28 Haziran 2020 Pazar

100 yıl ara ile Türkiye ve Fransa İlişkileri

100 yıl ara ile Türkiye ve Fransa İlişkileri
Cem Gürdeniz

Kurtuluş Savaşımızın silah gücü, yani demiri; 1920-1922 arasında enerjisini Mustafa Kemal ve Lenin dostluğundan ve stratejik ittifakından alan güçle Rusya’dan sağlandı. Kurtuluş Savaşının kanı, yıkım ve işgale başkaldırarak kutsal isyanı başlatan Anadolu halkının asil kanı ile sağlandı. Kuvayı Milliye güç toplarken, henüz Birinci Meclis ilan edilmeden kutsal isyanın ilk büyük başarısı, 12 Şubat 1920 tarihinde Kahramanmaraş’ın Fransız- Ermeni işgalinden kurtulmasıyla sağlanır. Anadolu Müdafaa-i Hukuk Cemiyetinin çatısı altında örgütlenen Maraşlılar, 22 gün süren savaş sonunda pek çok evladını şehit verir, ancak Kutsal İsyanın ilk büyük zaferini elde ederek Maraş’ı işgalden kurtarır. Fransızlar yenilmiştir. 11 Nisan 1920 ‘de Urfa’nın Fransız işgalinden kurtuluş haberi gelir. Yokluk içindeki Anadolu Fransızları yenmiştir. 2 ay sonra benzer bir zafer haberi Karadeniz kıyısından gelir. 8 Haziran 1920 tarihinde Karadeniz Ereğli Kömür ocaklarını kapitülasyonlar kapsamında işleten Fransızlar çıkarlarını korumak için şehri işgal ederler. Ancak 10 gün sonra kahraman Ereğli halkının direnişi sonunda 18 Haziran’da geri çekilmek zorunda kalırlar. Fransızlar 10 gün ancak dayanabilmişlerdir. Fransızlar yine yenilmiştir.

Denizdeki Zafer: Alemdar. 1921 yılı Karadeniz Ereğli ve Kurtuluş Savaşının deniz cephesinde yeni bir sayfa açmıştır. Kuvayı Milliye Donanmasına katılmak üzere İstanbul’dan kaçan Seyr-i Sefain İdaresine bağlı Alemdar Gemisi 26 Ocak 1921 günü, Ereğli liman açıklarında G27 bordo numaralı Fransız gambotu tarafından durdurulur ve gemiye el konulur. 9 Şubat 1921’de G27 gambotu refakatinde, gemide bulunan 1 Fransız Subayı ve 4 silahlı er ile Ereğli’den İstanbul’a hareket eden Alemdar, personelinin büyük kahramanlığı ile gemideki Fransızları esir alır ve Ereğli’ye rota verir. Bu arada, Serdümen Recep şehit düşer. Refakatteki G27 gambotu Alemdar’ı durdurmayı başaramaz. Limana yaklaşırken Ereğli halkı ve sandalcıları Alemdar’a destek vererek geminin kumluk bir alanda karaya oturtulması sağlanır. Sonuçta Fransız deniz kuvvetlerinin bir subayı ve 5 eri savaş esiri statüsünde Ankara Hükümetine teslim edilir. Fransızlar büyük tehditlerle esirlerini, silahlarını ve gemiyi geri isterler. Ankara karşı taleple esirlerin ve silahların geri verilebilmesini şartlara bağlar. Sonuçta 17 Şubat 1921 günü Anadolu Hükümeti ilk kez işgalci bir devlet ile anlaşma imzalar. “Alemdar Antlaşması” na göre iade edilecek Fransız esirlerin karşılığında, Karadeniz’de karasuları içindeki Türk bayraklı gemilere dokunulmayacak; Alemdar Ereğli’de kalacak ve hareket etmeyecekti. (Son koşula rağmen 29 Eylül 1921 tarihinde Alemdar, milli kuvvetler tarafından Trabzon’a kaçırıldı.) 

Ankara Antlaşması Kuvayı Milliye ruhu denizde ilk kez büyük bir başarı kazanmış ve denizciler I. İnönü zaferinin moral üstünlüğüne, denizden Fransızlara karşı kazanılan bir zaferle destek olmuşlardı. 1 Nisan 1921’de II. İnönü zaferi geldi. Sakarya Zaferinden kısa süre sonra Fransa, Ankara Hükümeti ile yakınlaşarak 20 Ekim 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması ile Anadolu’daki işgalini sonlandırdı. Bu anlaşma ile önceden çekilen İtalya’ya ilaveten itilaf devletlerinin birliğinde büyük kırılma oluştu. Bu anlaşma ile ayrıca Fransa Hatay’ın özerkliğini de tanımıştı. Üst üste Fransızlara ve Yunanlılara karşı elde edilen zaferler ile artık yeni Türkiye tüm dünyaya ‘’ben buradayım’’ diyordu. Fransa gibi dönemin sanayi ve asker devi bir devlete karşı elde edilen bu başarılar Kurtuluş Savaşının en büyük moral gücünü oluşturdu. 3 Aralık 1921 tarihinde Mustafa Kemal, Fransız kadın gazeteci Berthe Gheorges-Gaulis ile görüşmesinde şöyle diyordu:(B.G.Gaulis, Çankaya Akşamları, Örgün Yayınevi)’’Bugün Ordu bağımsızlık uğruna savaşıyor. Türk milleti aldatılmak istemiyor. Onun olumlu gerçekleşmelere ihtiyacı var. Boş hayaller bize çok pahalıya mal olmuştur. Ben Panislamist değilim. Biz Türk’üz. Hepsi o kadar. İyi Müslümanlar olarak kalmak bize yeter. Asya için olduğu gibi, Avrupa için de töremiz aynıdır. Dostlarımız olacaktır. Tam bağımsızlığımızı koruyacağız. Her şeyi Türk olma noktasında göreceğiz. Bu gerçekçi bir düşünüştür. İmparatorluğu yıkan ideolojiye karşı bir düşünüş. İttifaklar iktidar için birer engel olmayacak, onu ufaltmayacak, bunların birini diğerine karşı kullanmayacağız. Onlara karşı da her zaman toprak ve siyaset bütünlüğümüzü saklı tutacağız. Devamlı dostluklar kurmanın tek yolu bu değil midir?’’

Çanakkale Olayı.  Mustafa Kemal yukarıdaki sözlerine sadık kalarak büyük bir askeri zafer ile 9 Eylül 1922 tarihinde Anadolu’nun kurtuluşunu İzmir’de mühürler. Geriye Trakya ve İstanbul kalmıştır. Bölge itilaf devletleri kontrolünde tarafsız bölge olarak korunmaktadır. Türk ordusu kuzeye yönelmiştir. Askeri denge Türkiye lehinedir. Gerilim artmıştır. 22 Eylül 1922 tarihinde İstanbul’daki İngiliz İşgal Orduları Başkomutanı General Harrington, Lloyd George Hükümetine çektiği telgrafta, ‘’Mustafa Kemal, tarafsız bölgeye girerse karşısında İngiltere ve dominyonlarını bulacaktır’’ der. Aynı gün Fransız Başbakanı Poincare, Paris’te İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon’a, ‘Mustafa Kemal kuvvetleri ileri yürümek istiyor. Mustafa Kemal onları frenlemeye çalışıyor. Çatışmayı önlemenin tek yolu Mudanya Konferansını başlatmaktır’’ diyordu. Bu tarihi açıklama daha sonra zaten yalnızlaşan ve gücü tükenen İngiltere’de Hükümet ve Parlamentoda Türk güçlerine silahla müdahale konusunda fikir ayrılıklarına neden oldu. Bu arada İngiltere’nin dominyonu Kanada’nın kendi parlamentolarına sorulmadan kendi askeri güçlerinin yeni bir Türk-İngiliz savaşında kullanılma kararını protesto ederek bağımsız Kanada’yı ilan etmeleri İngiltere’yi geri adıma zorladı. Türk ordusu Trakya ve İstanbul’u geri aldı. Tarihe Çanakkale Olayı (Chanak Affair) olarak geçen bu süreçte, kapıyı aralayan Fransa olmuştur. 
Hatay’ın Cumhuriyet topraklarına Katılması. Fransa’nın Türkiye’ye Kurtuluş Savaşı boyunca sağladığı en önemli dolaylı katkı, Türkiye ile giriştiği her askeri faaliyette yenilerek sağladığı moral destek olmuştur. Fransızlar karşısında kolayca elde edilen askeri zaferler diğer cephelere müspet psikolojik destek sağlamış, diplomasi ve siyaset masasında uygulanan başarılı stratejiler sayesinde de Fransa itilaf devletlerinin hegemonik cephesinden uzaklaştırılmıştır. Bu başarılarda Fransa’nın kendi tarafında savaştırdığı Müslüman sömürge devlet askerlerinin taraf değiştirdiklerini de hatırlatalım.  Lozan Antlaşması ve Montreux Sözleşmesi ile Trakya ve Anadolu’da mutlak egemenlik sürecini tamamlayan Türkiye Cumhuriyeti için 1937 yılına gelindiğinde, Fransa ile geriye kalan tek egemenlik sorunu Hatay meselesiydi. Bu süreç de, Mustafa Kemal Atatürk sayesinde silahlı güce başvurulmadan diplomasi ile halledildi. Böylece Anadolu’nun güneyinde Mezopotamya’nın denize çıkan stratejik alanında kuzey güney istikametinde bir kama ile Anadolu emniyete alındı. Hatay Anadolu’ya katıldı.

100 yıl Sonra. 

Türkiye özellikle 1945 sonrası etki alanına girdiği Avrupa Atlantik yapı içinde önemli yere sahip olan Fransa ile ilişkilerini gerek NATO üyeliği gerekse Avrupa merkezli uluslararası kuruluşlardaki ortaklıkları çerçevesinde genelde Fransa lehinde sürdürdü. Örneğin, 1956 Süveyş krizi ve 1958 Cezayir bağımsızlık oylamasında ezilen Mısır ve Cezayir tarafında yer almaktansa, emperyalist Fransa’nın yanında yer aldı. Buna rağmen Fransa’nın gerek Kıbrıs ve Ege krizleri, gerekse 1915 Olayları ile ayrılıkçı Kürt hareketlerinde Türkiye karşıtlığı rekor seviyede tavan yapabildi. Söz konusu sorun alanlarında Fransa, Türkiye ile NATO içinde bir müttefikten çok, düşmanca bir tavır almaktan çekinmedi. Genelde Türkiye’yi Bon Pour L’Orient (Küçük görme anlamında, doğu için iyidir) yaklaşımıyla özetlenebilecek bir kayıtsızlık içinde gördü. 21. Yüzyıl başlangıcında Soğuk Savaştan enerji biriktirerek çıkan Türkiye’nin Akdeniz, Afrika, Balkanlar ve Ortadoğu bölgesinde etkinliğini artırmasını kendi çıkarlarına aykırı gören Fransa’nın Türkiye aleyhtarlığı 2010 sonrası artık açık ve net Türkiye düşmanlığına terfi etti. Türkiye- Fransa ilişkileri 18 Haziran 2020 tarihinde Akdeniz’de FS Courbet Firkateyni ile Türk savaş gemileri arasında Akdeniz’de yaşanan -Fransa’nın iddiasına göre sözde atış kontrol radar aydınlatması- olayı ile dibe vurdu. Önceden kurgulanmış bir kışkırtma şeklinde cereyan eden bu olay aslında birikmiş Türk aleyhtarlığının somut bir dışa vurumu oldu. Olayı NATO faaliyeti içinde cereyan etmediği halde, NATO makamlarına incelenmesi için şikâyet eden Fransa, nükleer bir güç olmasına rağmen özgül ağırlığının çok altında bir davranış sergiledi. Ancak acemi ve tecrübesiz bir devletin davranış kalıbı içinde hareket ederek aslında yüzlerce yıllık diplomasi birikimini de reddetmiştir. Türkiye, kendi refakatindeki bir gemiye yapılan bu kışkırtmada geri adım atmamış ve kararlılığını gereksiz bir tırmanmaya neden olmadan en uygun şekilde göstermiştir. Fransa’yı Türkiye’ye karşı bu denli dengesiz davranışlara iten nedenler nedir? Bugünkü konjonktürde sadece Libya’da karşı kamplarda bulunmamız ile izah edilebilir mi? Fransa’nın Türkiye düşmanlığı dört temel alanda izah edilebilir. Birincisi, Türkiye’nin Akdeniz’de ulusal savunma sanayinden güç alan etkin bir deniz gücü olarak ortaya çıkıp, bu gücü Mavi Vatan savunması ve deniz çıkarlarını korumak için etkin şekilde kullanması. İkincisi, Türkiye’nin Akdeniz enerji jeopolitiğinde Güney Kıbrıs, Yunanistan ve Mısır’ın mevcut ve potansiyel doğal gaz kaynaklarının yönetiminde Fransız iradesine karşı çıkması; Üçüncüsü, Fransa’nın son 400 yıldır etki ve ilgi sahası olan Magrip ve Maşrık havzalarında Türkiye’nin artan askeri, siyasi, kültürel ve ekonomik etkinliği. Dördüncüsü, son yıllarda örneklendiği üzere, Türkiye’nin Pakistan’da etkin olan Fransız Savunma Sanayine özellikle dört MİLGEM korvet inşa ve Fransız yapımı Agosta sınıfı denizaltıların modernizasyon projeleri ihalelerini alarak rakip olması. Bu alanlar içinde halen en önemli çıkar çatışması Libya’da ve GKRY ile Yunanistan ikilisi üzerinden Doğu Akdeniz’de yaşanıyor. Gerek BM Güvenlik Konseyi Daimî üyeliği ile NATO üyeliği; gerekse Brexit sonrası en büyük ve tek nükleer güç olarak AB Savunma ve Güvenlik yapısındaki liderliğine rağmen karşımıza bu alanlarda dengesiz ve stratejisi olmayan bir Fransa çıkıyor.  Libya’da BM tarafından tanınan UMH (Ulusal Mutabakat Hükümeti) tarafında yer almak yerine, bir savaş lordu ve darbeci general olan Hafter’i destekliyorlar. 2011 yılında BMGK kararlarına rağmen Libya’yı işgal eden ve Kaddafi’nin linç edilmesiyle yaratılan vahşet ve iç savaş müsebbiplerinin başında Fransa’nın geldiği artık evrensel gerçekler arasındadır. Buna rağmen Afrika’yı 17. yüzyıldan bu yana aralıksız sömüren bir devlet olarak Fransa, yeni Akdeniz düzeninin kendi çıkarları aleyhine tecelli etmesine direniyor. Türkiye’nin meşru UMH hükümetinin daveti ile 100 yıl sonra bölgeye gelmesine ve 950 mil öteden sağladığı destekle askeri zafer kazanılmasına tahammül edemiyor. Türkiye’nin Libya’da deniz ve hava üssüne sahip olma fikri bile Fransa’yı sıra dışı ve kontrolsüz tepkilere itebiliyor. Diğer yandan 2000 li yıllardan bu yana tedavülde olan Seville Üniversitesinin hukuk ve adalet tanımayan sözde MEB sınırlandırma haritasına büyük bir sadakatle bağlanarak, Yunanistan ve GKRY yanındaki duruşunu siyasi arenadan çıkarak, açık askeri destek seviyesine yükselten bir Fransa var karşımızda. GKRY’de garantör sıfatı olmadığı halde deniz ve hava üs temininden, Doğu Akdeniz’de Türkiye aleyhine müşterek ve birleşik tatbikatlar icra etmeye kadar dağılan, riskli ve tehlikeli hamleler içinde bulunmaya devam eden bu devlet ABD’nin yakın gelecekte boşaltacağı Akdeniz havzasında, AB’deki ortakları göz ardı ederek şimdiden başat güç olma hedefine kitlenmiş durumda. Bu durumda İtalya ve Fransa’nın gelecekteki tavrı son derece önemli olacaktır.
Nasıl bir Gelecek? Türkiye ile Fransa arasındaki ilişkilerin 16. Asırda Kanuni Sultan Süleyman ile Kral I. Francois dönemindeki gibi olmasını beklemiyoruz.  Ancak Fransa, 21. Yüzyılda büyüyen ve güçlenen Türkiye’nin jeopolitik önceliklerini anlamak ve kabul etmek durumunda olmalıdır. Bugünkü koşullar 7 yıl çatıştığımız 1914-1921 koşullarından çok farklı olsa da zamanın ruhu pek değişmiyor. 100 yıl önce Anadolu’ya çullanan sanayi devi üç ülke (İngiltere, Fransa ve İtalya) vardı. Vekil ve ucuz kan olarak üzerimize Yunan tümenlerini sürdüler. Sonu tam bir fiyasko ve Yunanistan için asırlarca unutulamayacak bir utanç ile kapandı. 100 yıl sonra Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki Mavi Vatanına çullanan benzer ülkelerin koalisyonu ile karşı karşıyayız. Vekil olarak GKRY ve Yunanistan tekrar karşımızda. Suriye’den Kıbrıs’a; Libya’dan Doğu Akdeniz sathında her alanda Türkiye karşıtlığı ve aktif hamlelerin başında da Fransa karşımıza çıkıyor. Bu durum sürdürülebilir değildir. Fransa’nın Türk halkının dostluğunu kazanması ve Kurtuluş Savaşımızda yaşananlardan tarihsel çıkarımlar yaparak, 21. Yüzyılın çok kutuplu yeni dünya düzeninde özgül ağırlığına uygun yer edinmesini tavsiye ederiz. 

Makaleyi, Hatay sorunu sırasında Mustafa Kemal Atatürk’ün 23 Ocak 1937 tarihli Kurun (Vakit) Gazetesi’nde gazeteci Asım Us’a yazdırdığı başmakaledeki mesajı ile bitirelim: “Acaba Fransız devlet adamlarının bu işi böyle çıkmaza sokmaktan amaçları ne olabilir? Doğrusunu söylemek gerekirse biz bunu anlıyoruz.  Anladığımızın açıklaması da şudur: Fransa’nın başına her nasılsa baş diye üşüşmüş olan bu efendiler, idare etmekte oldukları büyük Fransız Milleti’nin nasıl idare olunacağını bilmedikleri gibi, Hatay sorunu ile millî alâka güden yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin haklarını müdafaa ve gereğinde onların yerine getirilmesi için göstereceği fiilî enerjiyi de takdirden uzak bulunmaktadırlar.”


24 Haziran 2020 Çarşamba

Mısır’ın Deniz Gücü

Mısır’ın Deniz Gücü
Cem Gürdeniz


9 Mayıs 1912’de Derne’de bulunan Kolağası Mustafa Kemal Selânik’teki sınıf arkadaşı Salih Bozok ‘a şunu yazar (Hep Atatürk’ün Yanında -Baba Oğul Bozoklardan Anılar, Salih Bozok, Cemil Bozok, Çağdaş YY, 1985): 

‘’Biz, vatana borçlu olduğumuz fedakârlık derecelerini düşündükçe, bugüne kadar yapılan hizmeti pek değersiz buluyoruz. Vicdanımızdan gelen bir ses, bize vatanın bu sıcak ve samimi ufuklarını tamamen temizlemedikçe, gemilerimizin Tobruk, Derne, Bingazi ve Trablusgarp limanlarında tekrar demir atmış olduğunu görmedikçe, vazifemizi bitirmiş sayılmayacağını ihtar ediyor. Vatan mutlaka selamet bulacak. Millet mutlaka mesut olacaktır. Çünkü, kendi selametini kendi saadetini memleketin ve milletin selameti ve saadeti için feda edebilen vatan evlatları çoktur.’’ 

Mustafa Kemal bu satırları yazdıktan altı ay sonra 10 Kasım 1912 günü, Mısır üzerinden geldiği Libya’yı yine Mısır üzerinden terk ediyordu. Libya kaybedilmişti. 

Bugün 108 yıl sonra Türkiye yeniden Libya’dadır. Türk savaş gemileri COVID 19 salgınına rağmen son dört aydır kesintisiz bir şekilde Libya açıklarında varlık gösteriyor. Türkiye’nin 27 Kasım 2019 tarihinde Libya ile Mavi Vatanımızın güney batı köşesini mühürleyen sınırlandırma anlaşması imzalandıktan sonra Marmaris/ Aksaz Deniz Üssü ile Trablusgarp açıkları arasındaki kabaca 1000 millik deniz alanı donanmanın ve hava kuvvetlerinin yeni stratejik ağırlık merkezine dönüştü. 
Bu stratejik alandaki kıyıdaşlar arasında Türk denizgücüne meydan okuyabilecek boyutta NATO üyesi Fransız ve İtalyan deniz güçleri mevcuttur. NATO dışı deniz güçleri arasında Libya kıyılarına mücavir durumu ve son derece hırslı bir donanma modernizasyon programı ile Mısır özel ilgiyi hak ediyor. Bu yazıda Mısır deniz gücünü inceleyeceğiz.

Mısır Donanmasının Geçmiş Sicili. 2014 yılından sonraki Abdül Fettah El Sisi döneminde, Mısır donanmasının gelişim eğrisi, adeta kuantum sıçraması ile tarif edilecek seviyede gerçekleşti. Bu sene 92. yaşını kutlayacak donanmanın kuvvet yapısına eklenen savaş gemileri ve sözleşmeleri tamamlanan/devam eden projeler göz önüne alındığında Mısır Donanmasının altın çağını yaşadığını söyleyebiliriz. Bu süreçte şüphesiz Sisi’nin siyasi gücünü ve ordu üzerindeki kontrolünü artan şekilde koruması önemli. Ayrıca Mısır’ın iç ve dış tehdit algılamalarına karşı daha bağımsız bir askeri doktrin uygulayabilme olanağı bulmasının da önemli yeri var. 

Mısır’ın güçlü bir donanmaya sahip olma arzusu 1956 Süveyş krizi ile ortaya çıktı. Başkan Cemal Abdül Nasır’ın kanalı millîleştirmesi üzerine, 29 Ekim 1956 tarihinde Sina Yarımadası, Kanalı aşan İsrail güçleri tarafından kısmen işgal edildi. Daha sonra 6 Kasım 1956 tarihinde Fransız ve İngiliz müşterek kuvvetleri Port Said’e amfibi güç intikal ettirdi. Bu işgal harekâtını Mısır denizden engelleyemedi.  ABD ve Sovyetlerin baskısı ile müdahale durduruldu. Mısır bu krizden sonra önemli dersler çıkardı. 1960 yılında Sovyetler Birliği yardımı ile güçlenen donanma, 6-Gün Savaşı sırasında, 21 Ekim 1967 günü İsrail’e karşı denizde çok önemli bir başarıya imza attı. Sovyetlerin verdiği OSA -II sınıfı hücumbotlar, ateşledikleri dört adet Styx füzesi ile İsrail’e ait Eilat isimli muhribi batırdı. Bu dünya deniz tarihinde bir ilk oldu. İlk kez güdümlü mermi ile bir savaş gemisi batırıldı. İsrail’de büyük bir travma yaratan bu olayda 47 İsrail denizcisi öldü. Bu olaydan İsrail donanması dersler çıkardı. Altı yıl sonra, Mısır’ın ani saldırısı ile başlayan 1973 Yom Kippur Savaşında bu kez Mısır, İsrail Donanmasına karşı ciddi bir yenilgi aldı. Port Said ve Dimyat deniz savaşlarında İsrail beş Mısır hücumbotunu batırdı. Mısır Donanması sayısal üstünlüğe ve menzil avantajına rağmen kayıplar verdi. Bu savaşta da dünyada ilk kez güdümlü mermili hücumbotlar karşı karşıya geldi. Ayrıca İsrail tarafından ilk kez elektronik taarruz ile füze angajmanları engellendi. Bu yenilgi Mısır devlet aygıtında donanmaya bakış açısını değiştirdi. Denizdeki olayların karadaki savaşın kaderine etkisi olmadığından donanmaya yatırım yapılmadı. Bu savaştan sonra SSCB’den uzaklaşarak ABD dümen suyuna giren Mısır, 1979 Camp David anlaşması sonrası tamamen ABD yardımına ve silahlanma programlarına dahil oldu. ABD ise Mısır’ın denizde güçlenmesine yardımcı olmadı. Bir kıyı donanması olarak kalmasını ve İsrail’e tehdit olmamasını sağladı. 1981-2011 arasında görev yapan Mübarek döneminde donanma ABD’den hibe edilen Knox ve OH Perry sınıfı firkateynler ile donatıldı. 4 adet Çin yapımı Romeo sınıfı denizaltı ABD yardımı ile modernize edildi ve Harpoon füzeleri yüklendi. Sisi iktidarına kadar ABD ağırlıklı bir donanma idame programı mevcut iken, Sisi bu yaklaşımı değiştirdi. Fransa, Rusya ve İtalya ile savunma ilişkilerine ağırlık verdi.

Modernizasyon Sisi Döneminde Başladı. Sisi, istihbarat kökenli bir karacı general olmasına rağmen Mısır’ın özellikle 21. Yüzyılda deniz gücüne olan ihtiyacını iyi gördü. Göreve geldikten sonra Donanmayı Akdeniz ve Kızıldeniz Donanmaları olarak ikiye böldü. Akdeniz’de iki, Kızıldeniz’de bir yeni deniz üssü geliştirme kararı verdi. İkinci Deniz Kuvvetleri Özel Kuvvetler Tugayını oluşturdu. Bu arada deniz endüstrisinin gelişimi için de önemli adımlar atıldı. Örneğin Fransız Gowind sınıfı 4 korvetin biri hariç üç adedinin montajı, sivil sektörden satın alınarak geliştirilen İskenderiye Askeri Tersanesinde yapıldı. Alman MEKO A200 sınıfı firkateynlerin de bu tersanede yapılması düşünülüyor. 

Büyüyen Donanma.  2014 sonrası ABD’den Ambassador sınıfı 4 güdümlü mermili karakol gemisi ile AH 64 Apache helikopterleri modernizasyonu; Fransa’dan Mistral sınıfı 2 Amfibi Hücum Gemisi, 4 Gowind sınıfı korvet ve 1 FREMM sınıfı fırkateyn; Almanya’dan Tip 209 sınıfı 4 dizel elektrik denizaltı (üç adedi hizmette), Rusya’dan 46 adet Ka 52 N. Crocodile helikopteri (üçü hizmette) satın aldılar. Bu satırlar yazılırken İtalya’dan 2 FREMM ile 4 farklı sınıf firkateyn ve 20 hücumbot; Almanya’dan 6 adet MEKO A200 firkateyn tedarik ve sözleşme süreci devam ediyordu.  6 yıl içinde temin edilen bu alımlara Mısır bütçesinden 10 milyar dolardan fazla bir tahsisatın gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu platformların dışında 2014 öncesinde envanterde bulunan ve yaş ortalaması 30 üzerinde olan ABD, Rus, İngiliz, Polonya, Güney Kore, Çin, Türk, İspanyol asıllı savaş gemilerinin pek çoğu da varlığını koruyor. 

Çoklu Gemi, Silah ve Sensör Donanması. Mısır Donanmasında halen 1 yaş ile 50 yaş arasında savaş gemileri; Amerikan Harpoon ile Rus Styx ve Fransız Exocet, İtalyan otomat Mk 2 gemiye karşı suüstü füzeleri; Fransız ASTER, Alman RAM, Amerikan SM 1 ve Sea Sparrow SAM sistemleri; Alman DM 2A4 ile Çin’in 533 mm denizaltı torpidosu; Mistral sınıfı amfibi hücum gemisinde Amerikan AH 64 Apache ile Rus Ka 52 N. Crocodile helikopterleri görev yapıyor. Mısır Donanmasının sergilediği bu son derece maliyetli ve bütçeye olağanüstü yükler getiren karmaşık silahlanma programı, Osmanlı İmparatorluğunun en denizci Sultanı, Abdülaziz’in (1861-1867) kurduğu donanmayı hatırlatıyor. Kısa sürede dışarıdan temin edilen gemiler ile çok büyük bir donanma kurulmuştu. Ancak ciddi eğitim, teknik ve lojistik sorunlar yaşandığından donanma deniz jeopolitiğinde belirleyici unsur olamamıştı. Mısır Donanmasında eğitim ve doktrin birliği ile lojistik destek ve bakım/onarım gibi teknik süreçlerin yürütülmesi önümüzdeki dönemin Mısır Donanması için en ciddi sorun alanları olacağını söyleyebiliriz. CarnegieOrtadoğu Merkezinin 28 Şubat 2019 tarihli araştırma belgesinde (The Egyptian Military : A Slumbering Giant Awakes) Mısır’da imal edilen M1 tanklarının pek çoğunun depolarda bakım olmadan tutulduğu veya F 16 uçaklarının ABD deki karşıtlarından neredeyse % 50 daha az uçtuğuna, Amerikan menşeili savaş gemilerinin çoğunluk limanda kalmalarına rağmen, bakım onarım için çok kısıtlı bütçe ayrıldığına dikkat çekiliyor. Tabi az kullanılan bu unsurlar aynı zamanda az eğitim anlamına da gelebilir. Özetle çok kısa sürede inşa edilen donanmalar eğitim ve lojistikle desteklenmediği sürece kâğıt kulelere benzerler. Mısır bu hızlı gelişmenin ürünü donanmasını gerçek bir krizde denemeden, bu kısa süreci önce hazmetmek zorundadır. 

Türk-Mısır Donanma Tarihlerinde Ortak Sayfalar. Ne ilginçtir. Bugün Yunanistan ile birlikte anlamsız Türkiye karşıtlığı yapan Mısır, Yunanistan’ın bağımsızlığını önlemek için Mora İsyanını bastırmaya Türk Donanması ile birlikte katılmıştı. Sultan II’nci Mahmut, yeniçerileri baskından bir yıl önce tasfiye etmişti. Yeni kurulan Nizam-ı Cedid Ordusu, Yunan isyanı büyüdüğünde henüz harbe hazır değildi. Bu nedenle II’nci Mahmut, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım talep ederek, Mora’ya asker göndermesini istedi. Kavalalı, oğlu İbrahim Paşa emrinde donanma ve ordu gönderdi. Ancak, 20 Ekim 1827 tarihinde Fransız, İngiliz ve Rus müşterek filosu, Osmanlı–Mısır filosunu Navarin Limanında yaktı. Bu baskında müşterek filo Mısırlı Komutan emrindeydi. Sonucunda üç yıl sonra Yunanistan devleti kuruldu ve İmparatorluğun Balkanlarda çözülme süreci başladı. Kısa süre sonra Mısır ve Osmanlı birbirine düşman oldu ve iki kez savaştılar. İki savaşta da Osmanlı yenildi. 1839’daki Nizip Savaşından sonra Donanma Komutanı saltanat kayığı hamlacılığından yetişme Ahmet Paşa (Firari) donanmayı İskenderiye’ye kaçırdı ve Mısır’a teslim etti. Mısır’ın denizlerimize ve denizciliğimizin kaderine dolaylı etkisi olan bir başka gelişme de Yunanlı iş adamı George Averof’un Mısır doğumlu olmasıdır. Bu iş adamının cömert bağışı karşılığı adının verildiği Averof kruvazörü Balkan Savaşında Boğazönü ve Doğu Ege Adalarının 3 ay içinde elden çıkmasına neden olmuştu. 

Türk - Mısır Deniz Kuvvetleri İlişkileri. Mısır ile Türk denizciliğinin Navarin Baskınından sonra yaşanan ortak sayfalarında son derece az sayıda müspet olay var. Soğuk Savaş sonrası iki ülke donanmaları arasında hemen hemen hiçbir ilişki kurulmadı. 1997 yılına kadar bu durum devam etti.  16 Haziran 1997 tarihinde Deniz Kurdu 97 Tatbikatı sırasında ilk kez, Güney Görev Grup Komutanı Tuğamiral Aydın Gürül emrinde TCG Kocatepe, TCG Yavuz fırkateynleri ile TCG Uluçalireis denizaltımız, İskenderiye limanına gayri resmi ziyarette bulundu. Bu ziyaret için diplomatik klerans son saatlerde verildi. Ziyarette bulunan gemiler şehir dışında bir limana kabul edildi ve resmi ziyaret programı çık kısıtlı bir şekilde uygulandı. Mısır’ın bu soğuk davranışının ana nedeni Türk-İsrail yakınlaşması ve 1996 yılında imzalanan Türkiye-İsrail ikili Savunma ve Eğitim iş birliği anlaşmasıydı. 2008 yılında Türk ve Mısır Deniz Kuvvetleri Komutanları ilk kez bir araya gelmeye başladılar. Bu ziyaretler sırasında Mısır’a 2003 yılında GKRY ile yaptıkları MEB sınırlandırma anlaşmasında kaybettikleri deniz alanları detaylı bir şekilde izah edildi. Benzer bir anlaşmayı Türkiye ile yapmaları halinde kazançları anlatıldı. Bunun meyveleri kısa süre içinde alındı.  En azından Yunanistan ile sınırlandırma anlaşması yapmadılar. Onun dışında 16 Kasım 2009 tarihinde Aksaz’a istinaden Dostluk Denizi davet tatbikatı başladı. Mısır Deniz Kuvvetlerinden bu tatbikata bir tümamiral komutasında iki fırkateyn, iki hücumbot ve bir tanker katıldı. Mavi Marmara olayının 1 Haziran 2010 tarihinde yaşanmasından sonra da Türk-Mısır donanmaları arasında önemli gelişmeler yaşandı. 17- 23 Aralık 2011 tarihleri arasında bu kez Mısır ev sahipliğinde İskenderiye’ye istinaden Dostluk Denizi tatbikatı yapıldı. Türkiye bu tatbikata firkateynler ile katılım sağladı. Sisi’nin iktidara gelmesiyle iki ülke arasındaki ilişkiler ideolojik nedenlerle son derece keskin bir kutuplaşma içine girdi. Mısır Donanması, Yunanistan ve GKRY ile doğrudan Türkiye aleyhinde olan Medusa serisi tatbikatların icrasına başladı. Libya’da Savaş Lordu Hafter’i destekleyerek Türkiye karşıtlığını devam ettirdi. Ancak şu ana kadar her ne kadar ABD kökenli JINSA (Jewish Institue for National Security of America) Düşünce Kuruluşunun ürettiği değerlendirme belgelerinde kışkırtılanların aksine denizde Türk Donanması ile karşılıklı bir gerginliğe neden olacak olay yaşanmadı. JINSA ‘ya kalsa, Türk ve Mısır donanmalarının Akdeniz’de birbirileri ile savaşmaları adeta teşvik ediliyor. Bu tuzağa Türkiye’nin düşmeyeceği bir gerçektir. Mısır’ın da tarihinden gelen birikimle aynı tutumda olacağı beklenendir. Diğer taraftan Mısır ile Türkiye’nin Libya harekat alanında yaşanan gerginliğinin vekalet savaşları üzerinden devam edeceği de bir gerçektir. Cufra ve Sirte’de önümüzdeki dönemde yaşanacakların Türk Mısır ilişkilerinin geleceğine önemli etkisi olacağını söyleyebiliriz. Mısır devlet aygıtının  Türkiye ile Libya üzerinden yöneteceği ilişkilerde, tarihin ve zamanın ruhunun ışığında Mısır halkı adına en uygun olanı yapacağını beklemek durumundayız.

Mısır Donanmasının Tehdit Değerlendirmesi. Bugünkü konjonktürde Mısır Donanmasının son 6 yıldaki silahlanmasının ana itici gücü, başta deniz yetki alanlarında tespit edilen zengin doğal gaz sahalarının korunması olmak üzere Arap dünyasında lider deniz gücü konumuna gelerek Doğu Akdeniz ve Kızıldeniz’deki etkinliğini artırmayı hedeflediğini söyleyebiliriz. Diğer yandan özellikle denizaltı filosunu geliştirmesi, başta İsrail olmak üzere bölge ülkeler için en ciddi tehdit unsurudur. Güçlü bir Mısır denizaltı filosu İsrail’in gerek Süveyş çıkışı gerekse Cebelitarık-Hayfa eksenine tehdit oluşturabilecek özelliklere sahip. Diğer yandan son altı yılda Yunanistan ve GKRY ile Türkiye aleyhinde Medusa serisi ortak deniz tatbikatlarına katılması; Türkiye aleyhindeki Akdeniz Gaz Forumunda aktif rol alması, bu silahlanmada Akdeniz çanağında Türk Donanmasının rakip olarak görüldüğü sonucunu çıkarabiliriz. Ancak iki ulus devlet donanması olarak Akdeniz’de karşı karşıya gelme ihtimalini çok düşük gördüğümü söyleyebilirim. Bugün Türk hükümetinin  Müslüman Kardeşler karşıtı bir söylem kullanmaya başlaması halinde, Kahire'yle ilişkilerin düzeleceği ve bu suretle Türk-Mısır deniz sınırlandırma anlaşmasının kısa sürede imzalanabileceği kanaatindeyim.
Çünkü Türklerle Mısırlılar, 19. Yüzyıldaki Kavalalı Mehmet Paşa döneminden bugüne kadar ne savaştılar ne de düşman oldular. Bu geçici bir durum.   Türk Mısır ilişkilerinin düzelerek COVİD sonrası dönemde yaratacağı iş birliği fırsatları, son altı yılda yaşanan gergin dönemin geçici zararlarını kısa sürede unutturacaktır. Bu durum her iki halkın çıkarınadır. Unutulmamalıdır ki Mısır asırlardır Afrika’nın ezilenleri arasındadır. Halen destek verdiği emperyalist kamp, tarihi ile uyumlu değildir. Mısır Kavalalı’nın hatasını tekrar etmemelidir. 

15 Haziran 2020 Pazartesi

Kum Torbasından Üniformaya Yama Yapmak ve Çamurda Savaşmak

Kum Torbasından Üniformaya Yama Yapmak ve Çamurda Savaşmak
Cem Gürdeniz
Birinci Dünya Savaşında Çanakkale Cephesinde 5. Ordu Komutanı olarak görev yapan Alman General Liman Von Sanders daha sonra yayınlanan hatıratında (Türkiye’de Beş Sene, Yeditepe Yayınlarışöyle yazıyordu: ‘ Türkler, inşa edecekleri sahra istihkâmı için muhtaç oldukları alet ve edevatı çoğunlukla düşmandan ganimet olarak almaya mecbur kalıyorlardı. Çünkü elde çok az kazma ve kürek vardı. Korunaklar için gerekli ahşap ve demir malzemesi daha o vakit düşman mermileriyle tamamen harap olmuş köylerden sağlanıyordu. İhtiyaca yetecek kadar bile kum torbası tedarik edilemiyordu….İstanbul’dan gelen kum torbalarının askerin “tamamen yırtılmış üniformaları yamamak” için kullanılması “tehlikesi” de baş göstermeğe başlamıştı.’’
Yokluklar İçindeki Mehmetçik. Çanakkale cephesinde görevli diğer bir Alman General Hans Kannengiesser de hatıratında (Çanakkale’de Türklerle Beraber Bir Alman Albayın Gözünden Çanakkale, TİMAŞ.) şöyle yazıyor:  ‘’Türk askerlerinin barınma ve diğer ihtiyaçları çok azdı. Türklerin, bir battaniyeyi veya şilteyi toprağın üzerine sererek uyuyorlar…. Askerin günlük olarak yanında bulundurduğu porsiyon bir parça ekmek ve birkaç zeytin’ den ibaret…. Sabahları un çorbası verilmekteydi. Öğle ve akşam yemeklerinde de yine yağlı ama bazen etli çorbaya devam edilirdi. Erzak azlığında başyemek bulgur pilavıydı…iki yıl önce Balkan Savaşı’ndan sağ çıkan ve o savaşta karınlarını otla doyurmak zorunda kaldıklarını ve açlığın, düşman kurşunundan da daha korkunç olduğunu hatırlayanlara göre, evet, bu tam bir savaş değildi, her gün yemeğimizi de yiyorduk.”
Yokluğun Görkemi. 24 Nisan 1915 sabahı 19 Tümen Komutanı Yarbay Mustafa Kemal Conk Bayırında düşmanı karşılayan 57. Alaya ölmeyi emrettiğinde Mehmetçiğin yaşam koşulları işte buna yakındı.  Gözlerini kırpmadan ölüme gittiler. Aynı cephede görev alan Alman Binbaşı Carl Mühlmann da hatıratında (Çanakkale Savaşı, Timaş ) şunları yazıyor: “İyice zayıflamış olan vücutları ve çökük yanaklı yüzleri ile Çanakkale’de savaşan Türk askerleri sağlıklı, randımanlı ve iyi şartları sağlayacak her türlü sosyal yardım teşkilatından mahrumdu….Yetersiz besin almış, haşerelere boğuşan, güneş çarpmasına karşı korumasız, kum fırtınalarından, yağmur ve soğuktan müteessir olarak Türk insanı, gündüz ve gece savaşta en ön hatta; avcı hendeğinde, yakınmadan ve homurdanmadan sorumluluğunu yerine getiriyordu. Bu ağır sınama döneminde Türklerle birlikte hareket eden herkes, bu sessiz kahramanlık karşısında sınırsız saygı ve hayranlık duyar ki, o dürüst Anadolu insanına karşı bu duyguyu düşmanı bile esirgemeyecektir.’’
Balkan Felaketi. Türk’ün takdire şayan karakterini, direnme gücünü, vaz geçmeme disiplinini, yaratıcılığını, az ile yetinmesini, düşüp yeniden kalkabilme iradesini ve en önemlisi vatan için gözünü kırpmadan canını feda edebilme cesaretini özetleyen bu satırların yazılmasından 2 yıl önce Osmanlı Ordusu Balkan felaketini yaşamıştı. Öyle bir felaket ki, kelimeler ile anlatmak yetersiz kalır. Savaşta Lüleburgaz’da görev yaparken yaralanıp İstanbul’a getirilen Yüzbaşı Selahattin (Yurtsever) Hatıratında (Yüzbaşı Selahattin’in Romanı, Remzi Kitabevi) o günleri bakın nasıl anlatıyor: ‘’İstanbul’da Türk subayı gören Rum ve Ermeni çocukların ‘Zabit, Zabit Bulgar geliyor kaç!’ diye dalga geçtikleri günler…Şubat 1913 Hadımköy istasyonundayım. Geri çekilmiş alayıma 3 saat yürüdükten sonra vardım…Yollarda bir sürü ölü, kokmuş, bir kısmını köpekler yemiş. Suratlarına bakılınca mezardan çıkmış sanılan insanlar ancak sopaların yardımıyla ağlayarak yürüyorlardı. Osmanlı payitahtına 45 km mesafede bulunan 100 bin kişilik ordu aç, sefil ve bakımsızdı. Tifüs, kolera, dizanteri, askeri kırıp geçiriyordu. Ne ilaç ne doktor ne hastane.’’  Ege’de son 400 yıldır sahip olduğumuz adaları Yunanistan’a 3 ay içinde kaybettiğimiz, Selanik’i savaşmadan terk ettiğimiz donanmasız günler… Bulgarların Edirne’yi işgal ettiği ve Çatalca’ya dayandığı karanlık günler…
Peki ne olmuştu? 2 yıl içinde ne değişmişti?  Balkan Savaşının Türk askerine öğrettiği en önemli ders, şüphesiz eğitim ve doktrin birliği olmayan ama en kötüsü siyasallaşan ordunun sonunda savaşamayacak derecede bölünerek felaket getirdiği olmuştur. Bu felaket ve aşağılanmayı yaşayan ordu ve donanma, İttihat Terakki ile Hürriyet ve İtilaf partilerinin askeri yapı içindeki kutuplaşmasını ciddi tasfiyeler ile sonlandırarak siyasetten uzaklaşmış, kısa sürede toparlanmış, komuta ve doktrin birliğini sağlayıp, 2 yıl sonra Çanakkale’de adeta Balkan Savaşı günlerinden intikam almış, yokluklar içinde harikalar yaratmıştır. Aynı başarı Kurtuluş Savaşında düzenli orduya geçildikten sonra da görülmüştür. 
Sosyo-genetik kodlar değişmez. Türk askeri kahraman milletin sosyo genetik kodlarında her zaman var olan üstün vasıflı muharip yetiştirme becerisini bugüne kadar koruyabilmiştir. Türk askeri ateş altında ve çamurda savaşmasını bilen askerdir. Bugün de devletlerin güç mücadelesinde son kertede belirleyici olan çamurda savaşma yeteneğini koruyabilmektir. Çanakkale’de, Kut Ül Amare’de, Kurtuluş Savaşında; Kıbrıs Barış Harekâtında, PKK ile savaşta, Kardak Krizinde, Kuzey Irak ve Suriye cephesinde ve Akdeniz ile Ege’deki Mavi Vatan mücadelesinde bu kavramın nasıl somutlaştığını gururla gördük. Bu görkemi 31 Mart 1921 günü II. İnönü Savaşında Metris Tepede Mustafa Kemal ile; 9 Eylül 1922 sabahı İzmir’de Türk süvarileriyle; 20 Temmuz 1974 öğlen saatlerinde Girne’de kıyıbaşını tutan deniz piyadelerimizle tarihin durdurulmaz akışı içinde yaşadık.  
Çamurda Savaşmak. 1915 yılında paramparça üniformasına kum torbasından yama yapıp gözünü kırpmadan ölüme giden Türk askerinin bugüne kadara kirlenmeden gelen, o tertemiz ruhu ve iradesi F- 35’den de S-400’den de daha güçlüdür. Bakın Amerikalı tarihçi T.R. Fehrenbach, Kore Savaşlarını anlattığı  ‘’This Kind of War (Bu çeşit Savaş)’’ isimli kitabında ne diyor? 
            ‘’Bir milletin üzerinde sonsuza kadar uçabilir, onu bombalıyor olabilirsiniz. Onu un ufak edebilirsiniz. Hayattan silip atabilirsiniz. Fakat uygarlık için onu korumak ve teslim almak istiyorsanız bunu ancak Roma lejyonlarının yaptığı şekilde kara üzerinde yapmanız gerekir.  Bunun için de genç askerlerinizi çamura sokmanız gerekir.’’
            Günümüzde bir işgal olmadan sadece vekalet savaşlarıyla herhangi kalıcı bir askeri başarı elde edilmesi çok zor. 1999-2020 yılları arasında ABD, savunmaya kabaca 14 trilyon dolar harcadı. Bu miktarın yarısına yakını personel giderleri için kullanıldı. Alt yapının tamamen yok edildiği, milyonların öldüğü Afganistan, Irak, Libya ve Suriye’de işgal ve rejim değişikliklerine rağmen istikrar sağlanamadı. Nihai siyasi hedefler elde edilemedi. Dünya üzerinde füzeler, toplar, roketler ve güdümlü mermilerin yayılması inanılmaz boyutlarda arttı ancak bu yoğunluğa rağmen siyasi sonuç alınamıyor. ABD ve peşine taktığı İngiltere ve Fransa ile bazı AB üyeleri kendi emperyalist savaşlarında artık çamurda savaşacak insan bulamıyor. Vekiller ile kesin sonuç elde edilemiyor. Günümüzün en önemli silahı iyi eğitilmiş yüksek moralli askerdir. Ancak bu askerin en temel değeri Vatan Savaşı olmalıdır. Vatanını savunan ile emperyalist çıkarları savunan arasında çok büyük fark vardır. 
Türk Askerinin Üstün Nitelikleri. Türk askerinin üstün nitelikler, verimli mümbit topraklarda uygun ortamı bulan bir tohumun topraktan başak vererek fışkırması gibi nesilden nesile geçerek bugünlere kadar gelmiştir. Ne küreselleşme, ne neo-liberalizmin hazcı ve tüketici yaşam tarzı ne de başta dilimiz olmak üzere batı kültürüne duyulan kayıtsız şartsız özenti kompleksi, bu değerli tohumun genetik kodlarını değiştirememiştir. Türk askerinin Orta Asya’dan gelen, Selçuklu ve Osmanlı mirası ile harmanlanan ve Mustafa Kemal Atatürk aydınlığı ile şahlanan tertemiz vatan sevgisi ile vatanı koruma güdüsü sonsuza dek kirlenmeden ve asla hiçbir siyasi etkiye maruz kalmadan korunmalıdır. 
Emperyalizme Direnmeliyiz. Emperyalizm bu saf ve temiz duyguyu kirletmek için içerde ve dışarda pusuda bekleyen hainleri kullanarak her dönem bu dengeyi bozmaya çalışmıştır. 15 Temmuz 2016 gecesi bu felaketi FETÖ üzerinden yaşamış ve geride 254 şehit ve binlerce gazi bırakmış olduğumuzu unutmadan, ordu ve donanmanın tek birleştirici çimentosunun Mustafa Kemal Atatürk olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Zira o kum torbasından yama yapanlarla bugün nefes aldığımız suyunu içtiğimiz devleti yoktan var etti. Türkiye çok zor bir döneme giriyor. Zaman tarihi hatırlamak, hataları tekrar etmeme zamanıdır. Tarih bu coğrafyada ‘’aldatıldık’’ söylemleri ya da güç ve makam sahiplerinin kişisel tercih ve yanlışları üzerinde şekillenmeyecek kadar ciddi bir dönemece giriyor. 

10 Haziran 2020 Çarşamba

Pink Floyd’dan George Floyd’a Yıkılan Duvarlar ve Türkiye

Pink Floyd’dan George Floyd’a Yıkılan Duvarlar ve Türkiye
Cem Gürdeniz

1979 yılında 21 yaşındaydım. O dönemin en ünlü müzik parçası, İngiliz rock müzik topluluğu Pink Floyd’un ‘’Another Brick in the Wall - Duvarda bir Diğer Tuğla’’ isimli müzik parçası tüm dünyayı kasıp kavuruyor, İngiliz eğitim sistemine meydan okuyordu. Öğretmenlere ‘’sonuçta duvardaki bir tuğlasın’’ diyerek, çocukları dayak ve katı disiplin içindeki İngiliz eğitim sistemine isyan etmeye davet eden çok güçlü bir parça idi. Bu parçadan tam 41 yıl sonra 25 Mayıs 2020 günü George Floyd isimli bir zencinin Minneapolis’te polis şiddeti ile öldürülmesi yepyeni bir isyan dalgasını başlattı. Öyle bir dalga ki, Amerikan rüyasını yerle bir eden; Washington Consensus ’unu ortadan kaldıran ve en önemlisi federal bir yapı içinde kurulan ABD’nin bütünlüğünü Pink Floyd’un duvar müziğindeki gibi yerinden oynatan bir süreci başlatıyordu. 
Evet Duvar yıkılıyor. Psikolojik seviyede yıkıldı bile. Bu duvar, 1946 sonrası Türkiye’yi de içine alan büyük bir kuşatmanın sembolü idi. Öyle bir duvar ki, günümüzde FETÖ’den PKK’ya; Doğu Akdeniz’den Karadeniz’e; dolar ile tehditten ekonomik ambargolara devletimizi her alanda boğmaya çalışan bir duvar. Türkiye gerek halkı gerekse devleti ile ABD’de yaşananlar üzerinden duvarın yıkıldığının farkına varmalı ve Türk müesses nizamı içinde ABD’ye her alanda bel bağlayanlar Floyd sonrası dönemden ders çıkarmalıdır. ABD, ne COVİD 19 sürecini, ne de Floyd sürecini yönetememiştir. ABD devletini ele geçirmeye çalışan gruplar o kadar büyük kutuplaşma içindedirler ki, devletin çökmesini göze alabilmektedirler. İstihbarata senede 82 milyar dolar ayıran bir devlet, içindeki istikrarsızlığın yıkıcı potansiyelini değerlendirememiş ve neredeyse başarısız devlet statüsüne gerilemiştir. Bu devletin bölgemizde halen stratejik oyun kurucu olma iddiasında bulunması ve başta içinde beslediği/koruduğu FETÖ ele başı ve desteklediği PKK örgütü üzerinden ülkemizde istikrarsızlığa neden olması ciddi bir sorundur. Ama ondan daha büyük sorun Sadrazam Damat Ferit’in 1920’lerde İngilizleri gördüğü gibi hala iktidar ve muhalefet içinde ABD’yi tanrılaştıranların varlığıdır. Halkımız ve devletimiz 15 Temmuz darbe girişiminde FETÖ üzerinden bu varlığın gerçek yüzü ile tekrar tanıştı. O yüz emperyalizmin yüzüdür. 

Emperyalizm Denizcileştirmez, Yerlileştirmez. Emperyalizm günümüze kadar denizlere hakimiyet üzerinden büyümüştür. Denizlerde asla rakip istemez. Rakip olma potansiyeline sahip olanları anında yok eder. Soğuk savaş sonrası ve günümüze kadar geçen sürede Deniz Kuvvetlerimiz, 11 Eylül 2001 sonrası neocon etki alanına giren ABD devlet mekanizmasının öncelikli hedefi haline gelmişti. Deniz Kuvvetlerinde NATO ve Atlantik çıkarları dışında fikir üretecek ya da Türkiye’nin deniz çıkarlarını öne çıkaracak Amiral ve subayların tasfiyesi için 2007’den sonra düğmeye basıldı. Böylece başta Ergenekon ve Balyoz davaları başta olmak üzere sayısız kumpas davalar FETÖ üzerinden yürütüldü. Bu sürece neoliberal kesim alkış tutarken, rozet Atatürkçüleri sessiz kaldı.  Fransız ihtilalinde bile görülmeyen boyutlarda tasfiyeler yaşandı. Sadece tasfiye yetmedi. Geride kalanlara ve hatta emeklilere ders olsun diye, yüzlerce muvazzaf ve emekli amiral, subay ve astsubay sahte bir darbe davası üzerinden yaratılan iki satırlık dijital belgelerle hapishanelere dolduruldu. Aileler perişan edildi. Suçlamalara dayanamayıp intihar edenler; Hapishanelerde kanserden vefat edenler oldu. Türklerin tarihinin en karanlık ve utanç sayfası olarak adlandırılacak bu dönem, 2013 yılında iktidar partisinin önde gelen bir isminin ‘’Milli Orduya Kumpas kuruldu’’ açıklamasına kadar sınır tanımadan, arsız ve azgınca devam etti. FETÖ üzerinden yürütülen bu alçak kumpas süreci ABD ve AB tarafından son derece yakın takip edildi ve zımnen desteklendi. Bu sürece Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bile alet edildi. Tasfiye edileceklerin listesinin FETÖ medyasında çok önceden çarşaf çarşaf yayınlandığı bu süreçte tek amaç vardı: Türkiye’nin milli ve yerli politika, strateji, konsept ve doktrin üretmemesi; Savunma Sanayiini geliştirmemesi, Batı başkentleri ne derse onun dışına çıkmaması. 

Evdeki hesap çarşıya uymadı. Deniz Kuvvetleri her şeye rağmen bu emperyalist hedeflere meydan okuyacak projeleri geliştirdi. Devlet aygıtı bu projeleri destekledi ve Türkiye 21. Yüzyıla denizlerde güçlü girdi. Bu süreçte FETÖ ve çevresine takılan hainler topluluğuna rağmen, Deniz Kuvvetlerimizin ve devlet aygıtındaki milli ve yerli düşünen bir avuç karar vericinin büyük katkısı olmuştur. Zira, devletin, Mavi Vatan’ımızın her üç deniz alanında gelecek nesillerin jeopolitik çıkarlarını koruma sorumluluğu devredilemez ve göz ardı edilemezdi. Türkiye’miz, Atatürk zamanından bu yana denizde yani Mavi Vatanda çıkar kaybına neden olacak hiçbir gelişmeye izin vermemiştir. Bu prensip, Atlantik sistemin etki alanına girmemize rağmen devam etmiştir. Zira, Türk milleti donanmasızlığın kayıplarını büyük acılar çekerek yaşamıştır. Göçleri, işgalleri, ölümleri, ayrılıkları görmüştür. İşgal donanmasının dretnot namluları gölgesinde 13 Kasım 1918’den 6 Ekim 1922 tarihine kadar kapkaranlık bir başkentte yaşamıştır. Mütareke yıllarının sosyal psikolojisi, bırakalım o günleri bilfiil yaşamayı, kitapları, anıları okurken bile bizleri kapkara bir üzüntüye gark ediyor. 

Emperyalizm Vazgeçmez. O karanlık zaman dilimini gelecekte tekrar ettirmemek devletin ve her vatandaşın görevidir. Emperyalizm asla affetmez ve asla vaz geçmez. FETÖ denilen karanlık ve alçak örgütün devleti ele geçirmesine izin verilmesi, kumpas davaları icra edecek cesareti ve olanağı sağlamıştır. Emperyalizmin ne derece arsız olduğunu hatırlarsak FETÖ’nün tasfiyeler sonrası elde ettikleri ile yetinmediğini ve 15 Temmuz 2016 akşamı devleti topyekûn ele geçirmek istediğini unutmayalım. Ancak Türkler de asla teslim olmaz. 16 Temmuz sabahı Türkiye yeni bir dünyaya uyandı. Geride 254 şehit ve binlerce yaralı bırakarak. Eğer darbe başarılı olsaydı bugün acımasız bir iç savaşın yaşandığı bambaşka bir ülkede olacaktık. Darbede aynı zamanda bir NATO üssü olan İncirlik Üssünün kullanılması ve FETÖ Merkez üssünün ABD Pennsylvania’da olması Türkiye’nin Atlantik çerçeveli gözlüğünde ciddi kırılmalar yaratmıştır. Halen İncirlik üssünde o gece yaşananlar ve özellikle ABD ve Türk görevlilerinin etkileşimi konusundaki şüpheler dağılmamıştır. Kamuoyu gerçeklere kavuşamamıştır. ABD’deki FOX Televizyon kanalının askeri analisti ve aynı zamanda 2006 yılında ülkemizin doğusunu parçalayan BOP sınırlarını gösteren kötü şöhretli ‘’Blood Borders-Kan Sınırları’’ isimli kitabın yazarı emekli Yarbay Ralph Peters, darbenin ilk saatlerinde darbeyi överek, ABD’nin darbecileri desteklemesini isteyerek, ‘’darbe yapanlar bizim tarafta’’ demişti. 

15 Temmuz Başarılı Olsaydı. Eğer darbe başarılı olsaydı bugün güneydoğudan Kıbrıs’a, Irak’tan Suriye’ye, Kıbrıs’tan Karadeniz’e, Lozan’dan Montrö’ye her alanda Sevr ruhunun 21’inci yüzyıl hortlağı ile karşı karşıya kalıyor olacaktık.  Darbe başarısız olduğu halde CIA’nın gölge düşünce kuruluşu STRATFOR 18 Temmuz 2016’da yayınladığı bir değerlendirmede ellerini ovuşturarak ‘’bu darbe teşebbüsünün TSK’da birlik bütünlüğü ve morali eriteceğini ve yeteneklerini azaltacağını’’ iddia ediyor ve daha da ileri giderek ‘’Türk ordusu şimdi içine kapanarak darbenin zararlı sonuçları ve iktidar partisine yönelik tehdit ile uğraşacak. Ordunun toparlanması yıllar alacaktır. Ancak Türkiye bu yıllara sahip değildir. Bölgedeki istikrarsızlık her geçen gün derinleşiyor ve Türkiye’nin bu karmaşayı kontrol altına almaya ve durumunu güçlendirmeye ihtiyacı var’’ diyordu. Türk ordusu ve donanması bu yoruma Fırat Kalkanı, Barış Pınarı, Akdeniz Kalkanı, Mavi Vatan ve Deniz Kurdu Tatbikatları ile tokat gibi cevap verdi. 

Emperyalizm Hortlağı Aramızda. Ancak Sevr kalıntısı emperyalizm hortlağının aramızda dolaşmaya teşebbüs etmediğini söyleyemeyiz. İblis ruh bugünlerde Mavi Vatan yani Akdeniz, Ege ve Karadeniz havzasında dolaşmaktadır. 

Kukla Kürdistan. Akdeniz’e erişen kukla bir Kürt devletinin tesisi ve bağımsız Kürdistan’ın ilanı Türk jeopolitiğine en büyük tehditi oluşturmaktadır. Bugün, Güneydoğumuzdaki PKK terörü devam etmektedir. PKK’nın Suriye’deki kolu PYD/YPG Türkiye’nin düşmanı, ABD ve NATO’nun pek çok ülkesinin müttefikidir. ABD’nin son zamanlarda Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile PYD/YPG yi bir araya getirme gayretlerinin artması çok ciddi güvenlik endişesidir. Son olarak ABD’nin Deyr er Zor bölgesine PKK ve türevlerini Türkiye’ye karşı korumak için orta menzil hava savunma sistemi yerleştirmesi de Türkiye karşıtı son derece ciddi bir hamledir. 

KKTC’de Artan Türkiye Düşmanlığı.  Benzer şekilde yakında KKTC’de seçimler olacaktır. Görünen o ki Türkiye ve KKTC’nin bağımsız varlığına düşmanlık, seçim propagandalarında en önemli malzemeye dönüşmüştür. Milli sayılacak kesimde bile çok sert yalpalamalar devam etmektedir. Son olarak Başbakan Tatar’ın eşinin sahibi olduğu bilinen Kanal T de yapılan bir programda alçakça ve rezilce,  ‘’(Türk Mukavemet Teşkilatı) TMT’yi CIA kurmuştur’’ cümlesi sarf edilebilmiştir. KKTC’de durum mücahitlerin ve Anadolu’nun o topraklara emanet ettiği şehitlerin kemiklerini sızlatmıştır. Durum cidden vahimdir ve Güney Kıbrıs Rumlarına teslim olmak için her türlü beşinci kol faaliyetine asli görevi devleti korumak olan hükümet ve cumhurbaşkanlığı sessiz kalarak adeta destek olmaktadır. KKTC’nin kaderini tarihin akışına bırakmak gaflet olacaktır. Annan Planına evet diyerek Türkiye’nin jeopolitik güvenliğini tehlikeye atan günleri hatırlamamız gerekir. Rumların her defasında Türkiye’nin ve KKTC’nin kaderini terse çevirmesini talihten bekleyemeyiz.  (Annan Planına hayır dedikleri gibi)

Mavi Vatan Doğu Akdeniz Cephesi. Doğu Akdeniz’de durum son derece kritik bir aşamaya girdi. Özellikle Libya’da Türkiye’nin desteklediği Ulusal Mutabakat Hükümeti (UMH)’nin savaş lordu, darbeci general Hafter’e karşı üst üste kazandığı askeri zaferler, Libya’da genel siyasi askeri konjonktürü Türkiye lehine çevirmiştir. Bu durumun Doğu Akdeniz’e ve deniz yetki alanlarımıza son derece müspet etkileri olacaktır. Mustafa Kemal, Enver Bey, Fethi Okyar, Fuat Bulca, Dr. İbrahim Tali Öngören gibi genç subayların Türk-İtalya Savaşında Şeyh Sunisi’ye yardımlarının donanmasızlık nedeniyle akamete uğramasından 108 yıl sonra Türkiye Libya’da Türk soyundan gelen akrabalarımız ile buluştu. Bu kez donanmamız vardı.  Rusya’nın paralı Wagner grubunu geri çekmesi ve UMH lideri Sarrac’ın Türkiye ziyaretinden hemen sonra 5 Haziran günü Rus Resmi Haber Ajansı Ria Novosti’de ‘’Hafter Libya’da Siyasi Arenadan Silinecek’’ başlıklı bir analizin yayınlanması Türkiye’nin Doğu Akdeniz siyasetinde önemli kazanımları olmuştur. Ancak, bu gelişmelerin emperyalizmi son derece rahatsız edeceği unutulmamalıdır. Libya’da özellikle Türkiye ve Rusya arasındaki ilişkileri düşmanlık seviyesine çıkarmaya  yönelik her türlü kışkırtma ve algı operasyonunu beklemek sürpriz olmayacaktır.   UMH güçlerinin ilerlemesi paralelinde Türkiye’nin önce Akdeniz’de ‘’Ne Mutlu Türküm Diyene’’ eğitim sahalarını ilan edip, ardından TPAO’ya Libya-Türkiye ortak sınırına yakın alanda arama ruhsatı vermesi Yunanistan, Fransa ve ABD’de Türkiye aleyhinde açıklamaları getirmiştir. ABD Dışişleri Bakanlığının 5 Haziran 2020 sabahı, 27 Kasım 2019 tarihli Türkiye- Libya Deniz Sınırlandırılması Mutabakat Muhtırasını tanımayacaklarını ve aynı gün Yunanistan Savunma Bakanının ‘’Türkiye ile savaşa hazırız’’ açıklamaları gerginlik yaratmıştır. Doğu Akdeniz’de Türkiye’nin AB tarafından hazırlanan Seville Haritasına rıza göstermesini ve 150 bin km karelik bir deniz yetki alanından vaz geçmesini beklemek ne akla ne vicdana ne hukuka sığmaz. Ege Denizinin tamamının 214 bin km kare ve Yunanistan’la kıta sahanlığı için 1975 ve 1976 yıllarında savaşı göze aldığımız açık deniz alanının bize düşen payının 50 – 60 bin km kare olduğunu hatırlatırsam ne demek istediğim her halde anlaşılır. Unutulmamalıdır ki ABD, AB, Yunanistan ve GKRY’nin bize Akdeniz’de uygun gördüğü alan 41 bin km karedir. 

Ege Cephesi. Ege Denizinde Türkiye’nin güvenliğini tehdit edecek boyutta saldırı silahları ile donatılan askersizleştirilmiş statüdeki adalar sorunu ile egemenliği Anlaşmalarla Yunanistan’a Devredilmemiş Ada ve Kayalıklar sorunu devam etmektedir. Libya ve Doğu Akdeniz’in askeri stratejik perspektifte ağırlık merkezi olduğu bugünkü konjonktürde Yunanistan’dan kaynaklı tüm Ege sorunlarının diplomatik ve siyasi araçlarla üzerine gidilmelidir. 

Karadeniz. Mavi Vatanın en önemli cephesi olan ve Kurtuluş Savaşımızın savaş lojistiğini taşımanın ve Anadolu’yu kurtarmaya katkı sağlamanın onuruna sahip Karadeniz’de de çok önemli gelişmeler yaşanıyor. Geçen hafta içinde ABD B1 ağır bombardıman uçaklarının Karadeniz semalarında Ukrayna ve Romen savaş uçakları ile varlık göstermesi ve bu uçaklara Türk Tanker uçakları tarafından havada yakıt ikmali yapılması bölgedeki hassas ve kırılgan dengeleri derinden sarstı. Kuzeyde bu gelişmeler yaşanırken, Türkiye’nin güneydoğuda PKK’ya 2 şehit vermesi kamu vicdanını yaraladı. B1 kışkırtmasının yaşandığı hafta başında Washington DC merkezli CEPA Düşünce Kuruluşu tarafından ‘’Bir Kanat, Bir Tehdit, Bir Varlık: NATO’nun Doğu Kanadı için bir Strateji’’ isimli dokümanda Karadeniz için son derece tehlikeli ve NATO ile Rusya’yı savaşın eşiğine getirecek tedbirlerin ve tekliflerin önerildiği bir dokumanın ve aynı zamanda Türkiye’de Türk-Rus yakınlaşmasını S-400 ler, İdlib ve Libya üzerinden kışkırtıcı tonlar içinde yaralamaya çalışan makalelerin, FETÖ iltisaklı sosyal medya organlarının propagandası paralelinde artması dikkatlerden kaçmadı. 
Rusya’nın Yeni Nükleer Doktrini. Rusya, bu gelişmelerden kısa süre sonra 2 Haziran 2020 tarihinde Nükleer Caydırma Siyaset Rehberi dokümanını Başkan Putin imzası ile yayınladı. Bu dokumana biraz değinelim. ABD’nin INF, START ve Açık Semalar Anlaşmalarından çekildiği; NATO’nun Barents Denizinden Karadeniz’e kadar geniş bir alanda Rusya’yı stratejik seviyelerde kışkırttığı bir konjonktürde yayınlanan dokuman, Rusya’nın yenilmesine neden olabilecek konvansiyonel bir saldırıda nükleer silahlara başvurabileceğini, yani ilk kullanan olabileceğini belirtiyor. Bu durum nükleer silahlara başvurma eşiğinin daha da aşağıya çekildiğinin bir işaretidir. Çernobil’den çok çekmiş çok ölümlere sahne olmuş bir devlet için bulunduğu güvenlik konjonktürünün aciliyetinin bir dışa vurumu olarak görülmelidir. Bu noktadan hareketle Türkiye kendi topraklarında ABD ve NATO adına konuşlandırdığı Amerikan nükleer yeteneklerini ciddi bir şekilde sorgulamalı ve gözden geçirmelidir. Devam edelim. Belge, topraklarına Balistik Füze Savunma Sistemi (BMD) ile INF kapsamındaki nükleer füzeleri veya konvansiyonel füzeleri konuşlandıran ülkeleri (ister nükleer ister nükleer olmayan) nükleer hedef olarak gördüklerini açıklıyor. Ancak belgede önceden olmayan yeni bir prensip var. Rusya, nükleer silahların kontrolü ve kullanımına yönelik kritik alt yapıya yönelik bir saldırıya (siber saldırı dahil) nükleer saldırı ile cevap verilebileceğini gündeme getiriyor. Özetle Rusya, ABD ve NATO’nun özellikle Polonya ve Romanya üzerinden yoğunlaştırılan ve artan kışkırtmalara hazırlık yapıyor. Bu köşeden defaten vurguladığım üzere Türkiye, ABD ve NATO’nun Karadeniz’deki bu kışkırtmalarına alet olmamalıdır. Karadeniz havzası gibi küçücük bir alanda nükleer silahların kullanılmasının yaratacağı çevre ve radyasyon etkisini hatırlatmamamıza gerek yoktur. Çernobil’i düşünmek yeter! 

Montreux Sözleşmesine Saldırı. Diğer taraftan Kanal İstanbul’un kamuoyunun gündemine oturmasından sonra ABD kaynaklı düşünce kuruluşlarında Montreux Sözleşmesi karşıtlığında ciddi artış başladı. Son olarak, ABD merkezli Uluslararası Deniz Güvenliği Merkezi (CIMSEC) sitesinde 1 Haziran günü Paul Ryce imzalı ‘ Let me Get this Strait: the Turkish Straits Question Revisited-Şunu Açıklığa Kavuşturayım: Türk Boğazları  Sorunu Yeniden İncelendi’’ başlıklı bir makale yayınlandı. Kanal İstanbul’un gündeme geldiğinden bu yana vurguladığımız endişelerde ne kadar haklı olduğumuz bu makalede ortaya çıktı. Emperyalizm deniz gücünün hareketini kısıtlayacak hukuki enstrümanlardan nefret eder. O nedenle Montreux doğduğu günden bu yana ABD’nin hedefinde olmuştur. Bu makalede de Montreux Sözleşmesine meydan okumanın ABD çıkarına olacağına vurgu yapan makale ABD’nin bir iç sular statüsünde olan Marmara Denizinde FONOPS (Seyir Serbestisi Harekâtı) yapmasını bile telaffuz edebiliyor. Ancak Gölcük’te çok güçlü Türk donanmasının varlığının buna engel olabileceğine vurguyu da ihmal etmemekle birlikte Türk Donanması top yekûn ortadan kaldırılmadan boğazların yeni yönetiminin mümkün olamayacağını söylüyor. İnanılır gibi değil! Diğer büyük hamle İstanbul Kanalı ile geliyor. Makale maalesef kendi devlet büyüklerimizin İstanbul Kanalının reklamı için zamanında Montreux Sözleşmesini tartışmaya açan sözlerine referans yaparak saldırıyor. Montreux Sözleşmesinde geçen Boğazlar Bölgesinin Çanakkale, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazları bütünlüğü bu kanal ile bozulacağından Montreux Sözleşmesini uygulama konusuna meydan okunabileceğini gündeme getiriyor. Kısacası arı kovanına çomak sokuluyor. 84 yıldır gözümüz gibi baktığımız sözleşme tartışmaya açılıyor. NATO’nun ve ABD’nin Karadeniz’de bugünlerde kışkırtma ve yığınaklanma yaptığı bir konjonktürde önce CEPA ve sonra CIMSEC dokümanlarının piyasaya sürülmesine mandacılarımız ne kadar sevinse azdır! Bu çerçevede B1 bombardıman uçaklarına Karadeniz semalarında havada yakıt ikmalinin sağlandığı dönemde bu dokümanların artarda yayınlanması tesadüf ile izahtan varestedir. Diğer yandan İstanbul Kanalı Projesinin Montreux Sözleşmesine ne denli zarar vereceğini anlamayanların herhalde bu dokuman sonrası ABD niyetlerinin ortaya çıkması ile az da olsa farkındalık sağladıklarını ümit etmeliyiz diye düşünüyorum. İstanbul Kanal projesini bir rant projesi olarak görenlere tavsiyemiz lütfen bu projeyi jeopolitik kırılma boyutuna taşımayın. Para kazanacaksanız imar ve şehirleşmeden kazanmanızı zaten önleyemeyiz. Ancak gelecek nesillerin jeopolitik çıkarlarını dolar uğruna risk altın almayın. Kanalı kazmayın.

Ateş Çemberinden Birleşerek Çıkarız. Kısacası, Türkiye bir ateş çemberi içindedir. İçerdeki ihanet çemberi tam olarak kırılamamıştır. FETÖ’nün siyasi ve stratejik seviyede temizliği yapılamadığından başta yurt dışında yaşayan kaçak militanların emperyalizmin uşaklığına devam etmesi ve iftira, yalan haber üretimi ile manipülasyon yapabilme yeteneğini koruduğunu görebiliyoruz. COVID sonrası yaşanacak ekonomik ve sosyal sorunlardan faydalanmaya hazır bekleyen FETÖ ve iltisaklı mandacılara fırsat verilmemelidir. İç cephe sağlam tutulmalıdır. İç cepheyi sağlam tutabilmek için, dış cephede ABD ve NATO kışkırtmalarına dikkat edilmelidir. Amaç Türkiye’yi istikrarsızlaştırmaktır. Birinci Dünya Savaşı arifesinde İttihat Terakki Partisi ileri gelenlerin ittifak kurmak için önce İngiltere ve Fransa’ya gittikleri; onlardan hayır cevabı gelince Almanya ile ittifaka gittikleri unutulmamalıdır. Gücü olmayan ve çöken bir imparatorluğun başka çaresi yoktu. Bugünün şartları 1914’den farklıdır. Türkiye bölgesinde etkili bir aktördür. Çok güçlüdür. Kendi kaderini kendi çizebilecek güçtedir. NATO, ABD, AB veya İsrail çıkarları için kendi çıkarları dışında kışkırtıcı ya da teslimiyetçi politikalara teslim olmamalıdır. Doğu Akdeniz’de Mavi Vatandan KKTC’nin geleceğine; Ege ve Karadeniz’de deniz çıkarlarından Montreux Sözleşmesinin sağladığı statünün korunmasına kadar her alanda kendi gücümüze dayanarak siyaset ve strateji üretmeliyiz. Mavi Vatan ve Libya cephesinde üst üste kazanılan başarılar geleceğe ışık tutmalıdır. Türkiye bu süreçte Rusya ve ABD arasında gel-git ’ler yerine, coğrafyası ve tarihi itibarı ile kendisine benzerlikler içeren Beyaz Zambaklar Ülkesi Finlandiya modelinden çok şey öğrenebilir. Duvar Yıkılıyor. MUSTAFA KEMAL GİBİ DÜŞÜNÜN.




1 Haziran 2020 Pazartesi

Dolar mı? Doğu Akdeniz mi?

Dolar mı? Doğu Akdeniz mi?
Cem Gürdeniz

Yazımıza gölge CIA olarak değerlendirilen Amerikan Düşünce Kuruluşu STRATFOR Eski Direktörü George Friedman’ın 5 Mayıs 2020 tarihli makalesinden alıntıyla başlayalım. Güç, Devletlerin Yükseliş ve Çöküşü (’Power and the Rise and Fall of Nations’’) isimli makalede şunları yazmış: 
‘’Toplumun güç algısı, güçle pek ilgisi olmayan olaylardan kaynaklanır. Güç, basitçe başkalarını istemeseler bile kendi çıkarlarımıza göre hareket etmeye zorlama yeteneği olarak tanımlanabilir. Bu karmaşık bir denklemdir. Bir tarafta devletlerin nasıl zorlanabileceğini tanımlar. Diğer tarafta, gücün hedefindekinin boyun eğmekle ya da direnmekle karşılaşacağı acılardan hangisinin daha büyük olacağının değerlendirmesi söz konusudur. Bunlar ayrıntılarda anlaşılabilir: Devletler; onlara dayatılan konular; Çekecekleri acının derecesi…Gücün unsurları vardır. Fiziki yıkım ve en nihayetinde öldürme tehdidi ya da gerçekliği olan askeri güç; ekonomik hamlelerle gereken mal ve hizmetlerin engellenmesinden kur manipülasyonlarına değişen geniş yelpazede acı verecek ekonomik güç-ki bu tip güç öldürmez, ancak fakirlik ya da düşük yaşam standardı ile tehdit eder. Üçüncüsü siyasidir. Ülkedeki siyasi yapı ya da kamuoyunun manipülasyonuna dayanır. Bu manipülasyon hedef devletin zayıflatılmasına neden olacak şekilde kamuoyunun tepki vermesine neden olur. Araçları askeri gücün doğrudan kullanılması ya da kullanılma tehdidi; ekonomik acı dayatılması ya da kamuda yeni bir algının gerçek gibi yaratılmasını kapsar. Güç aynı zamanda ödül vermeyi de içerir. Her iki yöntem de sonuçta dayatan güç lehinde irade değişikliğini hedefler.’’

Makale, özünde ABD Çin rekabeti üzerine odaklanarak, sonunda ABD liderliğinin acı çektirme gücüne dayanarak devam edeceği senteziyle tamamlanmış. Amerikan Barışı (Pax Americana) ve ‘’Washington Consensus (Oydaşması)’’ndan gelinen nokta. Askeri güç, ekonomik baskı, algı yönetimi, acı çektirme….

Askeri Güçle Tehdit Etmek. Friedman makalesinin yayınlandığı tarihten kısa süre sonra soğuk savaş döneminden bu yana son 40 yıldır hiç yaşanmayan bir gelişme oldu. İlk kez üç Amerikan muhribi ile bir açık deniz destek gemisi ve bir İngiliz fırkateyni, Rusya’nın ön bahçesi Barents Denizinde tatbikat yaptı. Aynı zamanlarda Doğu Çin Denizinde Amerikan B1 bombardıman uçakları; Güney Çin Denizinde USS Barry kruvazörü Seyir Serbestisi (Freedom of Navigation) faaliyeti icra ettiler. Bu faaliyetlerin bir başka uzantısı Venezuela’da ABD destekli denizden gelen bazı militanların Madura’ya karşı başarısız bir darbe girişiminde yaşandı. 
Doğu Akdeniz’de Türkiye’yi Tehdit. Doğu Akdeniz çanağında da benzer gelişmeleri gördük. ABD’nin Lefkoşa Büyükelçisi Judith Garber, Rum Milli Muhafız Ordusu (RMMO) Komutanı Korgeneral Demokritos Zervakis'i 12 Mayıs günü ziyaret etti. Ayrılışta ikili, ofiste bulunan Girne tablosu önünde poz verdi. İlginç bir görüntüydü. Basına yapılan açıklamada Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve özellikle Yavuz sondaj gemisinin faaliyetlerinden rahatsızlık duyulduğuna vurgu yapılıyor ve Girne resmi üzerinden mesaj veriliyordu. Bu görüşmeden 15 gün sonra 27 Mayıs 2020 sabahı, bu kez ABD Atina Büyükelçisi Jeffrey Payat Yunan MEGA TV kanalına verdiği röportajda Türkiye’ye salvolarla hücum ediyordu: ‘’Türkiye’nin Meriç ve Ege’deki kışkırtmalarına karşı Yunanistan’ın yanındayız’’ diyen Büyükelçi, Amerikan- Yunan Askeri ilişkilerin tüm zamanlardan daha iyi olduğuna vurgu yaparak, ‘’Türkiye’nin Libya ile yaptığı deniz sınırlandırma anlaşmasına tamamen karşı olduklarını’’ söylüyor. Adaların kıyı faaliyetleri kapsamında ana karalar kadar hakkı olduğunu (Meksika Körfezinde ABD-Küba paylaşımını bilmediği anlaşılıyor!) ve bu sınırların Türkiye gibi tek taraflı hamlelerle belirlenemeyeceğinin altını çiziyor. (GKRY’nin 2 Nisan 2004 tarihli MEB ilanını ona hatırlatılmamış olmalı) Kırmızı çizgileri sorulduğunda; ‘’ABD olarak iki NATO müttefikinin bu denli önemli jeopolitik bir bölgede kazaen veya kasten askeri çatışmayı kışkırtacak faaliyetlere girişmesine izin vermeyiz’’ diyor.   

Asıl Hedef Rusya. Sonunda eklemeyi unutmuyor: ‘’Eğer bir tırmanma yaşanırsa bundan kazançlı çıkacak olan Vladimir Putin’ dir. Onlar Avrupa Atlantik topluluğun değerlerine, prensiplerine ve kurumlarına karşı çıkıyorlar.’’ ABD Atina Büyükelçisinin bu açıklamalarından 48 saat sonra, Amerikan B1 Bombardıman uçaklarının Baltık ve Karadeniz’de Rusya’yı büyük kışkırtma içine çekecek şekilde ilk kez bombardıman görevlerini denemesi ve bu denemelere Karadeniz’de Ukrayna’ya ait savaş uçaklarının ve Türk tanker uçaklarının katılması son derece dikkat çekici oldu. Amerikan Hava Kuvvetleri Gazetesi ‘’Air Force Times’’ bu gelişmeyi ‘’B-1B uçakları Ukrayna ve Türk uçakları ile Bombardıman Görev Kuvveti Vazifesini Tamamladı’’ başlığı ile verdi. Tabi Ankara, en üst seviyede ‘’Rusya’dan alınan S 400 Hava Savunma Füzeleri sistemi programında hiçbir aksama yok’’deklarasyonunda bulunurken, ABD’den gelen ağır bombardıman uçaklarıyla soğuk savaş günlerinde bile yaşanmayan böylesi bir tatbikata katılmasının Doğu Akdeniz’den gelen tehdit mesajları veya doların Mayıs başlarında 7,26 TL görmesi ile ilgisinin olmadığını dilemek isteriz. 

Düşünce Kuruluşları Kışkırtıyor. Diğer yandan 27 Mayıs 2020 tarihinde Kuzey Suriye’nin Deyrizor bölgesinde, Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere PKK/YPG’ye Amerikan Patriot füzelerini verdiği gün, Washington DC merkezli CEPA Düşünce Kuruluşu tarafından yayınlanan ve başyazarlığını 2018 yılında emekli olan eski ABD Avrupa Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Ben Hodges’ın yaptığı ‘’One Flank, One Threat, One Presence: A Strategy for NATO’s Eastern Flank-Bir Kanat, Bir Tehdit, Bir Varlık: NATO’nun Doğu Kanadı için bir Strateji’’ isimli dokümanda Karadeniz için son derece kışkırtıcı ve NATO ile Rusya’yı savaşın eşiğine getirecek tedbirlerin ve tekliflerin önerildiği bir dokuman yayınlandı. Bu dokümanda Romanya’nın her türlü saldırı silahına kavuşturulmasından, Karadeniz Daimî NATO Deniz Karakol Görevlerinin başlatılmasına kadar, Karadeniz’de Montreux Boğazlar Sözleşmesi dengesine ve mevcut istikrara ciddi tehlikeler yaratacak teklifler yer alıyor. 
Türk Akademisyenlerin Katkısı. Tabi ABD’nin Karadeniz’deki kışkırtmalarının Türk kamu diplomasisi alanında da yerini aldığını söyleyebiliriz. Örneğin uzun bir aradan sonra -ne tesadüf- geçtiğimiz hafta bazı Türk akademisyenlerin yurt dışı medya ve düşünce kuruluşu yayınlarında Türk-Rus ilişkilerinin gelişmesine şüphe ve tedirginlik yaklaşımı sergileyen makale ve tweet’lerinde artışa rastladık. Bu yayınları,  geçen hafta Mavi Vatan kavramına ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de deniz çıkarlarını korumaya yönelik hamlelerine karşı, liberal ve FETÖ iltisaklı grupların yıpratıcı propaganda faaliyetlerinden ayrı tutmamızın zor olacağını söyleyebilirim. Bu faaliyetlerin Amiral Yaycı’nın istifasının ardından arttığını söylemek salt bir olgudur. 

Türkiye zor bir döneme giriyor. COVİD sonrası işsizlik başta olmak üzere ekonomik ve finansal zorluklarla karşı karşıya kalacağımız bir gerçektir.  Doların artması içeride mandacı zihniyeti heyecana ve söylemesi zor da olsa mutlu bir ruh haline soktu. 15 Temmuz 2016’da yaşanan felaketi neredeyse unutturacak bir duygu sentezine giren sosyal kesimleri gördük. 

FETÖ’nün Morali  FETÖ kaçağı bir militanın geçen hafta pervasız bir şekilde ‘’İBB seçimlerini CHP bizim sayemizde kazandı’’ açıklamasını yapması; yeni kurulan partilerin FETÖ ve PKK yı düşünce suçu spektrumunda görmesi; FETÖ ile mücadelede ve Libya Deniz Sınırlandırma Anlaşmasında kilit rol oynayan Amiralin istifa etmesi, yurt dışındaki kaçak FETÖ gruplarının 15 Temmuz 2016 sonrası görülmesi hayal bile edilmeyen sosyal medya atağına neden oldu. Bu durumun, Türkiye’nin jeopolitik çıkarlarını savunmasını NATO ve Avro-Atlantik sisteme meydan okuma gibi gören mandacılarla; devletin çıkarları yerle bir olsa da tek amaçları iktidarı eleştirmek olan Tolstoy’un horozu statüsündeki kullanışlı aptalları coşturduğunu söyleyebiliriz. Bu atakların münferit olması beklenemez. George Friedman’ın acılar reçetesi makalesi perspektifinde Doğu Akdeniz’de üst üste yapılan Amerikan tehdit söylemleri; Rusya’ya NATO ve ABD tarafından yapılan kışkırtıcı hamleler ve ülkemizde dövizin artması başta Washington DC olmak üzere, batılı başkentlerde alternatif planların masaya açılmasına neden olmuş olabilir.
Tarih İnsandan Yaratıcıdır. Ancak tarihin ve talihin yaratıcılığını hatırlatalım. ABD Karadeniz ve Baltık semalarında kışkırtıcı B1 bombardıman uçağı uçuşlarını yaparken 27 Mayıs 2020 günü, basit bir polis memuru, Minneapolis’te çağlayan etkisi yaratacağını bilmeden bir siyahi Amerikan vatandaşını öldürdü. Ölen George Floyd’un son sözü ‘’Nefes Alamıyorum’’ oldu. General Nejat Eslen’in tabiri ile ABD’de Amerikan Baharını başlatan bu sözler, bu makale yazılırken pek çok eyalette son derece şiddetli yıkıcı halk hareketlerine dönüştü. COVİD sürecini dahi yönetmekte zorlanan, 100 bin vatandaşını kaybeden, 40 milyona yakın işsizin ortaya çıktığı, dünyadaki gelir dengesizliğinde en üst sıralarda yer alan ABD’nin, George Firedman’ın reçetesini sunduğu acı vererek dünyayı yönetme dönemi kapanıyor. Türkiye’nin Sevr’in 100. Yılında en azından geçmişe bakarak kendine güvenmesi gerekirken, aramızdaki mandacıların bunu görememesi ne kadar acı. Damat Ferit’in Allah’tan sonra en büyük güç olarak gördüğü İngiltere’nin bugünkü temsilcisi ABD’yi düzen kurucu görmeye devam edenlere hatırlatalım. Devletimizin jeopolitik çıkarlarından daha önemli hiçbir şey olamaz. Geçmiş nesiller sadece kendi refah ve mutluluklarını düşünse ve Sevr’e başkaldırmasaydı, bugün muhtemelen İngiliz Devletler Topluluğu içinde koloni vatandaşı olarak yaşıyor olacaktık. O nesillerin 1911’den 1922 sonuna kadar savaştığını hatırlatmak isterim. İnsan hayatının temel ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak koşullarda aç, susuz, evsiz, barksız, fakir ve hasta yaşayan yüzbinler vardı. Evlerin erkekleri yoktu. Ama sonunda biz kazandık.

Emperyalizme Direnelim. Bizden 6000 mil uzaktan ülkemizi kendi çıkarları paralelinde yönetmeye, komşularımızla aramızın açılmasını teşvik edecek kışkırtmalara girerek, Türkiye’nin büyük kayıplarına neden olacak hamlelere girişen ABD’nin stratejisinin parçası ve Kenar kuşağın kullanışlı payandası olmayalım. İçeride kaos yaşayan ABD’nin modası geçmiş soğuk savaş jargonlarına esir düşmeyelim. Küresel tahtı sallanan dolar karşılığında, jeopolitik çıkarlarımızı pazarlık konusu yapmayın. Bugün hür nefes alıyorsak geçmiş fedakarlıklar sayesindedir. Torunlarımızın başta Doğu Akdeniz’dekiler olmak üzere her türlü hayati çıkarından, Karadeniz’de son 84 yıldır tesis edilen istikrar ve denge ortamından, ekonomik baskılar ve ABD’nin tehditleri nedeni ile taviz vermeyi asla düşünmeyelim. Bugün ovadaki çobandan, mavi vatandaki balıkçıya, tarladaki çiftçiden fabrikadaki işçiye kadar herkes her geçen gün Mustafa Kemal’e sarılıyor ve onun ışığına geliyorsa tek nedeni var. O emperyalizme direndi ve kazandı. Bugünün yaşayan nesilleri tarihin farkında olmalı ve geleceğe sadakat göstermelidir.