Metere Quod Seminas*
19 Ekim 2014 günü bu köşede yine Latince başlıklı bir yazı
kaleme almıştım. ‘’Securitas Populi est Suprema Lex’’, (‘’Halkın güvenliği temel kanundur’’)
Balyoz kumpası sonucu kaldığımız Silivri Cezaevinden çıkalı tam 4 ay olmuştu.
Henüz sistematik canlı bomba vahşeti başlamamıştı. Sonuçları ile ulusal çıkarlarımızı alt üst
edecek Rus savaş uçağının düşürülme olayı
yaşanmamış, Suriye’de Rusya ile karşı karşıya gelmemiştik. NATO gemileri yasadışı
göçü önleme bahanesi ile Ege denizinde ve karasularımızda cirit atmıyordu.
Kıbrıs müzakerelerinde Türk tarafı henüz Rum tarafı ağzı ile konuşmaya
başlamamıştı. Karadeniz’de her şeye rağmen istikrar devem ediyor, en azından
BLACSEAFOR ve Karadeniz Uyumu Harekatı faaliyetlerine devam ediyordu. Emperyalizmin
istihbarat örgütleri henüz Türkiye’de
kitlesel terör saldırıları orkestrasyonuna başlamamıştı. Türk Silahlı
Kuvvetlerinin 24 Temmuz 2015’de başlatacağı PKK terörü ile topyekûn savaşa
henüz 9 ay vardı.
Zor Zamanlar. Türkiye kumpas davaların başladığı 2008 yılından sonra adım
adım bu noktaya getirildi. Maalesef iktidar partisi kurulan jeopolitik tuzağın
çok geç fakına varabildi. Şu an Ortadoğu 1948, 1967 ve 73 Arap-İsrail
Savaşlarının yaşandığı dönem kadar karmaşık ve kanlı bir dönemden geçiyor.
Türkiye her üç savaşta Ortadoğu bataklığından uzak kalabilmiş emperyalizmin
tuzağına düşmemişti. Bu politika kurucu ideolojinin bir sonucu idi. Yurtta sulh
Cihanda Sulh ve komşuların iç işlerine müdahale etmeme prensipleri Türkiye’yi
hem İkinci Dünya Savaşından hem de Soğuk Savaşın sıcak bölgesel çatışmalarından
koruyabilmişti. Türkiye Kıbrıs, Ege ve Akdeniz gibi anavatanın doğrudan
jeopolitik ve stratejik çıkarları olan alanlarda zaman zaman silahlı güç
kullanma tehdidi le krizlere müdahil olmuştu. Bunların hiç biri macera amaçlı
değildi. Geçmiş hükümetler ABD’nin bizi çekmek istediği Musul Kerkük hevesleri
üzerinden Ortadoğu’ya müdahil olma tuzaklarına asal düşmemişlerdi. Hele hele
kurucu ideolojisi laik olan bir devlet olarak, Sünni-Şii çatışması gibi ortaçağ artığı bir savaş paradigması içine asla
girmemişti.
Geçmişte Macera
Aranmadı. Özetle macera aranmamış, askeri güç ancak
ve ancak hayati çıkarların korunması için saklı tutulmuştu. Örneğin
Kıbrıs’ta 1974 yazında yüksek jeopolitik
çıkarları nedeniyle uluslararası hukuktan
kaynaklanan haklarını kullanmış, adaya müdahale etmiş ve onun bedelini yıllar süren ambargo ve
ermeni terörü ile ödemişti. Geçmiş devlet adamları Hava Kuvvetlerinin neredeyse
tamamının Amerikan lojistiğine; genelde silahlı kuvvetlerin akıllı mühimmat ve
yedek parçada Atlantik bloğa tam bağımlı olduğunu biliyordu. Günümüzün
savaşları sadece piyade tüfeği ve süngü ile kazanılmıyor.
Bu ihtiyat politikası Özal dönemiyle terk edilmeye
başlandı.
Kumpas Davalar Bu
Noktaya Getirdi. 1 Mart 2003 ABD tezkeresinin mecliste
reddedilmesi bu politikaya dur demişse de, ABD bu reddin intikamını daha sonra
aldı. Maalesef 2003 sonrası kurulan hükümetler küresel hegemonlar tarafından
kurgulanan stratejilere uyum sağlayan politikalara onay verdiler. Bunun için
kumpas davalar gerekiyordu. Balyoz toplu tutuklamalarının yapıldığı 11 Şubat
2011 gecesinden bir hafta sonra Deniz Kuvvetlerimiz Libya’nın parçalanma
sürecine rekor seviyede gemiyle katıldı. Suriye’de Sünni bir rejim kurma ile
Irak ve Suriye’de bağımsız Kürt devleti yapılanması ve ayrıca Türkiye’de açılım
süreci adı altında su ve GAP toprakları zengini güneydoğu Anadolu bölgemizin
ulus devletten kopuş sürecinin köşe taşları aynı yıllarda döşendi. Bu hata 25
yıl önce Birinci Körfez Savaşı sonrası Saddam’ın Kürt halkına yönelik
katliamlarını bahane eden ABD ve müttefiklerine katılarak Irak’ta 32 ve 36’ncı
kuzey paralelleri arası bölgede ‘’Çekiç Güç (Provide Comfort)’’ harekatına izin
verme hatası kadar büyüktü. Hepsinden önemlisi Hava Kuvvetlerimizin 4 Kasım
2015 günü Rus uçağını düşürmesiyle ulusal çıkarlarımız alt üst oldu. Bu olaydan
kazanan tek taraf Avrupa Atlantik yapıdır. Bu dar alana sığdırmaya çalıştığım sürecin
somut sonuçları artık her gün kaldırılan şehit ve terör kurbanlarının
cenazelerinde yaşanıyor.
Bir Cezalandırma Metodu
olarak kitlesel katliamlar. Ben bir terör uzmanı
değilim. Ancak bazı gerçekleri görmek için nesnel gözlem yeterli olabiliyor. 11
Eylül sonrası ABD liderliğindeki hegemonyanın yeni dünya düzeni kurulmasında etkin
bir araç olarak kullandığı terör, eğer intihar bombacıları ile bir ülkede toplu
kıyımlara başlıyorsa bunun iki nedeni olabiliyor. Birincisi terörle küresel
savaş maskesi altında hegemonya ve
desteklediği koalisyonların yanında yer almayı sağlamak için kamuoylarını
hazırlamak. İkincisi hegemonyanın çıkarlarına aykırı davranan devletleri sözde
müttefik olsalar da cezalandırmak. Her ikisi için de altyapı hazırdır. Fanatik
dinciler ya da mikro milliyetçiler canlı bomba adayları olarak mevcutlar. Silah
ve cephane ise ABD’nin Afganistan, Irak ve Libya müdahaleleri sonrası neredeyse
işportadadır. Türkiye halen ikinci nedenin sonuçlarını yaşıyor. CIA Türkiye
uzmanı Henry Barkey’in Türkiye’nin PYD ve PKK karşısındaki haklı silahlı
müdahalesi üzerine 15 Ekim 2015 günü
söylediği üzere ‘’ Ya İstiklal
Caddesinde bombalar Patlarsa‘’ türevinden tehdit cümleleri başka nasıl izah
edilebilir? (Bu makale yazılırken İstiklalde gerçekleştirilen patlamanın haberi
TV kanallarına düşmeye başlamıştı.)
Yeni Durum Muhakemesi
Gerekiyor. Türkiye derhal yeni bir durum muhakemesi
yapmalı, gerekirse ekonomik sonuçlarına katlanmayı, ver kurtulcuların baskısına
her cephede dayanmayı göze alarak derhal
kurucu ideolojinin dış ve güvenlik politikasına geri dönmelidir. Türk halkı
tarihinde sömürge olmamış ve egemenliğini yitirmemiştir. (Aklını ise asla.) Aksi
takdirde hegemonların satranç tahtasında piyonluktan kurtulamayacak, sadece bu nesiller
değil gelecek kuşaklar da acı çekmeye devam edecektir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder