Mavi Vatan
Amiral
Cem Gürdeniz
Devletlerin Sürekli Dost ve Düşmanları
Yoktur, Çıkarları Vardır.
Yukarıdaki
söz 19’ncu yüzyıl İngiliz Başbakanlarından Lord Palmerstone’a aittir. Geçen
hafta basında yer alan ve Alman Deutsce Welle haber ajansının “Ruslar
Kıbrıs’ta Rumlarla ortak tatbikat yapıyor” haberi üzerine aklıma geldi.
Türk- Sovyet ve soğuk savaş sonrası Türk-Rus ilişkileri tam da bu prensip
üzerine şekillenmişti. Osmanlı döneminde neredeyse 13 kez savaşmış iki devlet,
Atatürk ve Lenin zamanında dostluğu yakalamış ve bu dostluktan iki taraf da
büyük yarar sağlamıştı. Bu dostluk sayesinde Kurtuluş Savaşının lojistiği
Karadeniz üzerinden sağlanmış ve Avrasya’nın batı kapısı Türkiye’nin
bağımsızlığı mümkün olabilmişti. Stalin ile başlayan 1924 sonrası ve özellikle
İkinci Dünya Savaşı döneminde maalesef bu dostluk, çok büyük yara aldı ve
sonuçları bugüne kadar uzanan soğuk savaş döneminde Türkiye ile Sovyet Rusya’yı
zıt kamplara itti. Bu zıtlaşmanın temeli ağırlıklı olarak denizlerle ilgili
jeopolitik bir çekim merkezine
odaklıydı. Türk Boğazları.
Sovyet Notaları ve ABD ile Yakınlaşma.
Türkiye’yi Avrupa-Atlantik bloğa yaklaştıran en önemli etkenler arasında ikinci
Dünya Savaşı galibi Sovyetlerin, Türkiye’den Boğazların kontrolünü talep
ettikleri 1945–1946 Sovyet notaları yer
alır. Ancak bu notalardan altı
yıl önce, Sovyet tarafının 1 Ekim 1939 günü, Türkiye’den Boğazlardan geçiş
statüsü ile ilgili olarak Montreux Sözleşmesi üzerinde ciddi değişiklik
taleplerinde bulunduğunu hatırlatalım.
Diğer
yandan ABD’nin, Montreux Sözleşmesinin kısıtlamalarına dünyanın en büyük deniz
gücü ve okyanusların jandarması olarak sıcak bakmadığı da çok iyi
bilinmektedir. 2 Eylül 1941 tarihinde ABD’nin henüz İkinci Dünya Savaşına
katılmadığı bir dönemde Türkiye’nin tarafsızlık nedeniyle Karadeniz’e çıkmak
isteyen İngiliz savaş gemilerine izin vermemesi üzerine, Amerikalı Amiral
Sterling’in “Türkiye Boğazları ya kendi iradesi ile açar, yoksa zorla açılır”
sözleri belleklerdedir.
17 Temmuz–2 Ağustos 1945 tarihleri arasında
toplanan Potsdam Konferansında da ABD ve İngiltere, o dönem müttefikleri olan
Sovyetler Birliğinin, Montreux sözleşmesinin o günün koşullarına uydurulması
fikrini -yani kısıtlamaların kaldırılmasını- benimsemişlerdi. Sovyetler Türkiye
ile yeni bir dostluk antlaşmasına önkoşul olarak, Boğazlarda kendilerine üs
verilerek, Boğazların ortak savunulmasını; Kars ile Ardahan’ın bulunduğu
bölgede Türk-Sovyet sınırının yeniden düzenlenmesini talep ettiler.
ABD daha
sonra Sovyetlerin yeni jeopolitik konjonktürde, Türk Boğazlarında etkili olarak,
büyük avantaja sahip olacağından Türkiye’nin yanına geçti. ABD Başkanı Harry
Truman, Ocak 1946 ‘da yaptığı bir konuşmada “Sovyetlerin Boğazları ele
geçirmek istediğine artık şüphem kalmadı. Eğer bu gidişe demirden bir yumruk
uzatıp dur demezsek, yeni bir savaş çıkacaktır” demişti. Ardından USS
Missouri muharebe gemisi İstanbul’a geldi. Bu ziyaretten bir süre sonra SSCB,
Boğazların statüsünü yeniden belirlemek için Türk Hükümetine bir nota daha
verdi. Bu notaya ABD reaksiyon gösterdi ve şartlar ne olursa olsun Türkiye’yi
desteklemeye karar verdi.
Notalar
savaşı bir süre daha devam etti. Bu olaylar zinciri ABD ile Türkiye arasında
başlayan ve günümüzde bağımsız Türkiye’nin büyük kayıplarına neden olan ve
olmaya devam eden stratejik işbirliği ya da özel ortaklık olarak adlandırılan
süreci başlatmış oldu. Sovyet notaları, emperyal Çarlık Rusyası ile Osmanlı
İmparatorluğu arasındaki tarihsel düşmanlığın sosyo genetik mirası ve ABD’nin
Sovyet modelindeki komünizmi küresel çıkarları için en büyük tehdit olarak
görmesiyle birleşince Türk halkının çok kısa sürede Avrupa-Atlantik çekim
alanına girmesi kaçınılmaz oldu.
Stalin ve Kruşcev’in manevraları. Stalin, yaptığı hatayı görerek 1947 yılı başında ABD’nin Moskova
Büyükelçisi Smith’e Türkiye’ye saldırma niyetinde olmadığını, benzer şekilde
sonraki Devlet Başkanı Kruşçev de tüm Sovyet notalarının geri çekildiğini
belirtmişse de, iki ülke arasındaki güven bunalımını aşmak mümkün olmamıştı.
Sovyet notaları, İkinci Dünya Savaşı sonrası şekillenen yenidünya düzeninde
küresel güçler tarafından kendi çıkarlarına en uygun şekilde kullanıldı. Bu
süreçte Türkiye’nin en büyük kazancı doğal olarak Boğazların egemenlik statüsü
ve doğu sınırlarımızla ilgili bir değişikliğe gidilmemiş olmasıydı. Ancak,
Anadolu yarımadası gibi çok kritik bir coğrafyanın Avrupa-Atlantik
jeopolitiğinin çekim alanına girmesinin yolu da açılmıştı. Türkiye artık her
geçen gün Asya’dan uzaklaşıyordu.
Tarihten Ders Almak Gerekir. Rus
Donanmasının Kıbrıs ile ortak deniz tatbikatı yapacağı haberini, 2013 yılında
Girit Adasında yapılan Rus yapımı S-300 füzelerinin fiili deneme sonuçlarının
Yunan makamlarından önce Ruslar tarafından deklare edildiği haberi ile birlikte
okursak, Rusya’nın güvenlik ve dış politikada en önemli ikaz ve emarelerin
verildiği alan olan askeri alanda, Türkiye’ye ciddi mesajlar verdiği ortaya
çıkıyor. Mesajın özü Türkiye’nin Suriye ve Kuzey Irak politikasıdır. Ruslar
için Suriye ile Tartus ve Lazkiye limanlarının geleceği, Türkiye’nin Doğu
Akdeniz’deki çıkarları kadar önemlidir. Kuzey Irak’ta suyu ve petrolü kontrol
eden, stratejik üsleri ile ABD müttefiki yeni bir devletin Rusya jeopolitiğine
tehdit oluşturacağı açıktır. Türkiye yanlış Suriye ve Kuzey Irak politikaları
ile sadece bindiği dalı kesmiyor, küresel dengeleri de alt üst ediyor. Doğu Akdeniz, günümüzde 1945’lerin Türk
Boğazları kadar, geleceğimiz için önemli ve önceliklidir. Bu jeopolitik
mücadelede Avrupa Atlantik hegemonların Suriye’deki çıkarları uğruna Rusları
kaybetmek ve Akdeniz’de tamamen yalnız kalmak ağır bir sonuç olacaktır. Türkiye
kısa dönem karasal stratejik ve toplumun az bir bölümünden destek gören dini
ideolojik çıkarları uğruna jeopolitik deniz çıkarlarını feda edemez.
Etmemelidir. Rusya da umarız 1945 ve
46’ların hatalarını tekrar etmez ve Kıbrıslı Rumların hırsızlığına dolaylı
olarak destek olmaz. Bu durum ne Rusya ne de Türkiye’nin uzun dönemli
çıkarlarına hizmet etmez. Her iki taraf tarihten ders almalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder