31 Ekim 2018 Çarşamba

Denizaltıcılık Aşkı ve Kaybedilen Bir Değer: Ömer Fikret Kalaycıo

Description: IMG_0131
Denizaltıcılık Aşkı ve Kaybedilen Bir Değer: Ömer Fikret Kalaycıoğlu
Her mesleğin tutkulu meslek adamları vardır. Bu kişiler, mesleklerini sadece hayatlarını kazanmak için değil, kalp ve ruhlarındaki tarifi zor, büyük meslek aşkını tatmin etmek için  icra ederler. Bu kişiler hangi nedenle olursa olsun mesleklerinden ayrılmak zorunda kalsalar da  ondan kopmazlar. Aşk galebe çalar. Rüyalarına giren mesleklerine sadakatle sahip çıkmaya ve ölene kadar maddi veya manevi katma değer üretmeye devam ederler.
Türk denizaltıcılığı da mesleğine büyük aşkla bağlı olan  denizcilerin beşiğidir. Bu beşik, Anadolu’da güven ve emniyetle yaşamamızın en büyük garantisidir. Denizaltılarımız mavi vatan sularının bilinmeyen karanlıklarında var olduğu sürece, anavatanda egemen ve bağımsız yaşamaya devam edeceğimiz bir gerçektir. Denizaltıcılarımız, kendilerine önce yüce Türk Milleti, daha sonra Silahlı Kuvvetler ve son olarak ait oldukları Deniz Kuvvetleri Komutanlığının yüklediği bu devredilemez, ağır sorumluluğun farkındadırlar.
Denizaltıcılık, pilotluk, dalgıçlık ya da  özel kuvvetler mensubu olmak gibi ayrıcalıklı bir statüdür. Ancak onları farklı ve ayrıcalıklı kılan en önemli özellik demir bir kap içinde suyun yüzlerce metre altında onlarca can ile birlikte yaşama ve savaşma kültürüdür. Bu durum birlikte hatasız yaşama becerisi ile birbirlerine olan bağlılıklarını ve son tahlilde vefa duygusunu çelikleştirir.
Denizaltıcılarımız 24 Ekim 2018 tarihinde  her yönü ile bu kutsal mesleğe ve denizaltı harp sanatına aşık mümtaz bir evladını mavi vatanın sonsuzluğunda,  toprak gemiye uğurladı. Merhum Emekli Yüzbaşı Ömer Fikret Kalaycıoğlu’ndan  bahsediyorum. 57 yaşında kaybettiğimiz Kalaycıoğlu ile ben hiç çalışmadım. Meslek hayatım boyunca karşılaşmadım da. 1984 Deniz Harp Okulu mezunu bu değerli kardeşimle ilk tanışmam 2003 yılında yazdığı ‘’Denizaltı ve Filomuz’’ isimli kitap sayesinde oldu. Kitabı yazdığında çok sevdiği filosundan ayrılalı 6 yıl olmuştu. 1994 yılında beyin kanaması sonucu felç geçirmiş ve 1997 yılında yüzbaşı rütbesinde malulen emekli olmuştu. Her yönü ile özenle ve detayla hazırlanan kitabını incelerken kitabın tanıtım yazısında kısaca hayat hikayesinden bahsetmiş ve sonunu şu cümle ile tamamlamıştı. ‘’Denizaltıyı seçmemdeki asıl etken onun tek başına harekat yapmasıdır. Denizaltıcılığın kazandırdığı mücadele ve sabır gücü bu hastalığa dayanmamda en önemli faktördür.’’
Bu yönü ile en zor koşullarda bile umudunu kaybetmeyen gerçek bir mücadele adamı ile karşı karşıya olduğumu anlamıştım. Yazılarından Mustafa Kemal’in sarsılmaz bir evladı olduğu açıkça belli olan Kalaycıoğlu’nun yaşadığı zorluklara rağmen elde ettiği başarılar, Mustafa Kemal’in ‘’Umutsuz Durum Yoktur. Umutsuz İnsan Vardır.’’ sözlerine tam bir örnek teşkil ediyordu. Kitabın kapağındaki tanıtım yazısının sonunda isminin yanına ‘’1990, TCG Dolunay’’ yazmış olması aslında onun söz konusu yılda silah subaylığı görevini yürüttüğü gemisinden fiziken ayrı olsa da, ruhunun ve aklının aradan geçen 13 yıla rağmen hala o gemide kaldığının bir ifadesiydi.
Onun adını daha sonra Balyoz ve benzeri kumpas davalar sürecinde duydum. Aktif görevdeki amiraller dahil bir kısım sağlam sorumluların, tutsak denizcilerden esirgediği manevi destek ve dayanışmayı, % 90 hareket yeteneğini kaybetmiş onurlu bir denizci olarak büyük bir vefa ve cesaret duygusu içinde göstermişti. Ait olduğu Deniz Aslanları sınıfının cesur, etkili ve anlamlı faaliyetlerini, 2003’de uluslararası ödül alacak derecede başarıyla yürüttüğü www. denizlatıcı.com isimli internet sitesinden yayınladığı destek mesajları üzerinden ve pek çok sözde silah arkadaşımızın korkudan yanından bile geçemediği Vardiya Bizde eylemlerine engelli sandalyesi ile katılarak sergilemişti.
Fiziki hareket yeteneğinin büyük bölümünü kaybetmesine rağmen zorlukla oynatabildiği az sayıda parmağını kullanarak daha büyük kitap projesine giriştiğini 2016 yılında yayınlanan ‘’Dizel ve Nükleer Denizaltılar’’ isimli 750 sayfalık kapsamlı eseri sayesinde öğrendim. İçinde bulunduğu o denli zor şarta rağmen denizaltı filosuna ve denizaltıcılığa  katma değer üretmekten vaz geçmeyen Kalaycıoğlu, nice sağlamın iki sayfa makale yazamadığı bir dönemde, tek parmağı ile 750 sayfalık kitaba hayat vermişti.
Bahriye Mektebimizin 245 yıllık zincirine omuz verirken, demir tarama tehlikesi yaratan  zayıf baklaları frenleyen; var olma, hayatta kalma ve ilerleme duygularımızı harekete geçiren, başı gökte yüksek ruhlu  meslektaşımızın yaptıkları ile gelecek nesillere verdiği mesaj çok büyüktür. Bizi biz yapan ne olduğumuz değil neler yaptığımızdır. Kalaycıoğlu vatan, deniz, denizcilik ve denizaltıcılık sevgisi ile harmanlanan katma değerleri, yani yaptıkları ile bahriye tarihimizdeki onurlu yerini almıştır. Bir Türk denizaltıcısının mesleğini, gemisini, vatanını ve mavi vatanını nasıl seveceğini gelecek kuşaklara öğretmiştir.
O şimdi, çok sevdiği şehit kara kızlarımız, Atılay ve Dumlupınar’ın deniz diplerinde  halen devam eden mavi vatan vardiyalarına katılıyor.
Başta ailesi ve yakınları ile onun son anına kadar yanından ayrılmayan sınıf arkadaşları ve denizaltıcı silah arkadaşları ve dostlarına başsağlığı diliyorum. Onun deniz ve denizaltıcılık sevgisinin sonsuza dek var olacak Cumhuriyet Donanmasının gelecek nesillerine örnek olmasını diliyorum. O zaman vatanımız daha emin ve güvende olacaktır.
Bu yazımı merhum Kalaycıoğlu’nun sınıf arkadaşı ve Hint Okyanusunu ilk kez geçen Preveze Denizaltısı Komutanı (E) Deniz Kurmay Albay Bülent Kul’un şu sözleri ile tamamlıyorum:
’Ömer KALAYCIOĞLU arkadaşımız; Bursa, Heybeliada ve Gölcük arasındaki 58 yıllık onurlu yaşam seyrinde; okuldayken "denizci", görevdeyken "denizaltıcı" kimliğiyle belleklerimize ismini kazımıştır. Denizci ruhunu; kendi ifadesi ile "denizaltıcılığın kazandırdığı mücadele ve sabır gücü" ile harmanlayarak güçlendiren Ömer arkadaşımız, 25 yıllık ağır hastalığının engellerini; aklı, iradesi ve güçlü ruhu ile yıkarak aşmış ve yazmış olduğu kitaplar ile kurmuş olduğu internet sitesi vasıtasıyla Türk ve dünya denizaltıcılarına unutulmayacak faydalı eserler kazandırmıştır. Dünya çapında ödüllere layık görülen "www.denizaltici.com" sitesine girdiğinizde; en üstte Atatürk resmini, Türk Bayrağını, Türkiye logosunu ve denizaltı brövesini yan yana görürsünüz. Bunlar, Ömer Kalaycıoğlu’nun vatanseverliğinin, yaşama bakış açısındaki aydınlığın ve hayatına anlam veren değerler bütününün birer sembolü olarak sizleri selamlar. Sevgili Ömer; seni bir daha göremeyecek olmanın vermiş olduğu üzüntü içimizi sızlatsa da; anılarınla, dostluğunla ve çeyrek asırlık yılmaz mücadele azminle kalplerimizde yaşayacaksın. Ruhun şad, mekanın cennet olsun Baş Çarkçım..



21 Ekim 2018 Pazar

Kuşak ve Yol Girişimi - BRICA İstanbul Zirvesi

Description: IMG_0131 




Kuşak ve Yol Girişimi - BRICA İstanbul Zirvesi
18 ve 19 Ekim 2018 tarihlerinde İstanbul’da Kuşak ve Yol Girişiminin en önemli istişare ve işbirliği platformu olan BRICA (Kuşak ve Yol Sanayi ve Ticaret Birliği) Zirvesi icra edildi. BRICA, BRI (KYG) (Belt and Road Initiative) (Kuşak ve Yol Girişimi) ülkelerİ arasındaki ortaklıkları artırmak amacıyla CFIE (China Federation of Industrial Economics-Çin Endüstriyel Ekonomiler Federasyonu) tarafından 2016 yılında Pekin’de kuruldu. 29 ülke ve bölgeden 31 iş dünyası kuruluşunun üyesi olduğu BRICA’da TÜSİAD, kurucu üye olarak ülkemizi temsil ediyor. KYG’de 68 ülkenin imzacı olduğu göz önüne alınırsa üye ülkelerin yarısından fazlası BRICA’da temsil ediliyor. BRICA, ilk zirvesini 2017 yılında Kahire’de icra etti. İstanbul Zirvesine 39 KYG ülkesinden 700’e yakın temsilci katıldı.  Tarihsel önemde ve etkinlikte icra edilen zirvede 51 panelistin katıldığı 12 panel yer aldı.
BRICA Panelleri Geleceğe Yön Verdi. Özenle seçilen paneller, Kuşak Yol Girişimi (KYG); Kıtaların Kavşak noktası Türkiye; KYG Perspektifinden Kıtalar ve Bölgeler; Dijital KYG; Regülasyon İşbirliği ve Anlaşmazlıkların Çözümü; Bankacılık Finans ve Sigortacılık; Ulaştırma ve Lojistik; Akıllı Şehirler; Mühendislik, Tedarik ve İnşaat; E-Ticaret; Turizm ve Kültür; Düşünce Kuruluşları ve Akademik Yaklaşımlar başlıklarını içeriyordu. Panellere Türk ve Çinli işadamları, KYG ülkelerinde iş yapan çok uluslu firmaların temsilcileri, dünya devi banka ve finans kuruluşlarının üst seviye yöneticileri, Çin ile ortaklık kurmuş büyük Türk firma yöneticileri, Çin’in en büyük sanayi, lojistik ve inşaat firma yöneticileri, AB Ulaştırma Komiseri Genel Sekreteri gibi bürokratlar ve pek çok akademisyen panelist olarak katıldı. Son derece bilgi verici ve yeni fikirleri tetikleyici panel tartışmalarının yanısıra, iki günün sonunda binlerce kartvizit değişimi belki de zirvenin en önemli somut çıktısı oldu. Bu eylem 2013 yılında Xi Jingpin’in açıkladığı, KYG nin beş hedefinden birisi olan halklar arası temas hedefine tam oturdu.
Pekin Konsensüsü Üste Çıkıyor. Modern tarihte Demokrat Parti ve ABD emrivakisi sonucu yaşanan Kore Savaşı haricinde birbirine silah çekmemiş; kaderleri ve tarihsel gelişim süreçleri birbirine çok benzeyen iki ulusun 21’inci yüzyılın ilk çeyreğinde KYG ve BRICA şemsiyesi altında buluşması her yönü ile dünya barış ve istikrarı için çok önemli bir gelişme oldu. 1978’de ortaya atılan Washington Konsensüsü yerine Pekin Konsensüsünün yer almaya başladığı bir dünyaya evriliyoruz. Bu evrilme geri dönüşü olmayan bir safhaya girmiştir. Artık Türkiye’de on yıl önceki Çin ve Çinli algısı kökten değişmiştir. BRICA İstanbul Zirvesinin açılışında TÜSİAD Başkanı Erol Bilecik’in şu sözleri dikkat çekiciydi. ‘’Ticaretin geçtiği yoldan sadece ticaret geçmez. Aynı zamanda bilgiler, fikirler, inançlar, değerler ve kültürler de geçer... Tarihi İpek Yolu bu nedenle yüzyıllar boyunca farklılıkları buluşturan, kaynaştıran bir köprü olmuştur. Bu yüzden BRICA’nın ikinci zirvesine doğu ve batının buluştuğu, medeniyetler şehri İstanbul’da ev sahipliği yapmaktan ötürü büyük heyecan duyuyoruz. Bu çok taraflı işbirliği mekanizmasının temel amacı, İpek Yolu üzerindeki ülkeler arası ortaklıkları ve ilişkileri daha da artırmaktır.” Çin Endüstriyel Ekonomiler Federasyonu (CFIE) Başkan Yardımcısı ve BRICA Genel Sekreteri Xiong Meng’in açılıştaki şu sözleri de Türk Çin ticari ilişkileri bakımdan önemli yer tutuyor:  “Bir Kuşak, Bir Yol yeni imkanlar sunuyor. Bu kapsamda işbirlikleri derinleşiyor, ülkeler arasındaki ticaret artıyor. Türkiye ve Çin Asya’nın batı ve doğu uçlarında bulunuyor. Türkiye’yle işbirliğini artırmayı ve Kuşak Yol ülkelerini kalkındırmayı umuyoruz.”

Çin Davet Edilmeyen Yerde Yok. Şüphesiz sermaye ve üretim gücü birikimi olan Çin’den her ülke pay kapmaya ve yatırım için fırsatlar sunmaya hazırlanıyor. Unutmayalım İkinci Dünya Savaşından sonra savaştan zarar gören ülkelere Marshall Planı adı altında yapılan yardımlar 110 milyar dolardı. 2049 yılına kadar Çin’in  KYG ülkelerinde yapacağı yatırımlar 4 trilyon doları bulacak. Burada tek fark yatırımların karşılıksız olmayacağıdır. Çin, karşılıklı bağımlılığı tek taraflı yapmayacak şekilde tedbirler almaktadır. Her ne kadar Çin’in ülkeleri büyük borç yükü altına soktuğunu iddia edenler varsa da Çin davet almadığı  hiç bir ülkeye zorla girmiyor.
Türkiye için Büyük Fırsat. Türkiye için yepyeni bir ufuk çizgisi doğudan açılıyor. Yeni bir ışık doğuyor. ABD’nin gerek transatlantik gerekse Transpasifik ticaret ve yatırım anlaşmalarından çekildiği ve de-globalizasyonu savunduğu bir dönemden geçiyoruz. Unutmayalım ki Türkiye her iki ekonomik girişim anlaşmalarına ne davet edildi, ne de parçası oldu. AB’ye de kulüp üyesi yapılmadık. Aleyhimize olacak bir şekilde gümrük birliğine alındık. ABD nin AB’den uzaklaştığı ve Avrupa’nın her geçen gün Çin’e yaklaştığı bu yeni dönemde Türkiye’nin karşısına çıkan KYG fırsatı, yüzyılın yeni bir fırsatıdır. Bunu iyi değerlendirmek Türkiye coğrafyasının, çalışkan nüfusunun ve olgunlaşan endüstriyel alt yapısının sunduğu imkânları Çin’in KYG imkânları ile buluşturma zamanı gelmiştir. Kaldı ki Doğu Akdeniz’de her geçen gün aleyhimize gelişen jeopolitik konjonktürde Çin ile ekonomik ve siyasi işbirliğini geliştirmek Türkiye’ye son derece güçlü manevra alanı sağlar.
Türk İşadamları Doğuya Açılmaya Hazır. TÜSİAD ve beraberinde zirveye katılan Türk işadamlarında bu istenç ve iradeyi gördüğümü söyleyebilirim. Türkiye batı tipi kapitalist ekonomik modelin sunduğu imkanları uygulayan ve küreselleşmenin şimdiki şampiyonu Çin ile son derece uygun şartlarda kazan kazan ve karşılıklı saygı ilişkisi üzerinden ticari ve son tahlilde siyasi ilişkileri geliştirebilir. Bu çerçevede Türkiye, Hazar Denizi geçişli ve Baku -Tiflis -Kars Demiryolu bağlantılı Orta Koridor Girişimini KYG’ye tamamen entegre edebilir. Bu durumda ayrıca Kars - Edirne hızlı tren demiryolu projesi gerçekleştiğinde Doğu Anadolu’da Çin sermayeli büyük lojistik ve üretim üslerinin açılmasını teşvik edebilir. Türk Çin ilişkileri, KYG çerçevesinde sonsuz seçeneklere sahiptir. BRICA İstanbul zirvesi bu büyük potansiyelin kapısını açmıştır. TÜSİAD ise,  Türk Çin ilişkilerinin her alanda gelişmesi ve olgunlaşması için büyük fırsatların ortaya çıktığı etkin bir zirve sürecini, başarıyla tamamlamıştır. Dilerim bu rüzgar ve yüksek başarma enerjisi artar ve güçlenir. Bu durum şüphesiz daha adil, daha sürdürülebilir, daha çevreci daha müreffeh ve dengeli bir dünyanın kapısını aralar.  


19 Ekim 2018 Cuma

Doğu Akdeniz’de MEB Sınırımız Acilen İlan Edilmelidir.

Description: IMG_0131Doğu Akdeniz’de MEB Sınırımız Acilen İlan Edilmelidir.
20 Ekim 1827 günü yani kabaca 191 yıl önce Navarin Limanı’nda Yunan isyanını bastırmak için bulunan Osmanlı - Mısır müşterek donanması, İngiliz-Rus-Fransız ortak donanması tarafından ani bir baskınla yakıldı.
Mısır’ın İhaneti. Mısır Donanması Osmanlı Donanmasına Mora isyanını bastırmada yardım maksadıyla görevlendirilmişti. Baskında 60 Türk ve Mısır savaş gemisi ile 6000 civarında Türk ve Mısırlı denizci kaybedildi. 2 yıl sonra 1830 yılında bağımsız ancak vekil (proxy) bir devlet olarak Yunanistan Krallığı kuruldu. O yıllarda Osmanlının vilayeti olan Mısır bir yıl sonra, 1831 yılında Osmanlıya isyan etti, orduları Halep, Şam ve Adana'yı ele geçirip Kütahya'ya kadar ilerledi. Rusya’nın yardımıyla durduruldu.  Bu, Mısır’ın Osmanlı Türklerine ilk ihanetiydi.
Girit Zirvesinin Türkiye Düşmanlığı. Şimdi zaman makinesini ilerletelim. Hafta başında, 10 Ekim 2018 tarihinde Girit’te altıncısı gerçekleşen üçlü zirve görüşmeleriyle Yunanistan ve  Güney Kıbrıs ile birlikte Mısır tekrar karşımızda. 2014 yılından itibaren üçlü zirve adıyla kurumsallaşan ve bir nevi Türkiye düşmanlığına dönüşen zirvenin basın bildirisinde söz konusu ülkelerin enerji alanındaki işbirliğini ileriye taşıyan beyanlardan sonra, doğrudan Türkiye’yi hedef alan açıklamalar dikkat çekiyor. Mısır’ın da imza koyduğu bildiride, Kıbrıs sorununda artık miladını tamamlamış güvenlik düzenlemelerine yer olmadığı ve adadaki yabancı askeri güçlerin geri çekilmesinin, BM ve AB üyesi Kıbrıs Cumhuriyetinin, egemen  bir devlet olma şartının olmazsa olmazı (sine qua non) olduğunun altı çiziliyor. Türkiye’nin taraf olmadığı BM Deniz Hukuku Sözleşmesine (UNCLOS) bol vurgu yapılan küstah bildiride, Türkiye’nin  Kıbrıs’ın deniz yetki alanlarında kanun dışı faaliyetlerine son vermesinin ve gelecekte benzer faaliyetlerden kaçınmasının gerekliliğinin altı çiziliyor.
Oksimoron bir Basın Bildirisi. Basın Bildirisinin cümleleri son yıllarda AB nin her düzeyde yayınladığı deklarasyon ve basın bildirileri ile aynı. Türkiye karşıtlığında değişen bir şey yok. Aslında cümlelerin pek çoğu oksimoron. Legaliteden bahseden Güney Kıbrıs Rumları kendilerinin nasıl AB üyesi yapıldığını; Ya da 2004 yılında Türkiye’den neredeyse 40 bin km kare deniz alanı çalarak tek taraflı olarak münhasır bölge ilan ettiklerini; Türkiye’nin kıta sahanlığı içinde kalan 1-4-5-6-7 no’lu sözde ruhsat sahalarında pervasızca araştırma girişim küstahlığı gösterdiklerini unutuyor ya da göz ardı edebiliyorlar. Mısır’ın durumu daha vahim. Çok ciddi güvenlik ve istikrar sorunları içinde çabalayan, yakın askeri tarihi onur kırıcı yenilgilerle dolu olan  Mısır, Türkiye’ye açık düşmanlığa soyunabiliyor. Öyle ki Temmuz sonunda Washington DC/ABD’de yapılan bir toplantıda Mısır Büyükelçisi haddini aşarak, gerektiğinde Türkiye’ye karşı askeri güç kullanmaktan çekinmeyeceklerini söyleyebiliyor. Halbuki aynı Türkiye, 2009 yılında yüksek seviyeli diplomatik temaslarda Mısır’ın Güney Kıbrıs ile yaptığı MEB anlaşmasında onbinlerce km karelik alanlarının çalındığını onlara bildirecek ve detayları ile izah edecek kadar onlara iyi niyetli davranmıştı. Şimdi Mısır, Kıbrıs ve Yunanistan için Türkiye ile savaşabileceğini söylüyor.
Deniz Sınırları Anlaşması Kışkırtması. Girit’te yapılan üçlü zirvede Mısır ve Yunanistan’ın Türkiye’yi kışkırtacak çok ciddi bir girişimi daha ortaya çıktı. Yunan Başbakanı, Mısır, Yunanistan ve Kıbrıs’ın sorunlu bir bölgede istikrar unsuru olduğunu iddia ederek, Mısır ile (MEB) münhasır ekonomik bölge sınırlarının belirlenmesi için teknik zorlukları aşmak üzere, yıl sonundan önce ayrıntıların halledilmesi konusunda Mısır Başkanı Sisi ile mutabık kaldıklarını açıkladı. İşte bu açıklama son derece tehlikeli ve kışkırtıcı bir açıklamadır. Bu açıklamada da karşımıza yine oksimoron cümleler çıkıyor. Çipras, hem Mısır, Yunanistan ve Kıbrıs’ın sorunlu bölgede istikrar unsuru olduğunu söylüyor, hem de Yunan-Mısır MEB sınır anlaşması yapacaklarını açıklıyor. Türkiye’nin de bu duruma seyirci kalacağını bekliyor. Doğu Akdeniz’deki istikrarsızlığın temelinin Türkiye’den çalınmaya kalkışılan deniz alanları olduğunu anlamak istemiyor. Aynen Andreas Papandreou’nun 80’liyılların başında Ege’de 12 mil karasuyu ilanının Yunanistan’ın en temel egemenlik hakkı olduğunu iddia etmesi gibi. Nasıl ki Ege’de 12 mil karasuyu ilanı, açık deniz alan oranını % 49’dan % 19’a düşürerek Türk kıta sahanlığını yarı yarıya küçültüyorsa, Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs ve AB’nin ilan ettiği/yayınladığı  deniz yetki alan sınırlarını kabul etmek, Türkiye’ye  100 bin km kare alan kaybettiriyor. Bu kayba hangi hükümet razı olabilir ? Hangi vatandaş razı olabilir? Mavi Vatanımızın dörtte birinin Yunanistan ve Kıbrıs’a bırakılması bekleniyor sonra da istikrardan bahsediliyor.
Yunan Kurnazlığı ve Araplar. Bu noktada karşımıza çok acil bir durum çıkıyor. Yunanistan, henüz Türkiye’yi çok ciddi bir kışkırtma içine çekmeye cesaret edemediğinden Güney Kıbrıs ile sınır belirlemiyor. Ancak dolaylı tutum stratejisi ile bunu iki Arap ülkesi Mısır ve Libya üzerinden deniyor. Libya’daki iç savaşın yarattığı belirsizliği sömürerek durumsal üstünlük sağlamaya çalışıyor. Libya Yunanistan arası sınır belirlemesinde Yunan ana karası yerine Girit adasının kullanıyor ve bu durum Libya ya neredeyse 40 bin km kare alan kaybettiriyor. Mısır ile yapılacak sınır belirleme sürecinde de kendi ana karası yerine  Girit Kerpe, Kaşot, Rodos ve Meis adalar hattını kullanıyor. Bu durumda da Mısır yine on binlerce km kare deniz alanı kaybediyor. Güney Kıbrıs anlaşmasıyla zaten ciddi kayba uğrayan Mısır’ın bu kayıp karşılığında ne aldığını bilemiyoruz. Belki de Türkiye düşmanlığı bu kayıpları hazmetmesine yetiyor.
Yunanistan ve Yakın Tarih Dersleri. Diğer taraftan ulusal gücü yerine dış güçlere ve bölgesel ittifaklara güvenerek Türkiye aleyhine stratejiler üreten Yunanlı dostlarımıza yakın tarihlerini hatırlatmak isterim. Yunanistan Savunma Bakanının Yunan siyasi tarihinin geçmişinde hiç yaşanmamış ölçüde ABD Savunma Bakanına neredeyse yalvararak, Larissa, Volos ve Dedeağaç’ta da yeni üs kurma ya da soğuk savaş sonrası kapanan eski üsleri tekrar aktive etme teklifini sunması içinde bulundukları karmaşık ve zavallı ruh halini ortaya koyuyor. Bir yandan Pire Limanını ardına kadar ABD’nin ilan edilmemiş soğuk savaş yaşadığı Çin’e açıyor. Bir yandan ABD’ye gel ülkemde üs kur diyor. Ulusal gücü sınırlı bir ülke olarak Doğu Akdeniz’de söz konusu oynak diplomasi ile Türkiye’yi karşısına alması ve kışkırtmasının ne Yunan halkına ne de bölgesel istikrara bir yararı olmayacağını hatırlatalım. Sonunda kaybeden her koşulda Yunanistan olur.
Türkiye’nin Acil Hamle İhtiyacı.  Yunanistan’ın Mısır ile MEB sınırlarını belirlemesi, müzakerelerde ana kara ülkesi yerine adalar hattından ortay hat alınarak sınır belirleme sonucunu ortaya çıkaracaktır ki bu durum Türkiye’nin aleyhinedir. Bu durumun Türkiye’ye menfi tesirlerini önlemenin acil ve tek yolu öncelikle kendi MEB sahamızı ilan etmektir. Bu aşamadan bir önceki hamle de Türkiye Libya MEB sınırlandırma anlaşmasının yapılmasıdır. Umarız devlet gemisinin köprüüstü, gideceği liman ve çizdiği rotadan emindir.



10 Ekim 2018 Çarşamba

Rubicon Geçildi.

Description: IMG_0131 



Mavi Vatan
Amiral Cem Gürdeniz
Rubicon Geçildi.
Julius Sezar MÖ 49 yılında Roma’nın kuzeyindeki Rubicon nehrini geçtiğinde rakibi Pompei’ye ‘’Lacta Alea Est- Zar Atıldı’’ demişti. Artık ‘’Ok Yaydan Çıkmıştı.’’ Bu sözün söylenmesine neden olan eylem, yani ‘’Rubicon’un geçilmesi‘’ geri dönüş yok anlamıyla bütünleşerek günümüze kadar geldi. Jeopolitik çerçevede kullanılabilecek özelliklere sahip bir kavram olarak günümüzü de tarif ediyor.
Tek Kutupluluk Dönemi Sona Erdi. Avrupa-Atlantik temelli hegemonyanın 1990’lı yıllardan bu yana sürdürdüğü tek kutupluluğun yerini çok kutupluluk sancılı bir şekilde aldı. Günümüzde tek kutuplu ABD liderliği artık pek çok alanda geri çekiliyor. Bu kez Rubicon’u geçen Avrasya sistemi. Rusya ve Çin ittifakı her alanda ABD liderliğini zorluyor. Yeni ittifak sistemlerinin doğmasını tetikliyor. ŞİÖ ve BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) ile Çin’in BRI (Kuşak ve Yol) girişiminin yarattığı ekonomik birliktelikler yeni jeopolitik haritada hayat bulan tipik örnekler. Avrasya’nın oluşturduğu yüksek basınç, Atlantik sistemde de fay kırılmasına neden oluyor. ABD - Kanada arasında devam eden huzursuzluk; AB’nin PESCO kararları ile kendi savunma sistemine sahiplik iradesinin öne çıkması; AB’nin kendi içinde yeni ağırlık merkezlerine bölünmesi; İngiltere’nin AB’den ayrılması; Commonwealth’in Anglosakson üyelerinin bir araya gelerek yeni jeopolitik ağırlık merkezi kurma girişimleri (CANZUK - Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve İngiltere) son zamanların en önemli gelişmeleri.
Hegemonyanın Kanlı EI Değiştirmesi. Diğer taraftan neoliberal sistemin omurgasını teşkil eden Atlantik liderliği, ne pahasına olursa olsun tek kutuplu sistemi sürdürmenin yol ve yöntemlerini acımasızca her alanda deniyor. Yöntemler rakibin gücü ile orantılı olarak değişiyor. Rusya ve Çin gibi BM Güvenlik Konseyi Daimi üyesi kıtasal nükleer güçlere uygulanan yöntemlerle diğerlerine uygulanan yöntemler arasında fark oluyor. Güçlü ülkelere karşı başta NATO üzerinden olmak üzere askeri meydan okumalar; çok büyük çaplı tatbikatlar; siber saldırılar; oyun değiştirici özelliklere sahip silahlanma programları; ikili/çoklu bölgesel askeri işbirliği antlaşmaları; yabancı topraklarda askeri üs tesisi; ganbot diplomasisi; örtülü darbe girişimleri; diplomasi savaşları; ekonomik baskılar; kota, gümrük ve kur savaşları her gün son dakika haberleri olarak karşımıza çıkıyor. Diğer taraftan 11 Eylül 2001’den itibaren hegemonyanın en kullanışlı kanlı müdahale enstrümanına dönüşen terörle savaş paradigması, bu yöntem üzerinden stratejik bir sonuç alınamamasına rağmen devam ediyor. Suriye’den Yemen’e; Gazze’den Kabil’e özellikle Müslüman dünyasında bu sürecin kanlı sonuçlarını vekil savaşları üzerinden görüyoruz. Paramparça ve her alanda geri kalmış durumdaki İslam alemi 1500 yıl öncesinin teolojik, felsefi ve şer’i çelişki ve tartışmalarını suni hücrenin, yapay zekanın ve kuantum bilgisayarlarının bir kısım örneklerini teşkil ettiği akıl almaz hızda ilerleyen bilim ve teknolojinin varlığına rağmen sürdürüyor ve böylece hegemonyanın kolay lokması olmaya devam ediyor. Zira emperyalizmin altın kuralıdır.  Böler ve yönetir. Bir araya gelemeyen, örgütlü güç oluşturamayan, bilimsel devrimlerin ardında kalan devlet ve toplumlar da daima acı çekerler.
Yeni Satranç Hamleleri. Kanlı stratejilerin bir eşik altı olarak ekonomik baskılar, ambargo ve ablukalar İran, Rusya ve Çin örneklerinde yaşandığı üzere her yerde deneniyor.  Bu arada sert güç uygulamasının bir alt seviyesi olan tatbikat ve ganbot diplomasisi uygulamaları da satranç hamleleri gibi sergileniyor. Geçen haftalarda Çin’in ABD Savaş Gemisi USS Wasp’ın Hong Kong liman ziyaretini son anda iptal etmesinin ardından USS Decautur’un Güney Çin Denizinde Çin karasuyu ihlali yapması  ve iki devletten üst seviyede yapılan sert açıklamalar dikkat çekti. Bu arada NATO’nun Norveç kıyılarında ve Kuzey Denizinde icra edeceği Trident Juncture  2018 tatbikatına birlik intikalleri tamamlanmak üzere. 25 Ekim - 7 Kasım 2018 tarihleri arasında icra edilecek tatbikat son yılların en büyüğü olacak.  30 ülkeden 40,000 asker, 70 savaş gemisi ve 130 savaş uçağının katılacağı tatbikat, şüphesiz Rusların geçen sene Eylül ayında icra ettiği Zapad 2017 tatbikatına cevap olacak.
Yeni Ağırlık Merkezi: Arktik Okyanusu. Küresel jeopolitik oyun alanında en önemli yeni ağırlık merkezinin Arktik Okyanusu olduğunu bu köşede pek çok kez yazdım. Bu alanı öne çıkaran iki neden hidrokarbon kaynakları ve buzulların erimesi sonucu deniz ticaret rotalarında devrim yapacak kısa rota seçeneklerini ortaya çıkarması. Tarihsel ilkleri yaşıyoruz. 28 Eylül 2018 tarihinde dünya konteyner devi Maersk firmasına ait Venta Maersk isimli 45 bin tonluk konteyner gemisi bir ay önce Vladivostok’tan yüklediği konteynerleri Arktik Okyanusu üzerinden bir ayda  Saint Petersburg’a getirdi. Bu süre kuzey rotası kullanılmasaydı Süveyş Kanalı veya Ümit Burnu üzerinden 2 hafta gecikme ile gerçekleşecekti. Enerji ve kısa rotalarla dünyanın yeni gözdesi olan Arktik askeri yığınaklanmayı da beraberinde getiriyor. Rusya bölgede yeni üsler kuruyor. Eylül ayında Severomorsk üssü kaynaklı Arktik deniz karakollarına başladı. Artık bu sularda sürekli savaş gemisi bulunduruyor. NATO kıyıdaşları da bu alanda geri kalmıyor. ABD, 2016 yılında Arktik enerji havzalarını ulusal güvenlik önceliği yaptı. Geçen hafta İngiliz Hükümeti Norveç’te Amerikalı ve Hollandalı askerlerin yanısıra Rusya’ya karşı olarak 800 İngiliz komandosunun sürekli konuşlandırılacağını açıkladı. Rusya’ya uygulanan ambargo ve ekonomik baskı araçlarının görünürde Kırım ya da Suriye kaynaklı olduğu söylenebilir. Ancak asıl nedenlerin başında Arktik’teki büyük mücadelenin geldiğini söylemek kehanet olmaz. Geçen günlerde Rus Ordusu tarafından planlanan ve icra edilen Vostok Tatbikatının dolaylı hedeflerinden birisi şüphesiz Arktik Okyanusu idi. Çin’in de katıldığı bu tatbikatta Avrasya’da bugüne kadar görülmüş en büyük tatbikat yığınaklanması gerçekleştirildi. Yazımızın başında belirttiğimiz Sino-Rus yakınlaşması olmadan bu gerçekleşemezdi. Tatbikattan 4 ay önce Moskova’da icra edilen Uluslararası Güvenlik Konferansına gelen Çin Savunma Bakanı Wei Feng şöyle demişti: ‘’Çin tarafı olarak Amerikalılara Rusya ve Çin silahlı kuvvetleri arasındaki yakın ilişkileri göstermek için buraya geldik.’’ Tarihte ilk kez Avrasya Adasında bu kadar güçlü jeopolitik birliktelik söz konusu. Bu oluşum Atlantik sistem için en kötü senaryodur.
Evet başa dönersek Rubicon geçildi. Türkiye nehrin hangi tarafında kalacak?


2 Ekim 2018 Salı

Okyanuslara Geri Dönen Çin

Description: IMG_0131 




Okyanuslara Geri Dönen Çin
Coğrafi keşifler denince aklımıza 15’inci yüzyıl keşifleri gelir. Bu, aslında Avrupa merkezci, ideolojik bir kavramdır. Burada söz konusu olan Avrupalıların ilkleridir. İnsanlığın değil. Bu kıtalar önceden diğer medeniyetler tarafından keşfedildi. Egemen ve hegemon Batı, daha sonraki üstünlüğüne dayanarak, kendi ilklerini insanlığın ilkleri gibi dayattı ve bunda başarılı oldu. Örneğin Hindistan’ı keşfettiğini bildiğimiz Portekiz, neden Çin’i keşfedememiştir? Zira batılılar sadece kendilerinden ilkel kavimlerin yaşadığı, daha doğrusu sömürgeleştirebilecekleri alanları keşfettiler. 16’ncı yüzyıl başında Portekizli denizciler Çin’e ulaştıklarında, onları gören Çin İmparatoru Wang Yang Mi, “barbarlar geldi” demişti. Çin’in üstün uygarlığı karşısında, Portekizliler orayı keşfedemeden geri döndüler.
15. Yüzyılın Dev Deniz Gücü  Çin, 15. Yüzyıl başlarında, Ming Hanedanlığı sırasında dünyanın en büyük ekonomisine sahipti. Bu dönemde  Müslüman bir Denizci olan Amiral Zeng He (Çinliler Çıng Hı olarak telaffuz ediyor) komutasında 60 gemilik, 27 bin askerlik filo ile 1405-1433 arasında 28 yıl boyunca Hint Okyanusu ve Pasifik Okyanusu’nda donanma ve ganbot diplomasisi uyguladılar. Çok başarılı oldular. Çin’in o dönemde kabaca 1500 yıllık denizci geleneğe sahip olduğunu hatırlatmakta fayda var. Manyetik pusulayı Avrupa’dan 100 yıl, Gök Atlasını 500 yıl, omurga üzeri gemi dümenini 300 yıl, çok direkli yelkenli gemiyi 200 yıl, gemilerde sızdırmaz bölme uygulamasını 300 yıl önce başardılar. Ancak anlamsız bir şekilde denizcilikteki bu başarıyı devam ettirmediler ve denizcilikleri imparatorluk geleneğine dönüşemedi. Zeng He’nin büyük başarısına rağmen denizlerden geri çekilme ve donanmayı yok etme sürecine girmelerinin nedenleri bugün de tartışılıyor. Denizden uzaklaşmalarının nedenleri arasında, İmparatorun başına gelen bir seri felaketin sorumlusu olarak kâhinlerinin donanmayı göstermesi; Muhtemel sömürgelerde Büyük Çiçek, yani Çin’in sahip olmadığı yeni bir şey olmadığı gerekçesi ile içine kapanması; Amiral Zeng He ve ona yakın güç çevrelerinin deniz aşırı topraklarda kuracağı, özerkliğe sahip yönetim birimlerinin zamanı gelince anavatana karşı bağımsızlık ve güç mücadelesine girişebileceği nedenleriyle donamanın varlığının ortadan kaldırıldığı tezleri gösteriliyor.
Mao ile Son Bulan Aşağılanma Dönemi. Çin, 18. yüzyılda Qing Hanedanı sırasında süratle zayıfladı ve İngiltere’nin liderliğindeki Avrupalı emperyalistlerin ve Japonya’nın sömürgesine dönüştü. Afyon savaşları ile Çin’in aşağılanma dönemi başladı. Söz konusu süreç, Çin’i zaten kopuk olduğu denizlerden tamamen uzaklaştırdı. 1949 yılında yeni devleti kuran Mao Tse Tung ile Çin, 20’inci yüzyıl ikinci yarısında tekrar denizlere döndü. Çin Halk Cumhuriyetinin Sovyet desteği ile nükleer devlet olması denizcileşme sürecini hızlandırdı. Böylece nükleer bir donanmaya sahip oldu. Mao sonrası dönemde Deng Xiaoping ile dışarıya açılma başladı. Büyük Çiçek artık yeni bir döneme girmişti. Çin, üretim ve daha sonra ihracat politikaları ile 1980’ler sonrası dünya ekonomisinde söz sahibi ülke konumuna dönüştü. Ticarette başarılı ülkelerin denize yönelmelerinin kaçınılmazlığı ile 2000’li yıllardan sonra denizcilik gücünün her alanında liderliğe soyundu. 2010 yılında ABD’yi üretimde geçti. Bugün küreselleşme karşıtı Trump’ın ABD’sinin karşısında  küreselleşmeyi savunan Çin’i görüyoruz. Küreselleşmenin anahtarının deniz ticaretine hakimiyet olduğunu bilen bir Çin görüyoruz.
Okyanuslarda Belirleyici Güce Dönüşen Çin. Günümüzde Çin deniz gücü hakkında hemen her hafta bir düşünce kuruluşunun değerlendirme yaptığını görüyoruz. 2013 yılında ilan edilen OBOR (BRI-Bir Kuşak/Bir yol ) girişimi sonrası bu analizlerin önemli ölçüde arttığını söyleyebiliriz. Bu raporların pek çoğunda varılan sonuç, ABD‘nin son 70 yıldır rakipsiz olduğu okyanus ve denizler arenasında yeni bir dönemin başladığıdır. ABD’nin rakipsiz deniz egemenliği dönemi sona ermek üzeredir. Çin’in küresel erişim ve küresel güç yeteneklerindeki gelişimi, ABD liderliğini zorluyor. Çin’in güç intikali, nükleer denizaltı  ve amfibi harekât yetenekleri yakın gelecekteki küresel siyasetin gerçekleri olacaktır. Çin’in sahip olduğu erişimi engelleyen deniz ve hava silah sistemleri ile Güney Çin ve Doğu Çin denizleri ile Tayvan Boğazında tesis ettiği deniz üstünlüğü artık kabul ediliyor.  Bu yeteneğin siber alanda da yansımaları olacağı şüphesizdir. Artık deniz savunma ve deniz güvenlik alanında yükselen Çin döneminden, yükselmiş Çin dönemine geçildiği bir gerçektir. Bu durumun, yaratacağı stratejik etkilerin, Japonya, Güney Kore ve Tayvan’daki Amerikan ekonomik çıkarlarını, menfi yatırım ortamı ile değiştirebileceği beklenmelidir.
Şartlar Birinci Dünya Savaşından Farklı. Artık şüphe yok ki küresel ekonomide 2030 yılında birinci sıraya oturması beklenen Çin, açık deniz gücüne dönüşmüştür. Karşımızda San Hai (Sarı Deniz Güney Çin Denizi ve Doğu Çin Denizi) dışında, Pasifik ve Hint Okyanuslarının tamamına yönelmeye hazır bir Çin Donanması vardır. Bu nedenle OBOR (Bir Kuşak Bir Yol) girişimi üzerinden, işbirliği anlaşmaları ile işletme garantisi aldığı limanların ikili kullanım modaliteleri üzerinden, askeri etki yaratma dönemine girilecektir. Günümüzün küresel siyasi konjonktürünü Birinci Dünya Savaşına benzeten akademisyenler var.  Ben de Çin’in denizdeki yükselişini Birinci Dünya Savaşı öncesinde Kayzer II’nci Wilhelm’in Alman İmparatorluk donanmasında yarattığı yükselişe benzetiyorum. Kayzer, Alman Donanmasını geliştirirken Amiral Tirpitz ile birlikte kendilerine en büyük rakipleri olan Kraliyet Donanmasını örnek almışlardı. Bugün de Çin Deniz Gücü kuvvet yapısını geliştirirken, Amerikan Donanmasını örnek alıyor. Almanların o dönemde tek hatası 150 yılık büyük bir deniz gücünü tek başına dengelemeye kalkışmasıydı. Karadan yükselen bir deniz gücü olarak, yanlarında geleneksel deniz dünyasına ait hiç bir güç yoktu. Bugünkü potansiyel savaşın farkı ise şudur: Çin yanına Avrasya adasının kuzey kıyılarını kontrol eden deniz teknoloji ve silahlanmasında ABD’den sonra en büyük nükleer  güç olan Rusya’yı almış olmasıdır. Böyle bir oluşum ilk kez yaşanıyor. (İki gün önce yaşanan Amerikan Amfibi Hücum Gemisi USS Wasp’ın planlı Hong Kong liman ziyaretinin diplomatik klerensinin son anda Çin tarafından reddedilmesi sadece diplomatik bir hamle değil aynı zamanda denizde güçlenen bir ülkenin, ticaret savaşlarında kabalaşan bir hegemona verdiği derstir.)