İflasın eşiğine gelen Kıbrıslı Rumlar (GKRY-Güney Kıbrıs Rum Yönetimi) geçtiğimiz haftalarda AB ile Rusya Federasyonu arasında gitti geldi. Avrupa ekonomisine 22 milyar dolarlık milli gelir ile yüzde yarımın altında katkısı olan Kadıköy kadar nüfusa sahip Rumların Ruslara yaklaşması 1974 Sampson darbesi öncesi Makarios’un Sovyetlere yaklaşmasına benzedi. Rusların adadaki Rum bankalarında mevcut yüksek mevduatlarının AB dayatması altında yüksek vergi kıskacına girmesi ortalığı karıştırdı. Rum ekonomisini kurtarma karşılığında adada üs kolaylığı ile çevre sulardaki doğal gazdan imtiyazlar istemesi AB’yi -dolayısı ile ABD’yi- neredeyse çıldırttı. Zira AB’nin küresel elitleri, şimdi çok pişman olsalar da Rumları güzel şarapları veya plajları için değil, denizlerindeki zengin hidrokarbon potansiyeli nedeniyle aralarına almıştı. Şimdi doğal gazda zaten göbekten bağımlı oldukları Ruslar, Akdeniz’e davet ediliyor. Hem de ne zaman? Çok değil Rusların bu gelişmeden bir hafta önce, eski adıyla SOVMEDRON’u (1) yani Akdeniz Beşinci Filosunu 20 yıl aradan sonra tekrar aktive edeceklerini ve bu filonun uğrak limanları arasında Güney Kıbrıs’ı da saydıktan sonra.
Bu gelişmeye emperyal elitlerin cevabı çok seri oldu. AB, Rus sermayesinin de aralarında bulunduğu Rum hesaplarına ağır vergi dayattı ve Rus sermayesinin adadan uzaklaştırılması süreci başlatıldı. Bu sürece dolaylı bir darbe de İsrail’den geldi. Suriye’deki gelişmeleri emperyal çıkarlar lehinde etkileyecek Türk-İsrail barışmasının yaşandığı günlerde İsrail, Lübnan sınırına yakın deniz yetki alanlarında bulunan doğal gaz zengini Tamar ve Leviathan sahalarının boru hattı ile Hayfa’ya bağlandığını açıkladı. İsrail artık enerji ihraç eden ülkeler arasına giriyordu. Bazı çevreler bu gelişmeyi, Rus doğal gaz enerji devi Gazprom’un Avrasya’da oluşturduğu tekele karşı büyük bir gelişme olarak niteledi. İsrail gazının, Irak Kürdistan gazı ile değerlendirildiğinde Türkiye’nin yıllık 50 milyar metreküplük İran ve Rus doğal gazına olan bağımlılığının azalacağına dikkat çekildi. Yani kısaca emperyal kurgu enerji tuzağı ile jeopolitik kamplaşmayı kaşıyor. Ancak bu gelişmeler Rusya’yı Suriye’ye daha da yaklaştırıyor. Zira oyunun emperyal hedeflerini onlar da görüyor. Putin’in Karadeniz Donanmasına ani bir tatbikat emri vermesi bu başlangıcın işaret fişeğidir. Artık Ruslar, Suriye savaşının yanısıra, enerji savaşında da Akdeniz’de yerlerini alıyor. Peki biz Türkler, bu savaşın neresindeyiz? AB ve ABD iradesi ve çıkarları karşısında ulusal çıkarların korunamadığı bir ortamda bugün Doğu Akdeniz’de herkes var ama Türkler yok.
11 Şubat 2011 Balyoz baskını sonrası Doğu Akdeniz’deki Türk deniz varlığı ortadan kaldırıldı. Donanmanın ulusal çıkarlar çerçevesinde stratejik kullanım iradesi tamamen yok edildi. Asya-Pasifik havzasına çekilecek Amerikan Donanmasının yaratacağı boşlukta Cumhuriyet Donanmasının Doğu Akdeniz’de bir oyuncu olmaması, İsrail, Yunan ve Rum çıkarlarına tehdit teşkil etmemesi için gelecek 40 yılının Komuta yapısı hükümetin desteği ile zaten felç edildi. Emperyal irade Türk Donanmasının bu kadroları ile artık ulusal çıkarlar uğruna savaşamayacağını bizden iyi biliyorlar. (Sadece sözde ikinci casusluk davasında 50’ye yakın firkateyn, hücumbot ve denizaltı komutanı hapiste)
Balyoz Baskınından sonra Doğu Akdeniz’de neler yaşandı?
Rumlar, İsrail ile MEB (Münhasır Ekonomik Bölge) sınırlandırma antlaşması imzaladı. İsrail 12 Temmuz 2011 tarihinde MEB sınırlarını gösteren koordinat listesini BM’ye sundu. Yunanistan’da başlayan ekonomik iflasın ve Arap Baharının fırtınası arasında Rumlar, imtiyaz haklarını ABD’nin Noble Energy şirketine verdiği Kıbrıs güneyindeki, İsrail yetki alanına komşu 12 numaralı Afrodit sahasında petrol ve doğal gaz sondaj çalışmalarına başlayacaklarını, tutuklamalardan altı ay sonra Ağustos 2011 başında uluslararası kamuoyuna duyurdu.
Rumlar ve Noble Energy, 19 Eylül 2011 tarihinde sahada fiili çalışmalara başladılar. İkili, İsrail’in Delek Firması ile 2012 yılı içinde bu sahada trilyonlarca dolar değerinde 700 milyar metreküp gaz rezervi bulduklarını açıkladı. Bazı araştırmacılar bu keşfi son yılların en büyük keşfi olarak tanımladı. Balyoz tutuklamalarının tam tamına birinci yıl dönümünde yani 11 Şubat 2012 günü Rumlar, önceden ilan ettiği sahalarda ikinci tur lisans ihalesi ilanı yayınlandı. Türkiye bu girişime KKTC’nin kara ülkesinde petrol araştırmaları yapacağını duyurarak cevap verdi. Böylece, dünya deniz tarihi, denizde yaşanan bir çıkar kaybına karşı kendi kara ülkesinde bir hareketle cevap verildiğinin ilk örneğini de kaydetmiş oldu.
İtalya, Fransa, Güney Kore
Rumlar, 2013 yılında içinde bulunduğu ağır ekonomik koşullar altında bile Doğu Akdeniz’de KKTC’nin ve Türkiye’nin çıkarları olan alanlarda açık tecavüzlerine devam etti. 6 Şubat 2013 tarihinde, 2007 yılı başında ilan ettiği 13 sahanın üçünde İtalyan ENI ile konsorsiyum kuran Güney Koreli Kogas şirketine ikisinde de Fransız Total şirketine arama ruhsatı verdi. (2) Bu gelişmeler 24 Ocak 2013 günü Başbakan’ın bir televizyon programında “firkateynlere gönderecek komutan bulamıyoruz” yakınmasından kısa süre sonra gerçekleşti.
Yunan Başbakanının MEB ilanı
Türk adalet ve hukuk tarihinin yüz karası Balyoz davasının güldüren gerekçeli kararının açıklandığı, 7 Ocak 2013 günü Yunan To Vima gazetesinde ve izleyen günlerde Türk basınında Yunanistan’ın Ege ve Doğu Akdeniz’de Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) ilan edeceği haberleri yer aldı. (3) Bunun arkası geldi. 20 Şubat 2013 tarihli gazeteler Başbakan Samaras’ın hızını alamadığını şu başlıkla ilan ediyordu: “İstediğimiz zaman MEB ilan ederiz.“ (4) Bu açıklamayı kimin yanında yapıyordu? O günlerde Yunanistan’ı ziyaret eden Fransa Cumhurbaşkanı Hollande’ın yanında. Hollande ne diyor? “Doğu Akdeniz’de doğal gaz yataklarının bulunması Yunanistan için de Avrupa için de fırsattır...Deniz Hukukunun üstün çıkacağına inanıyorum. Fransa bu yataklardan Yunanistan ile birlikte yararlanabilirse bunu yapacaktır.” Tabi Yorgo ile Pierre, doğal gaza doysun, aylık gelirleri daha da artsın. Ali ile Ayşe nasıl olsa kendileri gibi 59 milyonla birlikte ayda 1200 liranın altında yaşamaya devam ederler. (5)
Çok ilginç ama Mart başında Türkiye’yi ziyaret eden Samaras’a Türk gazetecilerin deniz yetki alanları ve egemenliği antlaşmalarla Yunanistan’a devredilmemiş Kardak benzeri ada, adacık ve kayalıklarla ilgili tek soru bile sorması yasaklandı. Zira Hükümetin ve Dışişlerinin onlarca Aşil Topuğundan en önemlisine dikkat çekilmesi, belli ki istenmemiş.
Mavi Marmara Zaferi(!)
9 vatandaşımızın katledildiği trajedinin bir özür karşılığı zafere dönüştüğü bir ortamda, medyamız İsrail-Ceyhan doğal gaz boru hattının önü açıldı diye zil takıp oynadı. Gören de doğal gazın sahibi Türkler zannetti. İsrail’in gaz çıkardığı alana çok yakın Rumların gasp ettiği Afrodit sahasından çıkacak gaz da İsrail hattına bağlanacakmış. Ancak medyamızın çok değerli analistleri bu gazdan KKTC’ye mutlaka pay verilmesi gerektiğinin altını çiziyorlar. Yani Rumların daha doğrusu AB’nin kanunsuzluk ve hırsızlığına ortak olalım diyorlar. Hadi ortak olduk, ya istediklerinizi vermezse? Donanmayı mı göndereceksiniz? Hangi Donanmayı? Amiralsiz ve komutansız Donanmayı mı? Geçtik Kıbrıs gazını, mademki Türkiye İsrail’i dize getirecek kadar “böyüük” bir devlet, o zaman İsrail-Rum MEB sınırlama antlaşmasını iptal ettirin. Buna gücünüz yeter mi?
Mısır’ın onurlu çıkışı
Bu arada güzel şeyler de olmuyor değil. Mart ayında aklı başında bir Mısırlı siyasetçi, 2005 yılında Mısır’la GKRY arasında imzalanan MEB sınırlama antlaşmasını tanımayacaklarını ve bunun için Meclis kararı çıkarttıklarını açıkladı. Zira bu sınırlama antlaşması, Mısır’ın hakkı olan sahalara açıkça tecavüz ediyordu. Ne onurlu bir çıkış ama. İçinde bulundukları bu denli ağır ekonomik ve siyasi çıkmaza rağmen denizlerini düşünebiliyorlar. Biraz ders alabilsek. Dışişlerimiz Doğu Akdeniz’deki gaz mücadelesinin hegemon elitlerin peşine takılarak lehimizde sonuçlanamayacağını dilerim görüyordur.
Son Söz
Sorun İsrail gazını taşımak ya da taşımamak veya Rumların kendi gazından KKTC’ye pay vermesini sağlamak değil. Sorun Türkiye’nin hakkı olan deniz yetki alanlarını ilan edebilmek ve sahiplenebilmek. Zira kendi öz menfaatlerinin farkında olmayan ve sahip çıkamayan milletler, başka milletlere bunu altın tabakta sunmuşlardır.
İngiltere Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey, 27 Mart 1911 tarihinde; “temel hedefimizi daima hatırda tutmamızın önemli olduğuna inanıyorum; bu da, Basra Körfezi’ndeki ve onu tamamlar nitelikteki Mezopotamya’daki İngiliz çıkarlarını korumaktır.” derken, dönemin Osmanlı Sadrazamı, 11 Mart 1913 tarihinde; “Kuveyt ve Katar gibi çölden ibaret iki kaza yüzünden İngiltere ile ihtilaf çıkaramayız. Bu ehemmiyetsiz topraklardan ne gibi faydamız olabilir? Kuveyt ve Katar’ı İngiltere’ye bırakmaya ve zengin Irak vilayetimizle uğraşmaya karar verdim.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder