Modern Türk tarihinin en büyük ihaneti sayılabilecek isimli dava (Ergenekon, Poyrazköy, Kafes, Balyoz, Askeri Casusluk) tertipleri ile Türk Deniz Kuvvetlerinin komuta yapısı çökertildi. Deniz Kuvvetlerinin 40 Amirali ve 400’e yakın deniz subayı/astsubayı hapishaneler ve mahkeme salonlarında tutsak edilirken, bu süreçten şüphesiz onun ayrılmaz parçası olan Sahil Güvenlik Komutanlığı da payını aldı. Tutuklular ve mahkemelerde sanık olarak yargılananlar arasında Sahil Güvenlik Komutanlığı’na bağlı subaylar da var. Emperyal kurgu ve onun yerli işbirlikçisi hainler, Deniz Kuvvetlerinin ve Sahil Güvenliğin enerjisini Mustafa Kemal ruhundan alan gelişim sürecini sözüm ona mevcut ve gelecekteki komuta yapısını çökerterek önleyeceklerini sanıyorlar. Sanmaya devam etsinler. Mustafa Kemal ruhunun tüm Türkiye’de ölümsüz olduğunu onlar da yaşayarak öğrenecekler.
Kökleri, 1859 yılında kurulan Rüsumat Emaneti teşkilatına kadar giden Sahil Güvenlik Komutanlığı, 1982 yılında kuruldu. 1982 öncesinde son olarak Jandarma Genel Komutanlığı’na bağlıydı. 2692 sayılı kuruluş kanunu ile barışta İçişleri Bakanlığı’na, savaşta Deniz Kuvvetleri Komutanlığı’na bağlanarak görev yapan komutanlık, karasuları, münhasır ekonomik bölge ve arama kurtarma bölgelerini kapsayan toplam 377.714 km2 lik “mavi vatan”ın tamamında asayiş, deniz güvenliği, denizde emniyet, deniz kirliliği ile mücadele ve can kurtarmadan sorumludur. Bu görevlerini 8333 km’lik kıyı şeridimizde, Hopa’dan, İskenderun Çevlik’e kadar 63 ayrı üs ve limanda konuşlu 2 açık deniz gemisi, 117 bot ve 24 taşınabilir bot, 3 deniz karakol uçağı ve 10 helikopter ile sürdürüyor.
Açık Deniz Arama Kurtarma gemileri neden önemli?
Sahil Güvenlik, 5 Nisan 2013 tarihinde 1700 tonluk, İtalyan “Ciriu” sınıfı dört adet açık deniz arama kurtarma gemisinin ilk ikisini oluşturan TCSG Dost (701) ve TCSG Umut’u (703) filoya kattı. Bu önemli proje 2005 yılında başlatılmıştı. İtalyan Fincantieri Tersanesi ortaklığı ile Tuzla’daki Koç-RMK Marine Tersanesi’nde yürütülen projenin son iki gemisi TCSG Güven ve TCSG Yaşam’ın inşası devam ediyor. Yüzde 40 yerli katkı payı ile tamamlanan 1700 tonluk korvet büyüklüğündeki gemiler İtalyan AB 412 tipi helikopter taşıyabiliyor. Bu gemilerin Sahil Güvenliğe katılması denizciliğimiz için devrimsel önemdedir.
Deniz güvenliği öne çıkıyor
Son 15 yılda özellikle Tuzla/Yonca Onuk Tersanesi ürünü çok maksatlı süratli müdahale botlarının envanterine girmesi ile birlikte Sahil Güvenlik önemli bir atılım yaptı. Özellikle 11 Eylül sonrası dönemde bütün dünyada olduğu gibi güvenlik kavramı savunma kavramının önüne geçtiği için Sahil Güvenliklerin önemi tüm dünyada arttı. Ancak güvenliğe yönelik denizde kolluk görevleri ile denizde arama/kurtarma arasında bir denge kurulması gerekiyordu. Türkiye denizcileştikçe denizde arama/ kurtarma sorumluluğu giderek artıyor. Artık mavi vatanda daha çok balıkçı, daha çok ticaret gemisi ve daha çok amatör denizci teknesi hareket halinde. Bu gemilerdeki/teknelerdeki denizciler için tehlike durumlarında arama kurtarma sorumluluğu Sahil Güvenlik Komutanlığı’na ait. Bu sadece hukuki bir sorumluluk değil aynı zamanda devlete itibar sağlayan bir faaliyet. Avustralya’nın 1997 ve 2012 yıllarında anavatanından 3 bin mil ötede güney okyanusunda gerçekleştirdiği kurtarma harekatı Avustralya’ya büyük prestij sağladı. Diğer yandan denizlerimizde yasa dışı faaliyetlerin önlenmesi de ulusal refah ve güvenliğimiz için olmazsa olmaz bir sorumluluk. Ancak Sahil Güvenlik Komutanlığımızın kuvvet yapısına bakıldığında açık deniz arama kurtarma gemilerinin hizmete girişine kadar, kolluk tipi görevlere daha fazla ağırlık veren platform yapılanması göze çarpıyordu.
Küçük tonajlı ve çok yüksek süratli tekneler yasa dışı tekneleri yakalamak için ideal iken, başta Karadeniz olmak üzere çoğunluk fırtınalı geçen kış aylarında açık denizde arama kurtarma yapmaya uygun değiller. Zira fırtınada denize çıkamıyorlar. O zaman da Deniz Kuvvetlerinin büyük tonajlı korvet ya da firkateynlerinden yardım talep ediliyor. Uzun bir bürokrasi sonucu söz konusu yardım gerçekleştiğinde ise çoğu kez geç kalınıyor.
Açık Denizde Arama Kurtarma Sahil Güvenlik sorumluluğunda
İşte 1700 tonluk helikopterli bu gemiler ile artık fırtınalı ağır deniz şartlarında bile açık denizde arama kurtarma görevleri gerçekleştirilebilecek. Bu yeteneğin kazanılmasının Ege Denizi’nde siyasi sonuçları da olacak. Şimdi bu konuyu biraz açalım.
BM Uluslararası Denizcilik Örgütü (IMO), Türkiye’nin de taraf olduğu Hamburg Sözleşmesi gereği dünya denizlerinde tehlikede bulunan gemi ve kişilere yardımda bulunmak üzere ülkelerin deniz/hava arama kurtarma sahalarını belirlemesini gerekli kılar. Devletler bu sahalarda yardım talep edenlere bir kamu hizmeti olarak can kurtarma (mal kurtarma değil) hizmeti vermekle yükümlüdür. Türkiye, 1982 yılında IMO’ya ve dünyaya çevre denizlerindeki arama kurtarma sahalarını deklare etti. Bu sahaları içeren Türk Arama Kurtarma Yönetmeliği, 7 Ocak 1989 tarihinde yürürlüğe girdi. Söz konusu yönetmelik 1997 ve 2001 yıllarında güncellendi. Bu sahalarda SAR sorumluluğu Sahil Güvenlik Komutanlığı’na aittir.
Ege ve Doğu Akdeniz’de SAR sahası sorunu
Buraya kadar her şey normal gözükebilir. Ancak işin içine Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi girince sorun başlıyor. Türk, Yunan ve Kıbrıs Rum sahaları çakışıyor. Yunanistan Türk karasuları hariç “tüm Ege benim” derken; Türkiye, Ege’nin ortasından geçen 25° Doğu boylamının (Orta Ege’den sonra Rodos’a doğru inen ve Doğu Akdeniz’de kabaca KKTC-GKRY sınır hattının geçtiği enleme bağlanan) hattın doğusunda (Doğu Akdeniz’de kuzeyinde) kalan açık deniz alanlarını kendi arama kurtarma sahası olarak ilan etti. Karşılıklı itirazlar sonucu, Yunanistan ile aramızda Arama Kurtarma (SAR) sahaları sorunu da başlamış oldu. Benzer sorun Kıbrıs adası civarında GKRY ile yaşanıyor. Diğer taraftan, Ege açık deniz alanlarındaki kazalara avantajlı adalar coğrafyası nedeniyle onlar kolayca müdahale edebiliyordu. Şimdi, 1700 tonluk bu gemiler sayesinde siyasi sonuçları da olan Ege’nin açık deniz alanlarındaki deniz kazalarına artık Türk sahil güvenlik gemilerinin her hava koşulunda müdahale yeteneği artacak. Halen Donanma gemilerinin yaptığı Akdeniz Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) karakollarını bu gemiler de icra edebilecek.
Dışişleri AB şikâyetine işlem yapmadı
Diğer taraftan bu yeteneğin Ege’deki kullanımı kadar Doğu Akdeniz’deki kullanımı AB ve ABD’yi rahatsız edebilir. Unutmayalım ki, 2009 Türkiye AB İlerleme Raporu’nda Deniz Kuvvetlerimiz Doğu Akdeniz’de hak sahibi olduğumuz alanlarda Rum Araştırma Gemilerini rahatsız ediyor diye şikâyet edilmiş, bu şikâyete hükümet hiçbir tepki vermemişti.
Bu süreçte Dışişleri Bakanlığı’nın da AB’ye hiçbir protestosu olmamıştı. Aksine daha sonra ortaya çıkan Wikileaks belgelerinde bazı Dışişleri yetkililerinin ulusal çıkarlarımızı ilgilendiren konularda AB/ABD gibi düşündükleri ortaya çıkmıştı. Türk Dışişleri yetkilisi Elçi Çağatay Erciyes’le yapılan bir görüşme sonrası, 13 Ocak 2010 tarihinde gönderilen bir raporda Dışişlerinin Türk Silahlı Kuvvetleri’ne Ege’de Kardak benzeri egemenliği Yunanistan’a devredilmemiş tartışmalı adacık ve kayalıklar üzerinde icra ettiği uçuşları durdurması için baskı yaptığını Amerikan Büyükelçiliği Washington’a şöyle rapor ediyordu: (Barış Terkoğlu -Wikileaks’te Ünlü Türkler, Kırmızı Kedi Yayınevi, İstanbul, 2012, Sayfa 222): “Türk Dışişleri, Yunan adaları üzerinden (Kardak benzeri formasyonları kastediyor) uçuşların Atina ile ilişkilerin düzelmesi çabaları açısından verimsiz olduğunu biliyor ve orduya bu manevraların azaltılması yönünde baskı yapıyor.” Rapordan bir ay sonra, 24 Şubat 2010’dan itibaren Ege, Doğu Akdeniz ve Karadeniz’deki deniz çıkarlarını koruyan kritik görevdeki Amiraller sahte deliller ile Balyoz tertibi sayesinde demir parmaklıkların ardına atıldı.
Sahil Güvenlik Komutanlığı hayati önemdedir
Kanaatimce gelecekte Sahil Güvenlik Komutanlığı’nın refah ve güvenliğimize yönelik oynayacağı rol ve üreteceği katma değer, Deniz Kuvvetlerine eş değerde ve hayati olacaktır. Sahil Güvenlik Komutanlığı ayrıca halkla iç içe görev yapan bir Komutanlık olduğundan, Türkiye’nin denizcileşmesine doğrudan katkı sağlayabilecek özelliklere sahiptir. Diğer taraftan Sahil Güvenliğin AB uyum süreci içinde Entegre Sınır Yönetim Sistemi aldatmacası içinde mevcut yapısının bozularak, kurumsal denizcilik birikimi olmayan Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı bir yapıya dönüştürülmesi çabaları da devam ediyor. Bu şekilde Sahil Güvenliğin aynen polis teşkilatında olduğu gibi siyasallaşacağı bilinen bir gerçek. Savaş zamanı Deniz Kuvvetleri emrine girecek sahil güvenliğin mevcut yapısı ile oynamak, Türkiye’nin geleceğine, çevre denizlerindeki siyasetine ve çıkarlarına büyük hasar verir. AB sürecinin sulandırıldığı bu günlerde AB’yi bahane ederek Sahil Güvenliğin omurgası ile oynamak kimseye yarar sağlamaz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder