barbar Türkler geldikleri Asya’ya sürülmeli, onlar Avrupa’ya ait değil’ diyordu. O da Osmanlı hanedanını değil, kurucu millet Türkleri hedefine alıyordu. Eğer Mustafa Kemal Atatürk, Yunanistan ve temsil ettiği emperyalizmi Sakarya’da tepelemeseydi bu hedef gerçek olacaktı. Atatürk’ün yeni cumhuriyeti kurarken bu tehditi görüp, Türklüğü öne çıkarması ve asli kurucu unsur ve üst kimlik yapmasından daha doğal ne olabilirdi ki. 

Düşmanlığın Duraksama Dönemi 1923-1938 yılları arasında Atatürk’ün kazandığı büyük askeri zaferin taçlandırdığı yeni Cumhuriyet Atatürk’ün liderlik ve şahsiyetine duyulan büyük hayranlığın da gölgesinde Türkiye’ye duyulan nefreti duraksattı. Atatürk’ün aramızdan ayrılmasından çok kısa bir süre sonra İnönü Hükümetinin 19 Ekim 1939 tarihinde İngiltere ve Fransa ile üçlü ittifak anlaşmasını ve daha sonra İkinci Dünya Savaşı sonrası Truman Doktrini ile birlikte Atlantik sisteme tabi olması, yüzlerce yıldır Avrupalıların şuur altında Viyana ay çöreklerinden, Fransız ressam Delacroix tablolarına kadar uzanan geniş yelpazede yerini bulan Türk düşmanlığının kısa süre de olsa kimyasını bozdu. Artık bizden nefret edenlerle müttefik ve birlikteydik. Bu sahte dostluğa inandık. Artık Türklerin büyük çoğunluğu için Asya’dan uzaklaşmak, Avrupa’ya benzemek hedefti. Atatürk’ün çağdaş uygarlık seviyesine erişme hedefini, Avrupa Atlantik sisteme tam bağımlı olmaya dönüştürmüştük. Avrupa Atlantik bilinçlendirmesi ve şartlanmasıyla kurucu değerlerden ve Atatürk’ten uzaklaşma 1952 NATO üyeliğinden sonra son sürat devam etti. Soğuk Savaş böyle tamamlandı. 

Düşmanlığa Dönüş. Diğer yandan 1963 sonrası Kıbrıs krizi nedeniyle milli çıkarlarımızı koruyan hamleler de oldu. 1974 yılındaki Kıbrıs barış harekâtı ve KKTC’nin kurulması batı dünyasında kalk borusunu çaldı. Türk nefreti buzdolabından çıkarıldı. Ermeni terörü ve soykırım yalanları patlatıldı. 1984 yılında bu belanın yanına bölücü PKK terörü eklendi. Merhum Prof. Dr. Halil İnalcık “2003 TBMM Büyük Ödülü” töreninde yapmış olduğu konuşmasında şunları söylüyordu: “Batının şimdiki tavrı 1850’den başlayan ‘Şark Meselesi’ alışkanlıklarının değişmediğini göstermektedir. Batı, bugün de Türkiye’yi kendi politikaları çizgisinde yürümeye zorlamak için etnik ayrılıkları kışkırtmak, tıpkı Osmanlı döneminde olduğu gibi, müdahaleci, vesayetçi baskı metotlarını başka bir kamuflaj altında devam ettirmek peşindedir... Türkiye, dünya milletleri arasında yalnız bir ülkedir.  Tarihten gelen dinmez bir husumetin daima hedefi olmuştur, olmaktadır…… Bugün sözde Ermeni davası, Batı parlamentolarında ayakta alkışlanarak benimseniyorsa, bu sadece bize tarihi husumet psikozunun asla ölmediğini gösteriyor……”  

Jeopolitik ve Nefret Dengesi Batının kurumsal ve devlet düzeyinde sergilediği Türk düşmanlığı asla değişime uğramamıştır. Jeopolitik gerekçeler ve çıkarlar bu nefreti kontrol altında tutmuştur. Bu, hiç sevmedikleri biri ile yaşamak ve çalışmak gibidir. Her sabah size günaydın derler ama içlerinde fırtınalar kopar. Jeopolitik gereksinimler ile Türk düşmanlığının dengelenmesi süreci soğuk savaş bitince ciddi hasar aldı. 1990 ve mevcut iktidarın 2002’de yönetime gelmesine kadar geçen dönemde, nefret ve Türkiye karşıtı söylemlerden, sahada fiili dolaylı tutum cezalandırmalarına kadar (Muavenet olayı, Atatürkçü aydınların katledilmeleri, Süleymaniye Baskını, FETÖ operasyonları vb.) pek çok olayda Türk düşmanlarının yerli işbirlikçiler sayesinde yol kat ettiğini yaşadık. 2002 ile 15 Temmuz 2016 FETÖ darbe girişimi arasında AB üyelik süreci ve Türkiye’deki sözde vesayet sisteminden kurtulma hedefleri doğrultusunda iktidar, Atlantik sistem ile tüm ülkeyi uyumlu hale getirmeye hedeflendi. Ancak süreç önce 17/25 Aralık 2013 ve daha sonra 15 Temmuz 2016 da tıkandı. 

Yeni Nefret Dalgası. Bugün, yepyeni bir tablo ile karşı karşıyayız. Son yıllarda özellikle Doğu Akdeniz ve Ege (Mavi Vatan) krizleri ile birlikte ABD, Almanya ve Fransa başta olmak üzere özellikle denizci batılı devletlerde Türkiye düşmanlığı kademeli bir şekilde arttı. Önce sözde bağımsız düşünce kuruluşlarının yayınları, ardından yönetim ve istihbarat ajanslarına yakın yazılı ve görsel medya organları, daha sonra emekli devlet yöneticileri ve son aşamada görevdeki devlet yetkililerinin (iktidar ve muhalefet) söylemleri ile gamı ve şiddeti artan tempoda Türkiye Cumhuriyeti tehdit ediliyor. Bu süreçte Türkiye’nin dini kimliği neredeyse en uç spektrumda düşmanca ve tüm ülkeye şamil bir tutumla kullanılıyor. Bu durum, iktidar düşmanlığı üzerinden Türkiye’yi ötekileştirmek ve batının gözünde yeni bir Şark Meselesi yaratmak amacı ile sonuna kadar kullanılıyor. 

İyi Huylu İslam. Türkiye’de 2002’den bu yana iktidarda olan tek partinin, FETÖ darbe girişimin yaşandığı 15 Temmuz 2016 tarihine kadar batı kaynaklı tehdit ve göz dağı iklimine maruz kalmadığını, aksine batının iltifat ve desteğine mazhar olduğunu biliyoruz. İktidar o zaman da muhafazakâr demokrasi mantrası altında İslami değerleri iç ve dış politikada sonuna kadar kullanıyordu. Türkiye’de laikliğin örselenmesi ve dinin vicdan alanından kamusal alana geçişini, onları Hristiyan Demokratlara benzeterek Avrupa tarzı demokrasiye uyum şeklinde yorumlayan ve alkışlayan ABD ve AB ileri gelenleri ile pek çok sayıda liberal ve hatta sol aydınlarımız vardı. Türkiye’nin kurucu değerlerinden uzaklaşması, ulus devlet, laik devlet gibi bir geminin omurga ve postaları kadar sağlam kalması gereken yapı elemanları darmadağın edilirken batıda yoğun şekilde Türk düşmanlığı veya nefreti yoktu. Batılı hiçbir devlet Türkiye’nin öne çıkan İslami kimliğinden rahatsızlık duymuyor, aksine Graham Fuller gibi CIA’nın FETÖ teorisyenleri Türkiye’nin olması gereken kimliğin tam da bu olmasını; Atatürk’ü tarihin tozlu sayfalarına göndermenin zamanın geldiğini savunuyor, bu konuda kitaplar bile yazıyorlardı. Bu dönemde siyasi iktidar ve tabanın ruhunu okşayacak Osmanlılık kimliği öne çıkarılıyor, Türkiye’de ümmet merkezli hilafet ve Osmanlı hayalleri teşvik ediliyor, aslında  bir nevi tuzağa çekiliyordu. 

Jeopolitik İntihar Dönemi. ABD ve AB ile Türkiye’deki mandacılar çok mutluydu. Ali Kemaller, Damat Feritler, Sait Molla’lar, Şeyh Saitler, koşar adım re-enkarne olmuşlardı. Türkiye’de iktidar ve muhalefet, söz konusu dönemde batının güler yüzüne, sırtını sıvazlamasına çok memnundu. AB ye tam üye olmaya az kalmıştı. Bir rüya ortamında öyle mutlu ve güven dolu idik ki…. Annan planına Kıbrıslı soydaşlarımıza evet dedirtecek; Kıbrıs Rumları Doğu Akdeniz’de MEB ilan ettiğinde kulağımızın üstüne yatacak;  Diyarbakır’a gelen Barzani’yi Kürdistan’a Hoş Geldin pankartlarıyla karşılayacak; Devlet dairelerinden TC rumuzunu sökecek; TBMM ziyaretine gelen Yunan Meclis Başkanı Hanıma, en kısa zamanda 12 mil ilanı savaş nedenidir mealindeki Meclis kararını kaldıracağız diyecek; Bursa’da oynanan Ermenistan-Türkiye maçında Azerbaycan bayraklarını toplattıracak; Meclis kararı olmadan Türk Donanmasını Libya’yı parçalamaya gönderecek; Karaköy Salıpazarı Rıhtımında -tam da İstanbul’un işgalinin bittiği  1922 yılında kaçar gibi ayrılan İngiliz savaş gemisinin yanaştığı yere 16 Mayıs 2008’de aborda edilen- Kraliyet uçak gemisi HMS Illustrious’a Türkiye Cumhurbaşkanını ve eşini   kraliçenin ayağına gönderecek  kadar batının yanındaydık.  Ama en önemlisi bir bedenin akyuvarları kadar önemli devletin silahlı kuvvetlerini, yabancı istihbarat ajansları emrinde çalışan FETÖ’ye kumpas kurdurtmaya izin verecek; Kozmik Odamızın anahtarlarını düşmana teslim edecek derecede batının yanındaydık. Sadece iktidar mı? Hayır. Muhalefet ile parlamento ve maalesef yüksek askeri komutanlık da bu sürece karşı çıkmamıştı. Türkiye’nin tüm kurumları ile Atatürk’ten uzaklaştırıldığı, kurucu tüm değerlerinin yerle yeksan edildiği, çok büyük bir depremin geleceği bilindiği halde değil takviye yapmak, taşıyıcı kolon ve blokların bilerek paramparça edildiği karanlık bir dönemi hep birlikte yaşadık.  Atatürk’ün Türklük üzerine inşa ettiği üst kimliğin İslam aleminin lideri olacaksınız teşvikiyle ümmet temeline oturtulmaya çalışıldığı bir dönemdi. Bugün ümmet aşkıyla iktidar gücü kullanılarak yakınlaştığımız Arap aleminin en az batı dünyasındaki kadar kronik Türk düşmanlığını acımasızca sergilediğini görünce yapılan hataların yarattığı yıkımı görmemek mümkün mü? 

Eleştiri yerine Takdir Dönemi. Kimine göre mutlu, bizlere göre kahır dolu söz konusu dönemin Amerikan kongresi, senato ve düşünce kuruluşları ile AB İlerleme Raporlarına göz atmak yeter. Türkiye’ye eleştiriler vardır. Eleştiriler Deniz Kuvvetleri gibi Türkiye’nin çıkarlarını doğrudan savunan kurum ve kuruluşlarını şikâyet düzeyinde yer almıştır. Ancak Türkiye ve Hükümeti takdir cümleleri daha fazladır. Kenar kuşağın en önemli kalesi, Rusya’nın can damarı olan deniz ticaret yolunun en kritik geçidini tutan NATO ülkesi kaybedilemez. Türkler, 1 Mart 2003 tezkeresini ABD yanlısı bir hükümete rağmen parlamentodan geçirememiş olsalar da nefesler tutulmalıdır. Bunun hesabı sorulacaktır. 4 Temmuz 2003’de Süleymaniye çuval baskını ve ardından 4 yıl sonra gelen Ergenekon ve Balyoz dalgaları ile Türk, Türk’e kırdırılacaktır. Kısmen başarılı olurlar. Ancak beklenen sonuç elde edilemez. Zira vatanseverler direnmiş, Silivri duvarları onbinlerce yurtsever tarafından zorlanmıştır. Asıl deprem 15 Temmuz 2016 gecesi geldi. FETÖ halka ateş açtı. İlginç olan İslam dinini kullanan FETÖ, İslam dinini kullanan bir siyasi partinin ve iktidarının sonunu getirmeyi hedeflemişti.  Yüzlerce kişi can vermiş, binlerce kişi yaralanmıştı. Ancak ne halk ne de devlet teslim olmadı.

15 Temmuz Sonrası Değişen Jeopolitik. Batı, altın vuruş yapmış fakat kaybetmişti. Kenar kuşak jeopolitiğine bundan daha büyük bir darbe vurulamazdı. Darbeyi kenar kuşağın sahipleri, NATO ülkeleri kazanma umudu ile yapmıştı. Bu kez FETÖ’nün çocukları başaramamışlardı. İlerleyen günlerde Türkiye Cumhuriyeti 16. ve son Türk devletini kaybetme tehlikesini en nihayet anlayabilmiş olmanın refleksi ile yeni bir muhakeme yaptı. Rusya’dan S 400 alımı, Asya’ya yöneliş, Doğu Akdeniz’de ulusal çıkarlara geri dönüş, Suriye ve Irak kuzeyinde kukla Kürdistan kurulmasına karşı çıkış. Bu gelişmeler, 2002’den itibaren ara verilen Türk düşmanlığını buzdolabından çıkardı. Demokratik ve laik devlet birikimi ve prensiplerinden uzaklaşan iktidar partisinin üst üste yaptığı hatalar da kullanılarak, Türkiye hedef tahtasına oturtuldu. Özellikle son aylarda Fransa’da çıkan haber ve yorumlarda Türkiye’ye en çok saldırılan alanın İslam dini olduğunu görüyoruz. Vicdan alanında kalması gereken dinin dış ve güvenlik politikalarına yansıtılıp bu uygulamaların Avrupa ve ABD çıkarlarına karşı kullanılması durumunda Türkiye’nin ne kadar acımasızca ve keskin bir şekilde ötekileştirildiğini görebiliyoruz. Türkiye, 2002 -2016 arasında olduğu gibi, iyi huylu, batı yanlısı dini bir devlet olsaydı inanın bu eleştiriler olmazdı. Türk nefreti saklı durur, ama gündeme bile getirilmezdi. Avrupa-Atlantik yapının iki yüzlülüğü budur.

Nefrete yeni halka: Denizci Türkiye Batının ve özellikle denizci batılı devletlerin Türk ve Türkiye düşmanlığına yeni bir boyutun eklendiğini de hatırlatalım. Bu boyut Denizci Türkiye’dir. Denizlere geri dönen Türkiye, Denizlerde ben de varım diyen Türkiye büyük rahatsızlık yaratmaktadır. İçerdeki rahatsızlar en az dışardakiler kadar çoktur. Bu olguya deniz hegemonyası olan Avrupa Atlantik hegemonyanın tahammülü olmadığını söyleyebilirim. Zira batı hegemonyası ve jeopolitik teorisinin temeli deniz hakimiyetidir. Denizde donanma gücü, savunma sanayi yeteneği, üslenme kolaylıkları ile batı kontrolü dışında strateji ve doktrin üreterek öne çıkan devletler istenmez. Fransa’yı Türkiye’nin Suriye ve Libya’daki varlığından daha çok rahatsız eden en önemli olgu 2019 ve 2020 yıllarında Libya açıklarında sürekli varlık gösteren Cumhuriyet Donanmasıdır. Unutulmamalıdır ki 1998 Haziran’ında icra edilen Deniz Kurdu Tatbikatında, donanmamız tarihte ilk kez Girit ve Malta arasındaki deniz alanında büyük bir deniz ve müşterek hava tatbikatı yaptığında Ankara’daki Amerikan Büyükelçisi acil olarak Dışişleri Bakanlığına gelip hesap sormuştu: ‘’Ne yapıyorsunuz?’’

Milli Çıkarlar Her şeyin Üzerindedir. Türkiye kendi jeopolitik rotasında ilerlediği sürece batının düşmanca ve tehdit içeren söylem ve eylemleri devam edecektir. Bunu önlemek alt beyinlerde ve sosyo genetik kodlarında mevcut ön yargıları ortadan kaldırmakla eş değerdedir ve imkânsıza yakındır. Ancak devlet içerde bu saldırılara karşı koyma refleksimizde bölünme ve kutuplaşmayı önleyebilir. Önlemelidir.  Devlet, Atatürk’ün dış ve savunma siyaseti esaslarına dönerek en azından bu söylemlerde tüm toplum kesimlerinin katılmadığı ve hak etmediği din temelli dış siyaset söylem ve uygulamalardan kaçınmalıdır. Asla unutulmamalıdır ki batının jeopolitik çıkarlarını sağladığı, kenar kuşak bekçiliğini yaptığı sürece İslamizasyona itilen Türkiye, onlar için değil tehdit, risk bile değildir. Brzezinsky’nin yeşil kuşağını; Kenan Evren’in Rabıtasını aklı başında her Türk vatanseveri acı ve ibretle hatırlar. Batı kendi çıkarları tatmin edildiği sürece Türkiye’nin Ortadoğu bataklığına, karanlığına ve geri kalmışlığına sürüklenmesine asla hayır demez. Onlar için din temelli partiler milli düşünmedikçe, Rusya ve Çin ile ilişkiler kurmadıkça batı için sorun yoktur. Ancak kendi jeopolitik çıkarları söz konusu olduğunda Türkiye Cumhuriyeti devletini; Atatürk’ün eseri bu büyük devleti, haydut devlet olarak damgalama girişimleri ve hatta uluslararası yargı sürecinde mahkûm edecek senaryoları dahi uygulamaktan çekinmezler. Bugün ABD seçimlerinden sonra Şark Meselesi Sürüm 2 olarak Doğu Akdeniz ve Kıbrıs üzerinden karşımıza çıkarılacaktır. Değerli Amiral Mustafa Özbey’in ifadesiyle ‘’Türkiye’siz Doğu Akdeniz ve Türksüz Kıbrıs’’ bu sürümün vizyonu olacaktır. KKTC’deki cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki oy oranları maalesef KKTC halkı içindeki bölünmüşlüğü ciddi bir tehlike olarak işaret etmektedir. Bu zor mücadele dönemini Türkiye, Türk nefretine inat, ancak ve ancak güçlendirilmiş Türk kimliği ve milli beraberlik ile aşabilir. Bu kapsamda Azerbaycan’ın Türk kimliği ile üst üste kazandığı askeri zaferlerin yaşandığı günümüzde koşullar bu vizyon ile uyum içindedir. En azından Türk dünyasında büyük moral etkisi yaratmıştır. Bugün ekonomik baskı ve krizlerle tehdit edildiğimiz şartlarda içerde en önemli reçete Atatürk’te birleşmektir. Her yazımızda vurguladığımız gibi devlet ve milletçe Atatürk’e çok güçlü bir şekilde geri dönme zamanımız gelmiştir. Ülke nüfusunun büyük bir çoğunluğu bunu istemektedir. Ama ne acıdır ki kitle partileri içinde Atatürk’ü temsil eden tek bir siyasi parti yoktur. Bu partiler maalesef Türk düşmanlığı ve nefreti içindeki batı emperyalizminden medet ummaktadır. Türkiye’nin en büyük siyasi sorunu budur. Batının ezeli Türk düşmanlığı ve nefreti ancak Atatürk ile dengelenebilir. 

 

(Geçen hafta içinde Avrupa kısa kulvar 50 metre Kurbağalama yarışında Avrupa rekoru kıran Fenerbahçeli Milli Yüzücümüz Emre Sakçı’yı kutluyorum. Denizcileşen Türkiye’ye ve Mavi Vatan’a yaşadığımız bu zor günlerde bundan daha güzel bir armağan verilemezdi.)